Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Aralık 2012 Pazar

Ispanak Nasıl Yedirilir?

Ispanağı çok sevdiğimi yazmıştım ya, aslında hep böyle değildim. Bu sevda, son 15-20 yılın sevdası, öncelerinde ıspanak olsa da olurdu, olmasa çok iyi olurdu :)

Özellikle küçükken annemin bana ıspanak yedirmek için türlü yollara başvurduğunu hatırlıyorum. Ağzımda bıraktığı tadı sevmezdim bir şekilde. Sadece babamın pişirdiği ıspanağı severdim, yıllar sonra öğrendim ki içine havuç rendeleyip biraz da ketçap koyuyormuş yiyeyim diye. O zamanlar ketçap şimdiki gibi "zararlı" kabul edilmiyordu, şimdi zararlı deyip evlerimize sokmadığımız birçok gıdayla birlikte ketçabı da afiyetle yiyorduk. Neyse, bu başka bir yazının konusu :)

Gelelim ıspanağı, sağlıklı bir şekilde çocuklarımıza nasıl yediririz sorusuna. Yani ıspanakla kaç değişik yemek yapılabilir, küçüğün ve babanın damak zevkine nasıl hitap edilir?

İşe önce klasik ıspanak yemeğiyle yani ıspanak boraniyle başlamanızı tavsiye edeceğim. Linkteki tarifi uygularken yemeğe kavrulmuş kıyma, bulgur yerine pirinç koymayı da deneyebilirsiniz. Yoğurdu da yine sofradakilerin tercihine göre bir sarımsaklı bir de sade olarak iki şekilde hazırlayabilirsiniz.

Ispanak boraniyi denediniz ve istediğiniz verimi alamadıysanız, evdekiler çorbayı seviyorsa, ıspanak çorbasını deneyebilirsiniz. Çorbaya, kızarmış ekmek (kruton) ilave etmek ve çorbayı tabak yerine kupalarda sunmak hoş bir değişiklik olabilir.

Ispanağa biraz daha alışık damaklar için yumurtalısını da tavsiye edebilirim. Özellikle sabah kahvaltıları için alternatif olabilir.

Farklı sunum ve tatlar arıyorsanız, zamanınız da çoksa, ıspanak soslu makarna eşliğinde somon balığı deneyebilirsiniz. Yalnız bu tarifin biraz "ciks" olduğunu, yani küçüklerin pek de ilgisini çekmeyebileceğini hatırlatırım. Somon yerine köfte kullanmak, küçükler açısından daha iyi bir çözüm olabilir.

Bir diğer önerim, ıspanaklı pizza. Linkteki tarifi, soğan ve salam olmadan hatta mantar da koymadan pişirebilirsiniz. Yanına köfteyle, hem nişasta hem sebze hem protein ihtiyacını karşılamış olursunuz.

Son olarak, ıspanak yapraklarını yeşil salatanıza ilave edebilirsiniz. Çiğ ıspanağın tadı gayet güzel ve salataya çok yakışıyor.

Kendisine ve evdeki diğerlerine sağlıklı lezzetler sunmaya çalışan herkese kolaylıklar !

29 Aralık 2012 Cumartesi

Uyku Tulumunuz Var mı?

Defne, hareket edebilir hale geldiğinden beri, "deli deli uyur". Bir topaç gibi yatağının içerisinde döner, yer değiştirir ve bu, tüm gece sürer. Yazın o kadar sıkıntı değil ama kışın, uykularımın kaçması için en büyük neden.

Bir kez örttüm mü en az 1 saat o şekilde uyumayacağını o kadar iyi bilirim ki, bir türlü gözüme uyku girmez. Devamlı kalkar, üstünü tekrar örter, buz kesmiş ayacıklarını ellerimle ısıtmaya çalışırım. Her mızmızlanışında kalkar bakarım ki soğuktan üşümüş olmasın. Vee nihayetinde kış tam olarak gelir, ev iyice soğur ve tatatatataaa Defne'nin uyku tulumu piyasaya çıkar, derin bir nefes alırım. Çünkü o tuluma bir kez girdi mi, artık üzerini örtme derdi kalmaz.

Geçen kış, yani 1 yaşındayken ilk uyku tulumunu aldık. Mothercare marka tulumu kollu, önden çıtçıtlı, uçuk pembe, ayakları kapalı çok tatlı birşeydi. Küçük topacı içine yerleştirip çıtçıtlarını ilikleyince, gecede kaç kez yer değiştirdiğinin önemi kalmıyordu. Bu tulum küçülünce kış sonu indiriminden yararlanıp bu sefer Panço'dan yeni bir uyku tulumu aldık. Bu tulum, kollu, önden fermuarlı, ayak kısmı açık (kapalısı kalmamıştı) ve yine pembe renkli.

Eğer hareketli bir çocuğunuz varsa bence uyku tulumu en iyi çözüm. Piyasada her bütçeye uygunu var. Hatta kollusu, kolsuzu, ayaklısı, ayaksızı bir çok seçeneği mevcut.

Uyku tulumu seçimi ve kullanımı konusunda naçizane önerilerim;

1. Evinizin sıcaklığına dikkat edin. Uyku tulumu, ölümcül olabilir. Çünkü küçük içerisinde o kadar ısınır ki havale geçirir. Dolayısıyla, referans olması açısından Mothercare uyku tulumlarının içindeki bilgileri okuyun. Orada, eviniz kaç dereceyken tulumu giydirmeniz gerektiği, tulumun içine ne giydireceğiniz detaylı olarak yazılı. Bu konuda satış temsilcilerinin verdiği bilgilere çok da güvenmeyin. Ben, "uyku tulumu istiyorum" dediğim halde, yetkilinin etiketinde "not suitable for sleeping wear" etiketi taşıyan tulum verdiğini hatırlıyorum. İngilizce bilmiyorsanız, bu konuda bilen bir yakınınıza danışın. Neticede dediğim gibi, ölümcül sonuçlar doğabilir.

2. Çocuğunuz büyükse, tulumu kendi çıkarmaması için çıtçıtlı almayı tercih edebilirsiniz. Defne sabahları uyandığında kendi başına fermuarın içinden çıkabiliyor.

3. Eğer ayakları açık tulum aldıysanız, ayakları üşümesin diye kalın çorap giydirmeyi unutmayın. Defne'nin ayaksız tulumu biraz küçülmeye başladı, kış sonuna kadar idare etsin diye kalın ve uzunca çoraplar aldım. Böylece tulumun bittiği yerde çorap başlıyor :)

4. Uyku tulumunun üzerini sakın örtmeyin.

5. Üşüdüğü konusunda endişe ederseniz, gece kalkıp yoklayın. Üşümediğini anlayınca eminim içiniz rahat edecektir.

28 Aralık 2012 Cuma

2 Yaş Sendromu'na Giriş

Felaket öyle birden gelmezmiş, ağır ağır sinsi sinsi yaklaşırmış ya. İşte 2 yaş sendromu da öyle birşey sanırım.

Aslında 2 yaş, küçüğün, "bebek"likten çıkıp "birey" yani "çocuk" olma yolundaki kilometre taşlarından biri. Tüm bu olan biten de normal. Çünkü bu yaşta küçük, kendini keşfediyor, istekleriyle hayatına yön verebileceğini öğreniyor, hayatındaki insanları yönlendirebileceğini-onlara istediklerini yaptırabileceğini keşfediyor. Dolayısıyla ebeveynler ile küçüğün istekleri çelişiyor. Küçük ısrar ediyor, ebevenyler karşı çıkıyor ve yaygara kopuyor.

Okuduğum ve çok güvendiğim iki farklı çocuk gelişimi kitabına göre, 2 yaş sendromu öyle tam 2 yaşında başlamazmış. Tepe noktasına gelmesi 2,5 yaş civarını bulurmuş. Yani çocuk bir sabah uyandığında, "tamam işte 2,5 yaşındayım benim dediklerim olacak" edasıyla girmezmiş bu yola. Dediğim gibi ağır ağır, sinsi sinsi başlarmış bu süreç.

Bahsettiğim iki kitapta da 2 yaş krizindeki çocuğa nasıl davranılması gerektiği de anlatılmış. Özetle, çok temel konular (güvenlik gibi) dışında asla zıtlaşılmaması gerektiği, aksi takdirde çocuğun ilerde inatçı olabileceği yazılmış. Tabii bundan kasıt, "bırakınız kırsın, bırakınız döksün, bırakınız şımarıklığın doruklarına varsın" değil.

"Bir şekilde orta yol bulun",
"Krize yol açabilecek durumları önceden öngörmeye çalışıp engel olun",
"Bu dönemin doğal ve geçici olduğunu kabullenin",
"Onun bir birey olduğunu bilin ve saygı gösterin"

gibi gayet yuvarlak çözüm önerileri var.

Bizdeki duruma gelirsek, 2 yaşını yeni dolduran Defne son 1- 1,5 aydır "ben"in farkında. Yani kendisinin bir birey olduğunu, birşeyleri yapabilecek güçte olduğunu çok iyi biliyor, isteklerinin farkında. Bunu, kurduğu cümlelerden anlıyorum. "Ben yapacam.", "Ben kitap okuycam." gibi gayet "ben"li cümleler kurup bizi şaşırtmaya devam ediyor.

Bunun yanısıra, istediği şeylerden uzaklaştırma konusunda da güçlük yaşıyoruz. Yani tutturuyor, inat ediyor. Özellikle yazın sokaktan eve girerken kopardığı yaygara; bugün market arabasından inmek istememesi, arkadaşlarından ayrılmak istememesi en iyi örnekler.

Onun dışında, kime ne yaptırabileceğinin de farkında. "Anne gelsin." "Anne kitap okusun" "Baba top oynasın" "Baba tulum giydirsin" ... gibi, hangimizle ne yapmak istediğini çok net ifade ediyor ve isteği olmayınca ortalık karışıyor. Dahası o sırada istediği kişinin bir işi varsa ve diğerimiz onun isteğini yerine getirirsek, bunu kabul etmiyor ve istediği kişinin istedği şeyi yapması için direniyor. Mesela "anne yedirsin" diye eşimin verdiği bir şeyi aç olsa da yemiyor bazen ya da uyku tulumunu benim giydirmeme asla izin vermiyor.

Bazen kandırarak (ki bu çok tercih ettiğimiz bir yöntem değil), bazen dikkatini başka şeylere çekerek, bazen de yaygarayı koparmasını gözardı ederek yaşıyoruz. Ama en önemlisi krize yol açabilecek durumlara girmemeye çalışıyoruz. Özellikle hangimizi tercih ettiyse, işi gücü bırakıp küçüğün hizmetine giriyoruz :)

Bakalım gelecek aylar ne gösterecek.....

27 Aralık 2012 Perşembe

"Çocuğunuz Büyürken" Teri Crawford Jones- Kitap önerisi

Geçen sene Defne 1 yaşına yaklaşırken, yakın bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine, Teri Crawford Jones'un "1 yaşındaki Çocuğunuz Büyürken" isimli kitabını almıştım. Yazar, bu kitabı 1926^dan beri ABD'nin bir numaralı aile dergisi Parents'ın yazarlarıyla birlikte kaleme almış. Dili ve çevirisi net, okuması rahat. İçerik açısından beğendiğimi ve ilerisi için sakladığımı söyleyebilirim.

Kitapta, çocuğunuzun o yaş döneminde neler hissettiğini, nasıl davranmanız gerektiğini, işlerin yoluna girmesi için çözüm önerilerini, tavsiyeleri bulabilirsiniz. Özellikle küçüğün dilinden yazılmış kısımlar bence çok hoş ve insanın empati yapmasını sağlıyor.

Bu kitabı o kadar beğendim ki, Defne'nin iki yaşına az bir süre kala serinin devamındaki "2 Yaşındaki Çocuğunuz Büyürken" isimli kitabı da aldım. İçerik biraz daha genişletilerek 2 yaşa uyarlanmış. Tuvalet eğitimi, kardeş kıskançlığı, 2 yaş sendromu gibi konulara değinilmiş. Okudukça, Defne'yi anlatıyorlar gibi geldi desem, ne kadar beğendiğimi ifade etmiş olurum sanırım.

Her iki kitabı da tavsiye ederim.

25 Aralık 2012 Salı

Beslenme Alışkanlıkları

Defne'ye hamile kaldığımda, bilinen bir şeker hastalığım olmamasına rağmen, tekrarlayan düşüklerim yüzünden doktor yengemin verdiği Glukhopage'ı kullanmış, sanırım 12. hafta civarında da yine onun kontrolünde bırakmıştım.

İşte o zaman anladım ki, "şeker" hakikaten üzerinde düşünülmesi gereken bir nesne. "Gıda" diyemiyorum. Bu yüzden hamileliğim boyunca "şeker"" tüketimime çok dikkat ettim, özel olarak diyet yapmadım ama dikkatli beslendim. 

Bu özeni, Defne ek gıdalara geçtiğinde de göstermeye çalıştım. Çünkü biliyordum ki ağız tadı nasıl şekillenirse ileriki beslenme alışkanlıkları da ona göre olacak. Bu yüzden Defne'ye şekerli gıdalar vermemeye çalıştım. Kahvaltısında kullandığım Eti Cici Bebe dışında şeker içeren hiçbir gıdayı vermedim. Tabii burada "doğal şeker"den bahsetmiyorum. "Doğal şeker", hepimizin bildiği gibi meyve, kuruyemiş, pekmez ve bal içindeki şeker.

Defne büyüdükçe, "şeker/tatlı" vermeme konusu hep içimde kaldı. Yani "bu konuyu abartıyor muyum acaba" diye çok düşündüm. Ve son iki doktor ziyaretimizde bu konuyu doktorumuza çok açık bir şekilde sordum. Ondan aldığım yanıt özetle şöyle;

" Bir çocuğun ileriki yaşlarındaki beslenme alışkanlığının, yapacağı gıda seçimlerinin temeli küçüklüğünde atılır. O henüz hiçbirşeyin farkında değilken ona öğretiğiniz yeme alışkanlıkları ileride onun rehberi olur. Bu yüzden elinizden geldiği kadar, tuzlu ve şekerli gıdalar vermeyin. Doğal gıdalarda zaten tuz ve şeker bulunuyor, mümkün olduğu kadar doğalına alışsın. Siz elinizden geldiği kadar "tuz" ve "şeker" ilave etmeyin. Kendi yemeklerinizde de bunu gözetin. Bu şekilde göreceksiniz ki ileride çocuğunuz cipse, çikolataya, tatlılara o kadar düşkün olmayacak. Yani tabii ileride bunları yiyecek ama vazgeçilmez boyutlarda düşkün olmayacak"

Doktorumuzun bu tavsiyesini izlemek benim için hem kolay hem de zor oldu. Çünkü Defne zaten iştahsızdı, bu yüzden 1 yaşını doldurduktan sonra, onun yemeklerine çok az da olsa tuz ilave etmeye başladım ve zamanla bizim yemeklerimizin tuzuna eriştirdim. Bu arada, çevremden gelen yorumlarla sabit ki bizim yemeklerimiz öyle tuzlu/yağlı filan değil, hastane yemeğinden hallice :)

Şeker konusunda ise katı davrandım. Eti Cici Bebe (ki 13-14 aylık kahvaltı bulamacını bıraktığında bisküviyi de bırakmış oldu) dışında tatlı vermedim. Muhallebisini, pekmezle pişirdim. Doğal şeker alabilsin diye, meyve ve kuruyemiş konusunda sınır koymadım.

Bugün, tuz ve şeker konusu halen anlattığım gibi işliyor. En son doktor ziyaretinde, doktorumuz "çok istersen sütlü tatlı ya da aşure/kabak-ayva tatlısı gibi tatlıları da verebilirsin" demesine rağmen versem de Defne yemiyor. Bu da beni çok mutlu ediyor. Belki iştahsızlığından ama sanırım ağır basan kısım, bunların doğal tatlı olmamasından yani Defne'nin şekerli beslenme alışkanlığı olmamasından.

Ama gelin görün ki çikolata onun için bir fenomen. 24 aylık hayatında yemin ederim sadece 4 kez yedi. Yazıyla yazıyorum DÖRT ! Bir keresinde misafirlikteydik, diğerinde ortalık bir yerde görüp kaptı, üçüncüsü 2 yaş doğum günü pastasıydı ve son olarak, 2 yaş aşısının ardından gittiğimiz dönerci verdi. Dönercinin verdiği çikolatayı elinden almadım, ama o kadar büyük bir çikolataydı ki bitirmesine imkan yoktu. Ağzı yüzü her yanı çikolata oldu, resmen rüyada gibiydi yerken. Üzerini temizlemek ve çikolatayı yok etmek için elinden aldığımda nasıl bir yaygara koptuğunu anlatmam mümkün değil, ardından 2 gün geçtikten sonra bile "çikotaaa" diye evin içinde geziniyordu yumurcak.

Özetle şunu demeye çalışıyorum. Çocuklar zararlı gıdalara çok çabuk alışıyor ve bağlanıyorlar. İştahları kesiliyor, iyi beslenme alışkanlığı edinemiyorlar, sadece onlarla doymak istiyorlar. Bu yüzden elinizden geldiği kadar çocuğunuzu onlarla tanıştırmayın. Bırakın çikolatanın, şekerin, cipsin tadını bilmesin. Zaten eninde sonunda yuvada, orada burada öğrenecek bu tatları. Ama öğrendiği zaman, en azından "tercih edebilir" ya da "doğrusu anlatılabilir" bir yaşta olacak.

Bu anlamda, "çocuğuna çikolatayı çok gören huysuz anne "olmaya devam !

Sebze & Meyveyi Zamanında Tüketmeliyiz

Geçenlerde Defne'yle markete gittik. Manav reyonundan tam içeri geçecekken Defne, boyu hizasındaki çilekleri görmez mi? Tutturdu tabii. "Çieeekkk, istooooo."


Bayılır çileğe biliyorum, bir oturuşta alerji yapacak kadarını yiyebilir. Peki ben ne yaptım? Puseti hızlıca içeri ittim ve konuyu değiştirmeye çalıştım. Çünkü Defne henüz, "zamanı/mevsimi değil" lafını anlayacak, anlasa bile kabul edecek kıvamda değil. Tıpkı babası gibi, çilek gördü mü mideye indirmeye programlı, mevsimini beklemeye değil :)

Küçüklüğümde zamanı olmayan meyve/sebzeleri raflarda göremezdik. Bu yüzden de canımız çekmezdi, hatta aklımıza bile gelmezdi kış ortasında karpuz, çilek vs yemek. Hatta mevsimi başladığında da bollaşmasını beklerdik ki fiyatı düşsün. Ama bakıyorum da şimdi kimsede bu anlayış kalmamış.

Koca koca teyzeler kış ortası domates, patlıcan seçiyor; amcalar sivri biber dolduruyor. Amacım kimseyi yargılamak değil, isteyen istediğini yapsın, ama tüketim anlayışı bu kadar değişmişken küçücük bir çocuğa "biz neden çilek almıyoruz" u öğretmek ve kabul ettirmek zor. Ona "sağlıklı" beslenmeyi, "her mevsim yenebilecek farklı sebze-meyveler olduğunu" öğretmek neredeyse imkansız.

Bu durumda ya "zamanı"nda diye ısrar edeceğiz ya da koyvereceğiz gitsin....

Ben birincisini seçiyorum tabii. En azından elimden geldiğince...

İlk olarak, bir süreliğine marketin manav reyonuna ya da pazara Defne'yi götürmeyeceğim ki canı çekmesin, çünkü istediği bir yiyeceği vermemek bana çok ağır geliyor.

Bir başka olarak da; geçen yaz, Defne'nin iştahsızlığından korkup onun sevdiği bazı sebzeleri dondurmuştum.Yıllar sonra ilk kez buzluğumda donmuş sebze vardı. Baktım bu kış, temel kış sebzeleri ve alternatifleri (baklagil, sulu köfte gibi) ile idare edebiliyor. Gelecek sene zinhar onu da yapmayacağım. Varsın bezelye için mayısı, enginar için nisanı, fasulye için haziranı/temmuzu beklesin. Ispanağın, mercimeğin, kerevizin adam öldürdüğü nerede görülmüş ! Bunun yanında eve kurumuş sebze (patlıcan, bamya vs) de almayacağım. Taze sebze varken neden kurumuşu yiyelim ki?

Belki çok ince düşünüyorum ve bu ince düşünceler beni çok zorluyor. Ama şimdilik bizim evin mutfak düzeni böyle işleyecek.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Çocuk Gelişimi Kitabı Önerisi- Prof.Dr. Haluk Yavuzer

Defne'nin doğumundan önce bir öğle tatilinde D&R'a gidip bebek/çocuk kitaplarını incelemiş ve içlerinden bazılarını almıştım. O gün satın alıp, "iyi ki de almışım" dediğim, kısmetse torunuma sakladığım kitaplardan biri Prof. Dr. Haluk Yavuzer'in "Bedensel, Zihinsel ve Sosyal Gelişimiyle Çocuğunuzun İlk 6 Yılı" adlı kitap.

Kitap, ay/yaş dönümlerinde bebeğin/çocuğun gelişim özelliklerini, beden duruşu ve motor becerilerini, algısal becerilerini, sosyal beceri ve oyunlarını,dil ve bilişsel gelişimlerini anlatıyor. Yine anlatılan bölümlerde "çocuğa nasıl yardımcı olabilirsiniz" başlıklı bir kısım var ki, bence harika. Çünkü bu kısımda bebeğinizle ya da çocuğunuzla oynayabileceğiniz oyunlar, onun gelişimine destek olabileceğiniz noktalar anlatılıyor. Kitapta, 2 yaş sendromu ve kardeş ilişkilerine de yer verilmiş.

Kitabın dili yalın. Anlaşılması, akılda tutulması kolay, net ve akıcı. Ben aldığımda 25. basımdaymış, artık düşünün ne kadar beğenildiğini ve verim alındığını.

İnceleyip son kararı vermek size kalmış.

23 Aralık 2012 Pazar

Arkası Erkek

Defne'yi önce erkek zannedip ardından kız olduğunu öğrenen çoğunluğun bana söylediği bu. "Arkası erkek !" Neymiş efendim, Defne erkek çocuklara benziyormuş, bu da demekmiş ki ikinci çocuğum erkek olacakmış. Samimi söylüyorum bu sözleri çok hoşuma gidiyor. Çünkü bir gün şaşırıp da ikinci çocuğum olursa, önce hayırlısını ardından erkek olmasını isterim büyük ihtimalle. Zaten bir kızım var, şimdi de erkek olsun hesabı.

Laf açılmışken, ikinci çocuk fikri çok hoş ama çok da uzak, hatta "imkansız" bir hayal benim için. Yabancı yok aramızda, saklayacak da değilim. Yaşım ilerledi, neredeyse 35'i buldum. E hamile kal, doğur derken en erken 36 bu iş. Sonra tüm kaseti başa sar. 36 yaşında uykusuz geceler, emzirmekten yara olan göğüsler, alt değiştirme fasılları, diş çıkarmalar, olmazsa olmaz kolik ve daha ne inciler.

Kabul ediyorum ki, sadece ben değil benim neslim genel olarak tembel. Arkadaşlarıma, çevreme bakıyorum. İlk çocukları nasıl olursa olsun, çocuklarını büyütme koşulları ne olursa olsun genelde herkes sözleşmiş gibi tek çocukta kalmış. Maddi güçlükler, manevi güçlükler ... ama biliyorum ki esas neden "tahammülsüzlük".

Annemin jenerasyonunu düşünüyorum. Bir kere kullan-at bez yok. Her sabah kaynatılması gereken mis gibi kaka kokulu bezlerle gözünü açıyorsun. Yemeksepeti.com'dan yemek sipariş edemiyorsun, hatta büyük süpermarketler de yok. Yani pişiriyorsun. Bir telefonla en yakının imdadına yetişemiyor, ulaşım bu kadar kolay değil. Doktora, ilaca, bilgiye bu kadar rahat ve hızlı ulaşamıyorsun. Bakıcı furyası şimdiki gibi almış başını gitmiyor. Ama o jenerasyonda azim varmış arkadaş. Azim, fedakarlık ve umut. Benim jenerasyonumun bence asla yanından geçemeyeceği çok güzel özellikler.

Arkadaşlarıma ve kendime bakıyorum, hepimiz sözleşmiş gibi en az 2 kardeşiz. Yalnız kalmasın hesabı.
 Evet çok doğru ve haklı bir düşünce. Ama insan her zaman doğruyu izleyemiyor hayatında.
Oysa biz ne yapıyoruz? Bu kadar kolaylığa rağmen geç evleniyoruz, çocuk planını hep erteliyoruz. Çünkü şimdilerde "hayat" çok güzel. Gidilecek onlarca film, ışıl ışıl alışveriş merkezleri, bin taksit yaptırıp seyahat edilecek yerler, yapılacak bir kariyer ... vs vs saymakla bitiremem.

Bu yüzden diyorum ki, bu iş bir şekilde bizden geçmiş. Bakalım Defne'nin jenerasyonu ne yapacak? Korkarım bu gidişle torunsuz kalacağım :)

21 Aralık 2012 Cuma

Defne'nin Muhallebisi

9 aylıkkenden beri Defne'ye yaptığım muhallebinin tarifi şöyle;

Birer çay bardağı patates nişastası*, buğday nişastası ve pirinç ununu cam bir kavanozda karıştırıyorum. (Bu karışım daha sonra buzdolabında saklanıyor.) Muhallebiyi yapacağım zaman kavanozdan tepeleme bir tatlı kaşığı (çok tepeleme değil, ama silme de değil) alıp tencereye koyuyorum. Üzerine yarım tatlı kaşığı kadar irmik ekliyorum. Yavaş yavaş karıştırarak 200 cc süt ilave ediyorum. Ocağa alıp kısık ateşte sürekli karıştırarak pişiriyorum.

Soğumaya yakın 2 ya da 2,5 yemek kaşığı pekmez ilave ediyorum. Pekmezi, dönüşümlü olarak üzüm-dut-keçiboynuzu olarak kullanıyorum.

Yiyecek miniğe ve artanı kaşıklayacak anneye şimdiden afiyet olsun ! 

* Patates nişastasını sadece Migros'ta "Migros marka" bulabiliyorum. Mısır tüketmediğimiz için mısır nişastasını da kullanmıyorum.

Bizim Evde Müzik Dinlenir

Kendimi bildim bileli müziği çok ama çok severim. Küçücükken şarkı söylerken, dayımın sesimi kayda aldığını ve bana dinlettiğini çok net hatırlıyorum, hatta beğenmediğim zaman ondan yenilemesini istediğimi de. Mikrofonlu fotoğraflarımda ne kadar ciddi çıktığımı da söylemeden geçemeyeceğim, komik ama gerçek.

Müzik benim için güzel bir hobi aynı zamanda, amatör olarak piano çalıyorum, okul yıllarında öğrendiğim blok flüdü de halen çalabiliyorum.

Lise yıllarımda(90'ların ilk yarısı) uyanır uyanmaz MTV'yi açardım. O zamanlar şimdikinden farklı olarak daha kaliteli yayın yapardı. Çirkin görselli çizgi filmler yerine popüler şarkıları, klipleriyle birlikte yayınlardı. Bayılırdım ! Yine, gece yarılarına kadar kulağımda walkman'im müzik dinlediğimi, kasetlere şarkı çektiğimi bunlardan çok keyif aldığımı unutamıyorum.

İlkokul yıllarımda favori filmlerimden biri "The Sound of Music"ti. Türkçe'ye, konusuyla asla bağdaşmayacak şekilde "Neşeli Günler" olarak çevrilen bu filmi belki milyon kez aynı tutkuyla seyrettiğimi, aynı sahnelerde gülüp aynılarında ağladığımı biliyorum. Yıllar sonra, bu filmi tam da unutmuşken, ABD'deki bir akrabamız tesadüfen bana filmi göndermez mi? Ve yıllar sonra seyredip aynı tadı almaz mıyım? O zaman Defne'ye hamile bile değildim ve içim çok burulmuştu. Bir gün çocuğum olursa mutlaka müziği sevsin istemiştim. Çünkü müzik, hakikaten de ruhun gıdası. İnsana duygu katıyor, kimi neşelendiriyor, kimi ağlatıyor velhasıl insanın içini dışına döküyor bence.

Hamileyken o kadar yoğun çalışıyor ve eve o kadar yorgun geliyordum ki, öyle müzik dinleyim /bebeğe dinleteyim yapamadım hiç. Zaten erken doğum yapınca da müziğe zaman kalmadı, büyük hataymış.

Çok şükür ki bu eksiği sonradan tamamlayabildim ve Defne tam bir müzik sever oldu. Nasıl mı?

İlk etapta, gayet uykusuz olan küçük meleğimi oyalamak için başvurdum müziğe. Onu sallanan iskemlesine koyup pianomun yanına yerleştirir, hafif parçalar çalardım. Asla uykuya dalmaz, pür dikkat ve sıkılmadan dinlerdi, sanırım 3 aylık civarındaydı.

Sonralarında Defne'yi uyutmak için müziği kullandım. Doğum hediyesi olarak verilen "Best of the Best Collection Beautiful Babies" CD'leri oldukça işime yaradı. D&R'da satıldığını öğrendiğim bu çift CD'li seti tavsiye ederim.

Defne büyüdükçe müzik dinlemeye devam ettik. Arabesk, metal gibi müzikler yerine klasik müzik, Türkçe pop (Erol Evgin gibi kaliteli sesler), yabancı pop (Abba gibi klasikler) dinlemeyi tercih ettik. Şarkılar eşliğinde dans etmesi görülmeye değerdi. Büyüdükçe müziği anlaması, müzik dinlemek istediğini ifade etmesi de gelişti.

Bundan bir ay kadar evvel ona Çocuk Şarkıları CD'si aldım. Resmen bayıldı, hatta diyebilirim ki bir süre diğer tüm müzik türlerinin pabucu dama atıldı. Çocuk şarkıları CD'sini günde 5 kez dinler hale geldik. Kabul ediyorum ki baydım, mideme ağrılar girmeye başladı ama sonunda değdi. Çünkü Defne 2 yaşına basmadan, az buçuk da olsa çocuk şarkılarını söylemeye başladı. Başta sadece ben ve babası anlıyor olsak da, bakıyorum artık onu dikkatle dinleyen tanıdıklarımız da anlam çıkarabiliyor. Diğer CD'lerde çalan müziklerin sözlerini benimsemeyen Defne'nin çocuk şarkılarını benimsemesi ve söylemeye çalışması çok ilginç ve doğal, değil mi?

Şimdilik favorileri ve bence gayet anlaşılabilir söyleyebildikleri; "Ali Babanın Çiftliği" (ayi baba çiffik, kedi vaaa, miya miya şeklinde), "Fış Fış Kayıkçı" (hış hış kaıştı, kaıştı küeeee, akşama böreeee şeklinde) ve "Mini Mini Bir Kuş Donmuştu (bu şarkının sadece "ellerim boş kaldı" kısmını ellerini göstererek söylüyor)".

CD'yi seçerken, şarkıların çocuklar tarafından seslendirilmesine dikkat ettim. İstedim ki kendisininkine benzer seslerden dinlesin. Belki benimseyip eşlik etmesi bundandır.

Velhasıl diyorum ki, müzik dinleyin-dinletin. Hem evinize renk gelsin hem de bu soğuk kış günlerinde evde ne yapacağız diye düşünmeyin. Miniğin, televizyona çok iyi bir alternatif olduğunu unutmayın.

20 Aralık 2012 Perşembe

İştahsız Bebek/Çocuk Annelerine Tavsiyeler

Sevgili İştahsız Çocuk Annesi,

Küçük İştahsızım yazımda söylediğim gibi, ben de sendenim. Bu yazıyı okurken bil ki, ben bu işin bilimsel anlamda uzmanı değilim. Sadece, öncesinde iştahsız bir bebek şimdilerdeyse eskisine göre daha iyi yiyen ama yine de iştahsız bir çocuk annesiyim. Burada yazdıklarım kendi naçizane tecrübe ve tavsiyelerim, en iyisini sen ve çocuk doktorun bilir...


 KABULLEN: Evet, maalesef bizler "verdi mi yiyen, aç oldu mu ortalığı yıkan" çocuk/bebek annelerinden değiliz. İşimiz zor, bol sabır ve sebat gerektiriyor. Çok şükür ki, yine de sağlıklılar ve varlar. Ve emin ol bu durum geçici. Defne şu an 2 yaşında, yaşıtlarına göre yine az yemek yiyor ama aç olduğunda en azından bunu bana söylüyor ve bir şekilde eskisine göre daha fazla yiyor. Yani şans rüzgarı bir gün senin de arkandan esecek, bunu sakın unutma, güçlü ol.

GENETİK FAKTÖRLERİ AKLINDAN ÇIKARMA: İştahsızlık genetiktir. Sen ya da eşin iştahsız mısınız? Ya da küçükken öyle miydiniz? Eğer yanıtın evetse, suçlu tamamen genler.

YARDIM İSTE: Yemeyen bir çocuğa/bebeğe yemek yedirmeye çalışmak bence Çin işkencesinden farksız. Bu yüzden yıpranmaman için mutlaka sana destek olabilecek birilerini bul, bırak birkaç öğünü onlar yedirmeye çalışsın. Sen kenara çekil, hatta mümkünse evden uzaklaş. Zaten sen olsan da olmasan da yiyeceği varsa yiyor yemeyeceği varsa da yemiyor öyle değil mi? En azından birkaç öğün bu sıkıntıdan uzak kalmış olursun. Burada tek önemli olan, yemek yedirecek kişiye güvenmen. Çocuğu zorlamaması, onu ağlatmaması konusunda mutlaka tembihle ve emin ol.

FİZİKSEL GÜÇ KULLANMA: Ne kadar iştahsız olursa olsun, ağzını zorla açıp, kollarını kıstırıp zorla yemek yedirme, onu kusturma. Empati yap. Yemek istemediğin zamanlarda senden daha iri birinin, güç kullanarak sana zorla yedirdiğini düşün. Üstelik bu şekilde zor kullanmanın ilerde psikolojik sıkıntılara yol açabileceğini de aklında bulundur.

OYUN SERBEST : "Ben çocuğuma oyunla yemek yedirmiycem" inadını bir kenara bırakan ve Cem Yılmaz'a taş çıkaran performanslar sergileyen bir anne olarak söylüyorum ki; oyun oynatıp, kitap okurken yemeleri daha kolay oluyor. Mama sandalyesine koyacağın sesli bir kitap ya da oyuncaklarla meşgul olurken ona yemek yedirmen daha kolay. Bırak böyle olsun, emin ol bu durum da sonsuza kadar sürmeyecek.

DOKTORUNA GÜVEN: Çocuk doktoruna güven. Eğer güvenmiyorsan ya da çözüm üretmekte zayıf kalıyorsa bir başka doktora git, ama neticede mutlaka sonsuz güveneceğin ve seni destekleyecek bir doktorun olsun. Defne'nin ilk doktoru "zamanla düzelir, kendi haline bırakın"cı biriydi, evet bu da bir seçimdir ve doğru olabilir ama bence doktorların işi çözüm üretmektir, oluruna bırakmak değil. Defne'nin 9 aylıkkenden beri devam ettiğimiz doktoru ise çözüm üreten bir doktor. Özellikle pişirme teknikleri (içine dereotu koy vs), beslenme saatlerinin ayarlanması (sık mı besliyorsun, araları aç vs) konusundaki tavsiyeleri sayesinde bugün, eskisine nazaran daha fazla yiyen bir çocuğum var. Ona çok şey borçluyum ve sonsuz güveniyorum.

BOY/KİLO DENGESİNE DİKKAT ET: Bilinen gerçektir ki, boy uzaması her zaman kilo almadan daha değerlidir. Çünkü insan makarnayla da kilo alır ama gerçek anlamda beslenmeyeceğinden boyu kısa kalır. Çocuğun boyu düzenli olarak uzuyorsa endişe etme, tabii bunu doktorun söyleyecek.

KAN DEĞERLERİ NASIL? KONTROL ETTİR: Demir eksikliği iştahsızlık nedenlerinden biri. Bu yüzden doktorunu, kan testi yaptırmanız konusunda yönlendir. Sonuca göre, doktorunun vereceği basit bir demir takviyesi, iştah konusunda harikalar yaratmayacak olsa da, en azından faydalı olacaktır.

ASLA ABUR CUBUR VERME : Açlıktan öleceğini bilsen de sakın çikolata, pasta, cips gibi abur cuburlar verme. Maalesef bir kez o tadı aldılar mı, alıştırlar mı asla vazgeçmiyorlar.

PİŞİRDİĞİN YEMEKLERDE FANTAZİ YAPMA: Bildiğimiz, standart yemekleri pişir. Asla fazla uğraşmalı, dolambaçlı yemeklere girişme. Çünkü çocuğun yemesinde senin ne kadar uğraştığının, emek harcadığının önemi yok. Açsa ya da tadını beğeniyorsa yer, yoksa biliyorsun ki lokma yemez. Bu yüzden, "x yatağında z" gibi ciks yemeklere hiç girişme. Bildiğimiz kıymalı mercimek, sulu köfte gibi yemekleri pişir. Çocuk önce standart tatlara alışsın, emin ol bir gün sıra diğerlerine de gelecek.

YEDİKLERİNE ODAKLAN : İştahsız çocuk annelerine gelen en büyük eleştirilerden biri; "sen bütün tabağı bitirsin istiyorsun" lafıdır ve maalesef bu bir noktada doğrudur. Bu yüzden her akşam yatarken, o gün çocuğun "ne yediğini" düşün, hesapla. Ne yemediğini kafana takma. Göreceksin ki, bir şekilde "doyacak kadar" yemiştir.

ASLA KIYASLAMA : Kardeşinin ya da komşunun çocuğu bir oturuşta koca bir şeftaliyi bitirebilir ya da ıspanağını iştahla yiyebilir. İlk maddede söylediğim gibi KABULLEN. Senin çocuğun da böyle. Sonuçta tüm insanlar tek tip değildir öyle değil mi?

TUVALET FAALİYETLERİNİ GÖZLEMLE: Çocuğunun günde kaç kez büyük tuvalete çıktığını, tuvaletinin kıvamını takip et. Kabızlık da iştahsızlığa neden olabileceğinden, bu konudaki en küçük tereddütünü doktorunla paylaş.

NASIL PİŞİRİYORSUN? Çocuğun için pişirdiğin yemeklerin tadına bak. Sence lezzetliler mi? Lezzetsiz bulduğun bir yemeği ona yedirmeye çalışman, sence de imkansız değil mi? Biraz tuz ekle, ne bileyim maydanoz/dereotu/ nane vs baharatları kullan, belki ekşi seviyordur küçük afacan, azıcık limon sıkıver. Denemekten asla vazgeçme ve küçüğün ağız tadını yakalamaya çalış. Çocuğun ya da bebeğin hangi ayda ne yiyebileceği konusunda mutlaka doktoruna danış.

KULAKLARINI TIKA: Çok zor biliyorum ama etraftan gelen, "ay ne kadar zayıf" "yemek yedirmiyor musunuz buna" gibi sözleri duymamaya çalış. Hatta münkünse bu sözleri sarf edenleri hayatından çıkar ya da az görüş. Bu zor döneminde sana destek olacak, moral verecek birilerine ihtiyacın varken, seni savunma yapmaya mecbur bırakan ya da kendini yetersiz hissetmene neden olan kimseleri hayatında tutmak zorunda değilsin.

UYKUYA DİKKAT : Yine tecrübemle sabit ki, uyumayan ya da az uyuyan çocuk/bebek zor yiyor. Bu yüzden uykusunu aldığından emin ol ve uyku düzenini sağlamaya/korumaya çalışırken engel tanıma, sabırlı ol.

Kolaylıklar dilerim.....

18 Aralık 2012 Salı

İyi ki varsın Tchibo !

Tchibo'yu seviyorum. Her hafta yenilenen katalogunu görmek için sabırsızlanıyorum. O kadar renkli, incelikli ve hoş objelere rastlıyorum ki.

Özellikle ilgilendiği birşeyler varsa Defne de kataloglara bayılıyor. Mesela aylar evvel evcil hayvanlarla ilgili bir katalogları vardı. Katalogun içinde cins cins, boy boy kedi ve köpekler; yıkanıyorlar-oyun oynuyorlar- uyuyorlar-yürüyüşe çıkmışlar vs. O kataloga baktırarak az yemek yedirmedim Defne'me.

Bir önceki katalogdan, Defne'ye bu linkteki balık tutma oyuncağını aldık. Bayıldı ! Üzerinde +3 yaş yazıyor olmasına rağmen bizimki açısından sıkıntı olmadı. Tabii henüz oyunu kurallarına göre oynayacak kıvamda değil, ama olsun. El ve göz koordinasyonu ve kelime hazinesini geliştirmek için süper bir seçim oldu. İlham kaynağı yine küçüklüğüm. Çünkü küçükken bir benzeri oyuncak bende vardı ve başından kalkmazdım. Oyuncağın tek eksiği alt kapağının olmaması. Biz evden bir karton uydurup altına yapıştırdık, böylece içindekiler dökülmeden oyuncağı istediğimiz gibi taşıyabiliyoruz.

Aynı katalogdaki başka çocuk oyuncakları da ilgimi ve beğenimi çekti. Mesela, Defne'nin yaşı/şu anki durumu müsait olsaydı "damga ve boyama seti"ni de mutlaka alırdım. "İçini boya", "benzerini çiz", "kendi davetiyeni kendin hazırla" gibi etkinlikler için bence biçilmiş kaftan.

Yılbaşı süsleri de harika ve gayet uygun fiyatta. Gelecek sene almayı planladığım yılbaşı ağacı için şimdiden satın almamak için kendimi zor tutuyorum desem yalan olmaz. (Ama mantıken "stok" yapmaya karşıyım. Gerektiğinde alınmalı, kullanmalı, kullanılmıyorsa da ihtiyaç sahibine verilmeli.)

Bir de eşime sipariş ettiğim ve bugün kavuştuğum, bir çocuk gibi elimden düşürmediğim "çanta askısı" var ki, gerçekten bayıldım bayıldım ! Çok şık ve kullanışlı bir aksesuar. Üstelik avuçiçi kadar yer kaplıyor.

Bu haftanın katalogunuysa henüz görmedim ve deli gibi merak ediyorum.....

İmza Kampanyası

Burada yazdığım gibi gıda benim için çok önemli. Bu yüzden, hiç kimsenin gıdamın içeriğiyle oynamasına izin veremem. Dolayısıyla, benim gibi düşünüp bu yazıyı okuyan, kendisine ve ailesine ne yedirdiği konusunda tereddütleri olan herkesi imza kampanyasına çağırıyorum.

Greenpeace Türkiye tarafından yürütülen bu kampanyanın içeriği; " GDO'lu yemle beslenen hayvanlardan elde edilen ürünlerin etiketlenmesi". Amaç, GDO'ya DUR diyebilmek, tüketiciyi bilinçlendirmek, firmaları uyarmak. Kendimiz için, sevdiklerimiz için, yarın seveceklerimiz için....

Kampanyaya bu linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.



17 Aralık 2012 Pazartesi

Emzirmeyi bırakmak

Bugüne kadar yapılan, benim de erişip okuduğum kaynaklara göre anne sütü, bebek için en besleyici ve iyi gıdaymış. Aslında mucizenin ta kendisiymiş. Bu yüzden tüm doktorlar, eğer yetiyorsa, bebeğe en azından ilk 6 ay sadece anne sütü verilmesinden yana. Sonrasındaysa, bebeğin özellinde durum değişebiliyor. Ek gıdalar (kahvaltı, meyve püresi, çorba vs) devreye girebiliyor. Bunun nedeni anne sütünün değer kaybetmesi değil, artık bebeğin büyümesi ve anne sütü dışında da beslenmeye yavaş yavaş başlaması gerektiğinden.

Anne sütü; bebeği hastalıklardan koruduğu gibi, ekonomik, vermesi kolay ve sağlıklı bir besin kaynağı. Hakikaten de dikkat ediyorum Defne'yi emzirdiğim dolu dolu 19 ay boyunca, Defne neredeyse hiç hasta olmadı, olduysa da çok kolay (neredeyse ilaçsız) atlattı, o dönemde çıkardığı dişlerini daha rahat çıkardı.

Ekonomik ve vermesi kolay. Anne sütüne para ödemeniz gerekmiyor, hazırlamak için de uğraşmazsınız. önünüzde steril edilecek biberonlar/kontrol edileek biberon başlıkları/ayarlanacak sıcaklık/son kullanma tarihi olan mama yoktur !

Peki bu değerli gıdaya ne kadar devam etmeli ve bebeği ne zaman memeden kesmeli? Bebek ve anne özelinde, mutlaka doktorun katılımıyla verilmesi gereken bir karar bu. Bizim nasıl yaptığımıza gelirsek;

Defne ilk 6 ay sadece anne sütü alıp, sonrasında yavaş yavaş ek gıdalara başladı. Küçük iştahsızım yazısında bahsettiğim gibi, maalesef her zaman çok iştahsızdı. Ben de bunu hep sütüme bağlardım. İlk doktorumuza kalsa Defne'yi 1 yaşında memeden kesecekti. Bunu bana şu sözlerle açıklamıştı ; "1 yaşından sonra anne sütü değersiz olduğundan değil, anne sosyal hayatına geri dönebilsin diye." Gelgelelim bu sözü beni tatmin etmedi. Anne sütü dışındaki tüm gıdaları reddeden bir bebeği sütten de kesersem nasıl beslenecek sorusu içimi kemirdi. Üstelik işi de bırakmıştım, dönmem gereken "sosyal hayat"tan da çoktaaaan vazgeçmiştim. Başka bir nedenle doktorumuzu değiştirdiğimizde yeni doktorumuz, bana 2 yaşına kadar emzirmemi söyledi. Hatta süt ölçümü yaptı ve çıkan sonuç çok iyiydi. Bir sene geçmiş olsa da hala sütüm vardı. Ben de bunu kabul ettim ve aldığım tüm eleştirilere rağmen kendime 2 sene hedefi koydum.

Defne 15-16 aylıkken, yavaş yavaş memeden kesme işi nasıl olacak diye internetten araştırmaya başladım ve gördüm ki, bebek büyüyüp bilinçlendikçe bu iş daha zor oluyor. Göğüs ucuna salça/krem sürenler, bant yapıştıranlar, bebeği günlerce ağlayıp uyumayanlar, göğsü şiişp hastanelik olanlar gözümü o kadar korkuttu ki; memeden kesme konusunda kendi iç güdülerimi ve Defne'nin genel gidişatını izlemeye kadar verdim. Ve yavaş yavaş, gündüz emzirmelerini kestim. Hatta bunu öyle yavaş yaptım ki, ne göğüslerim şişti ne de Defne isyan etti. Zaten bir süredir gündüz emmeye meraklı değildi, bazen almıyordu bile. Ben de, devamı gelmesin diye sağmıyordum.

Akşam yatırmadan önce ve sabah emzirmelerinde de aynı yöntemi izledim. Zaten artık 18-19 aylık olmuştu, üstelik yazdı. Günümüzün çoğu dışarıda geçtiğinden onu oyalamak, açık hava + banyonun etkisiyle uyutmak ve yedirmek kışa göre daha kolay oluyordu.

Böyle böyle derken 19,5 aylıkken bir akşam onu son kez emzirdim ve bir daha hiç emzirmedim. O da aramadı. Demek ki Defne de memeden ayrılmaya hazırdı. İşin komik yanı olaya hep onun açısından bakmışım ki, kendi psikolojimi düşünmemişim. o akşam Defne uyuduktan sonra, ruhen çok kötü oldum. Kendimi ve kararımı sorguladım, "acaba doktoru dinlese miydim" diye düşündüm, "hata mı yapıyorum" dedim. Ama bu düşünce ve hislerimin hormonal ve duygusal olduğunu biliyordum, asla vazgeçmedim.

Şimdi düşünüyorum da iyi etmişim ve emzirmeyi tam zamanında bitirmişim. Çünkü Defne şu an herşeyin farkında, alışkanlık ve isteklerinden vazgeçirmek daha zor. Oysa o zamanlar daha küçüktü, bu kadar farkında değildi, bir de bahsettiğim gibi yazdı ve oyalanması daha kolaydı.

Demem o ki, emzirmeden kesecekseniz bunu mutlaka doktorunuza danışarak yapın. Ama bence, sadece tıbbi tavsiyeyi değil, kendi iç sesinizi ve çocuğunuzu da gözetin.

16 Aralık 2012 Pazar

Yılbaşı Ağacı İstiyoruuuummmmmm !

Benim için Defne'nin doğayı, hayvanları, bitkileri sevmesi, onları koruması ve onların yaşamına saygı göstermesi çok önemli. Bu yüzden yürümeye başladığından beri, ona "dokunarak/koklayarak/okşayarak sevmeyi" öğretmeye çalışıyorum. Elimden geldiğince, koparmasına, yolmasına, acıtmasına izin vermiyorum. Başkalarının hayatına saygı duyan, insanlarınkine de saygı duyar hesabı, "incelikli" yetiştirmeye çalışıyorum onu.

İşte bu yüzden, bu sene çam ağacı almayı çok istiyorum. Üstelik yapay olanlarından değil, bildiğiniz capcanlı olanlarından. Çünkü yılbaşından sonra, tam da ağaç dikme mevsiminde, Defneyle birlikte ağacımızı apartmanımızın bahçesine dikmeyi, onun büyüdüğüne şahit olmasını, yazın (aslında hiç gerekmese bile) ağacımızı sulamayı, arada budamayı, bir diğer canlının sorumluluğunu almasını ve onu sevmesini istiyorum.

Aklımda fıstık çamı var. Benim için çok güzel anıları olan fıstık çamı... Rahmetli dedeciğimle her sene gittiğimiz kampta, fıstık dolu kozalakların yere düşmesi sesleriyle uyanmam, apar topar giyinip sarı kovamla fıstık peşine düşmem, dedeciğim ve benim ellerimiz simsiyah fıstıkları kırmamız, içindekileri yemem... O kadar küçüktüm ki bunları yaparken, o kadar mutluydum ki. Hala çamların kokusu, elimdeki çam sakızı yapışkanlığı ve siyahlık hafızamda... kim bilir belki o günlerin sonsuz mutluluğuna hasretim...

Apartman çocuğu minik kızımın bu güzel duygulardan mahrum kalmasını istemiyorum. İstiyorum ki, doğayı tanısın, sevsin, sorumluluk alsın. İşte bu yüzden bir çam almalı bu sene. Dikim işinin zor olduğunu düşünen baba, bir şekilde ikna edilmeli. Atom karıncam Defne, salona yerleştirilecek çam dallarını gözlerine- ellerine batırmamalı, oynarken saksıyı devirmemeli, üstündeki süslere saldırmamalı ...vs vs.

Özetle sanırım bu sene bu iş bize zor, en azından bende tam cesaret yok :(

Ama seneye mutlaka, mutlaka... ağaçlardan meyve toplayıp yemeyi seven, çiçek tohumlarını gelecek sene için biriktirmeyi öğrenen küçük kızım elbet evdeki fidana temkinli yaklaşacak kıvama gelecek, biliyorum, zamanla o da annesi ve babası gibi tam bir doğa aşığı olacak !

15 Aralık 2012 Cumartesi

Annenin canı patlıcan (mı?)

Valla kıskandığımdan değil, onlar mutlu oldukça ben daha çok mutlu oluyorum. Onlar için özel birşeyler hazırlarken, sanki kendime hazırlıyormuşum gibi hissediyorum. Çünkü ben de kendi annemden böyle gördüm. Özveri, sıcaklık, koşulsuz ve sonsuz sevgi... Zaten "anne" olmak böyle birşey değil midir?

Eşimin ve Defne'nin doğum gününde kendimce onları mutlu edebilecek planlar yaptım. Büyük olanı, 2,5 sene aradan sonra, binbir dil dökme ve yalvarmayla da olsa sinemaya yolladım. "Sensiz olmaz" dese de biliyorum çok keyif aldı, hayatta en sevdiği şeylerden biridir. Sonra yine en sevdiği yemeklerden birini evde pişirdim.

Küçük olanıysa doğum gününde Turkuazoo'ya götürdük. Baba, onun için dün işten izin aldı. Bizimki resmen bayıldı balıklara, deniz yıldızlarına, deniz atlarına. Haftaiçi olduğundan tenhaydı da üstelik. Sonrasında hemen yanındaki İkea'ya uğradık. "Evimizin herşeyi"nden, küçüğün oyun odası için minik bir masa ve iki sandalye aldık. Malum biri de, gelecek olan arkadaşına hesabı. Yorgun argın eve döndüğümüzde, fedakar baba masa ve sandalyeleri kurdu. Bense, akşam yemeğinde küçüğün favori yemeği Kaşıkla'yı pişirdim. Üstelik pazar günü ailecek kutlanacak doğum günü partisi hazırlıkları ayrı yürütülmekte...

Defne uyuyup, günümüz o anlamda bittiğinde bir an için kendi doğum günümü düşündüm. Veeee resmen hatırlamadım kendim için "özel" ne yaptığımı, hatta "özel" bir kenara, "ne yaptığımı". Malum yaz günüydü, sanırım Ramazandı, tatilde değildik, hafta içi miydi? derken baktım ki hatrımda kalan hiç bir şey yok ! 

Dediğim gibi, vallahi billahi kıskanmıyorum bizimkileri. Varım yoğum, tüm benliğim onların.... ama karar verdim, benim canım da patlıcan değil. Gelecek seneki doğumgünümde iki elim kanda olsa, "özel" birşeyler ayarlayacağım kendime, buraya yazıyorum !

13 Aralık 2012 Perşembe

Defne'nin Doğum Hikayesi

Herşey bundan tam 2 sene önce bugün, hatta bu saatler (13:20) başladı ! Nasıl bir nostalji bunu yazmak , üstelik tam da iki sene olmuşken. Geçen onca zamana ve yaşanalara rağmen herşey an be an aklımda, gözümün önünde, sanırım ömür boyu da öyle kalacak.

12 Aralık 2010 pazar günü öğleden sonra yakın bir kız arkadaşım ve eşi bize çaya geldiler. Hep birlikte çaylarımızı içtik, birşeyler yedik, hatıra fotoğrafı çektik. Fotoğraf makinesine bakıp gülerken, kaderin beni 3 hafta erken doğuma götüreceğini nereden bilebilirdim ki !

13 Aralık 2010 pazartesi sabahı, yorgun uyandım. Son iş günümdü, 37. haftaya kadar çalışıp kalan süreyi doğum sonrasıyla birleştirecektim, planım buydu. Hayata/kadere/ herşeye inat öyle programlı ve kontrollüydüm ki. Evden çıkışım, ağır ağır servis durağına yürüyüşüm, neredeyse zor nefes alışım hala aklımda. Kendimi, "ertesi sabah uyursun, zaten 3 hafta var önünde dayan" diye teselli ediyordum. İşe vardım, zaten son günüm biraz masa toplarım, arkadaşlarla vedalaşırım diye düşünürken yöneticim bana yeni yeni işler yollamaz mı. El insaf, bari son gün çalıştırma değil mi? Kim olsa isyan eder, ben etmedim, idealist anne adayı olarak hakkını verdim son maaşımın, tüm işlerimi bitirdim.

O gün öğlen rutin doktor kontrolüm de vardı. Hastaneye gittim. Muayene, NST'ye bağlanma filan derken doktor demez mi "sancıların başlamış, doğuruyorsun". Oysa ben hiçbirşey hissetmiyordum ve bildiğim kadarıyla ağrı eşiğim de yüksek değildi.

"Yapma, etme, daha dinlenecektim, doğum iznine çıkacaktım, aşure yapacaktım küçük kızım bereketle doğsun diye vs" demeye kalmadı, baktım iş ciddi, kadere razı oldum. Velhasıl öğleden sonra değil işe dönmek eve gidip duş bile alamadım. Heyecanla bizimkileri aradım, kimse inanmadı tabii, şaka sandı herkes ama ciddiydi. Defne yola çıkmış geliyordu, üstelik annesinin tüm plan- program ve kontrol hastalığına inat 3 hafta erken!

Normal doğum isteyen ben, bunu tekrarlayınca epidurali uyguladılar, beklemeye başladık. Önceleri sancılar çok düzenli ve gittikçe artan şiddette gelirken, akşam üzeri birden kayboldular. Yerlerine, korkunç bir bel ağrısı başladı. Moralim o kadar bozuktu ki, erken doğuma mı üzüleyim, sancıların yok olmasına mı bilemedim. O gece, sabahı zor ettim. Bel ağrısı yüzünden yatamadım bile, bir sandalyede oturdum. Hayal meyal rahmetli anneciğimi gördüğümü hatırlıyorum karanlıkta, belki hormonaldi belki gerçekten bana moral vermek için gözüküvermişti.

14 Aralık 2010 sabahı, doktorum geldi, ona ağrıya daha fazla dayanamayacağımı, sezeryan ile doğum yapmak istediğimi söyledim. Zaten başka türlüsü de olamazdı o saatten sonra. Sabah 10 gibi içeri aldılar beni, tamamen uyumak istedim, bebeğimin ilk anlarını kaçıracaktım belki ama dayanamadım işte. Ve uyudum, uyandığımda odamdaydım, kucağımda Defne, minicik pespembe yatıyordu.

Tam iki sene önce bugün, bu saatler, hastane önlüğünü giymiş, heyecanla bizimkileri bekliyordum odada. Yalnız değildim, karnımda Defne vardı...... O anları tekrara yaşıyorum şimdi ve bu gece yatağıma uzandığımda, 2 sene öncesini tekrar yaşayacağımı biliyorum. Tüm zorluklarına rağmen anne olmak, muhteşem birşey.....

11 Aralık 2012 Salı

Büyüyen Göbek Sorunsalı

Hamilelikle ilgili deneyimlerimi uzun bir zamandır yazmıyordum. Bundan sonra ikinci olur mu bilmem ama, en azından şimdilik unutmadan yazayım dedim. Dile kolay 2 sene öncesinin notları bunlar :)

Göbek minnacıkken tabii hiçbir sıkıntı yoktu. Normal kıyafetlerimi istediğim gibi giyebiliyor, ayakkabılarımı rahatça bağlıyor, geceleri "göbeğimi nerelere yerleştirsem de uyusam" telaşı olmuyor, aniden ve özellikle toplum içinde göbeğimi kaşımak istemiyordum. 

Defne büyüdükçe, karnım da belirginleşti. Artık "saklanamayacak" boyuta gelince, üstelik kıyafetlerin bel kısımları da daralınca önce giysi alışverişi yapmıştım.

Kıyafetin ardından, ayakkabıya da ihtiyaç duymuştum. O dönem çalıştığımdan, tüm ayakkabılarım topukluydu. Oysa rahatça giyip çıkarabileceğim, değişen ağırlık merkezimle üstünde rahatça yürüyebileceğim, karnımın iyice büyüyeceği kış aylarında kaydırmaz, sıcacık tutacak ayakkabılar gerekiyordu. Biri siyah biri bej iki babet ve diz altında biten, düz bir siyah çizmeyle ayakkabı alışverişini tamamlamış oldum. Aldığım bu ayakkabıları halen ve bu sefer Defne'nin peşinden koşarken rahatça giyebiliyorum. İtiraf edeyim ki, hem topukluları hem de küçük bir bebeği/çocuğu idare edebilen bir kadın olamadım.   

Göbeğim, gece uykularında bana hiç sorun yaratmadı, Bu konuda çok şanslıydım gerçekten. Lakin Defne 3 hafta erken doğdu belki son haftalar göbek sıkıntısı yaşayabilirdim ben de.

Gelgelelim göbek kaşıntıları ve göbeğin gerilmesi beni oldukça meşgul etti. Çalıştığım için öyle keyfimce göbeğimi hant hant kaşıyamadım. Zaten düşüncesi bile komikti. Lierac krem imdadıma yetişti. Arasıra işyerinde de sürmeyi ihmal etmedim. Böylece kaşıntı, gerginlik hissi ortadan kaybolduğu gibi göbeğimde çatlak da oluşmadı.

"Göbek"li günlerimin işyerimde yarattığı durumsa, gittikçe büyüyen göbeğimi çalışma masama yaklaştıramamam oldu. Bunun çözümünü de sandalyemi alçaltarak ve bilgisayar ekranımı aşağı doğru eğerek bulmuştum. Böylece uzaktan bakıldığında "soteye yatmış" gibi gözüküyordum. Oysa deli gibi çalışmaya devam ediyordum.

Şimdilerde, o koca, basketbol topunu andıran karnımı, içinde kimi zaman sessiz çoğunlukta fıldır fıldır dönen Defne'mi, tüm yaşadıklarımı düşünüyorum. Bir mucizeymiş olanlar :)

1-2 yaşındaki Çocukla Kışın Evde Yapılabilecekler

Bahar geliyor başlıklı yazımda bahsetmiştim ya, oldum olası kış insanı değilimdir. Soğuğu, fırtınayı, karı hele hele uzunca süreler eve kapanmayı hiç mi hiç sevmem. Varsın ilkbahar, yaz olsun tüm mevsimler. Saçma biliyorum ama böyle hisediyorum, kim bilir belki "yaz çocuğu" olmamdandır bu düşüncelerim.

İşin komik yanı, Defne'canım da, her ne kadar kış doğumlu olsa da benim gibi. Çat pat başladığı konuşmasıyla, bana dili döndüğünce yazın yaptıklarımızı anlatıyor. Geçenlerde oynasın diye deniz kabuğu vermiştim eline, "Deste topladı, kabuğu denizden" demez mi :) Devamında halıya uzanıp yüzme hareketleri yapıp üstüne "hengeç oldum" demez mi. Bıdığa bak sen !

Duymaktan bıkmayacağı en sevdiği hikaye (aslında tamamen yaşadığı bir olay), arkadaşı Leyla ablayla sahilde yengeç yuvası bulup dakikalarca yengeçleri seyrettiği hikaye. Ne zaman dinlese büyülenmişcesine o anı yaşıyor, gözlerinden anlıyorum ve tekrar yaz olmasını, tekrar yazlığa gitmeyi ve Leyla ablayı bulup Defne'ciğimle birlikte yengeç yuvasının başına dikmeyi iple çekiyorum..

Geçtiğimiz soğuk günler mecburen eve kapanınca, kendimizi her zamankinden farklı ve sanırım daha eğlenceli
oyunlar oynarken bulduk, üstelik "oyuncak"sız. İşte geçen sene ve bu seneden aklıma gelenler;

1. Yatak keyfi: Birlikte büyük yatağa yatıyorsunuz. Ayak sallamaca, bisiklet hareketi yapma, ata binme ve bol bol gıdıklama serbest ! (jimnastik, enerji atmak)

2. Ev işleri : Yıkanan çamaşırları birlikte asıyorsunuz. İşbölümünde küçüğün görevi ıslak çamaşırları annesine uzatmak. (hem oyun hem iş, hem el becerisi geliştirme)

3. Çok kar yağmış ve evden çıkamıyorsanız, anne kişisi bir leğene kar doldurup eve getiriyor. Yere serilen örtünün üzerinde kar oynanıyor. (soğuk-sıcak kavramı)

4. Müzik ve dans: Çocuk şarkıları ya da sevdiğiniz şarkıları teybe koyuyorsunuz. Birlikte söyleyip dans ediyorsunuz. (enerji atmak, müzik zevki ve alışkanlığı oluşturmak, sözcük dağarcığını geliştirmek)

5. Saklambaç: Klasik saklanıp bulmaca, bulunca gıdıklamaca ! (enerji atmak, nesnelerin sürekliliğini pekiştirmek)

6. Taklit oyunu : Siz anne hayvan oluyorsunuz, o da yavrusu. Yerde emekleyerek hayvanın sesini çıkarıyorsunuz. (hayvan seslerini ve taklit etmeyi öğrenmek)

7. Balon oyunu : Top çok gürültü yapıp bir yerleri kırabileceğinden tercihen bir balon şişiriyorsunuz ve gönlünüzce oynuyorsunuz. (enerji atmak)

8. Kuş besleme : Cam kenarına bayat ekmekleri koyup perdenin arkasına saklanıyorsunuz. Kuşların gelip ekmekleri yemesini bekliyorsunuz. (hayvan sevgisi)

9. Su oyunu: Eviniz sıcaksa, 15- 20 dakika kadar suyla oynamasına izin veriyorsunuz ve sonra tepeden tırnağa tüm kıyafetleri değiştiriyorsunuz. (enerji atmak)

10. Albüm karıştırmaca : Fotoğraf albümlerine bakıyorsunuz. Özellikle tanıdıklarının isimlerini ve o an ne yaptıklarını söylüyorsunuz. (tanımak)

11. Müzik aleti çalma : Muhteşem yeteneğiniz olması gerekmez, evde olan müzik aletini (blok flüt de olabilir) çalıyor, küçüğün de çalmasına izin veriyorsunuz. (müzik sevgisi)

12. Trencilik : Bildiğiniz trencilik işte (jimnastik)

Listeme Ekleme Yapmanızı Merakla Bekliyorum !

10 Aralık 2012 Pazartesi

Organik beslenmeli mi?

Kafaların karıştığı bir konu bu. Anne olduktan sonra benim de aklımı çokça kurcalayan, sonunda kendimce bir çözüm bulduğum ama asla kesin karar veremediğim bir konu.

Öncelikle söylemek isterim ki, konunun uzmanı değilim, hiçbir firmayı ya da gıdayı kötüleme amacım yok. Sadece kendim ve ailem için düşünüp yaptıklarımı yazıyorum.

Geçenlerde internette bulduğum bir yazıda, İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre gıdaların, bundan 30 yıl önceki kadar "besleyici" olmadığı sonucuna vardıklarını okudum. Bu demek ki, "yiyoruz" ama "beslenemiyoruz".

Bir de hepimizin bildiği, ya da bilmemiz istendiği kadar bildiği, GDO konusu var ki evlere şenlik. Bu konuda, başta mısır ve soya mimli. Mısır ve soyanın da hayvan beslenmesinden tutun, gıda ürünlerine kadar girmediği yer yok. Hele benim gibi etiket okumaya meraklıysanız, o bayıldığınız mantının içinde soya kıyması olduğunu/ bisküvüde mısır nişastası bulunduğunu, çikolatalarda soya lesitini olduğunu ... vs görüp "vay başıma gelen" demeniz an meselesi !

Organik beslenme konusundaysa, geçtiğimiz yıl National Geographic dergisi bir ek vermişti. Çok kapsamlı ve aydınlatıcı bulduğum bu ek, "etiketlerin nasıl okunması gerektiğini" anlatıyordu. Hani ben de dahil bir kısmımızın okuyup da anlamadığı kelimelerin ne denli tehlikeli maddelere denk gelebildiği... Üzülerek gördüm ve fark ettim ki yıllarca severek tükettiğim, çok da abur cubur sayılamayacak gıdalarda bu maddeler bulunuyormuş (özellikle E'ler).

Bir de bu ekte, "organik", "doğal", "ev yapımı" gibi sloganlara aldanmamamız, ilgili ürünün "organik olduğunu gösteren sertifikaları" ambalaj üzerinde aramamız yazılıyordu, ki bence bu da önemli bir nokta.

Tüm bunların sonunda, çocuk doktorumuzun da önerilerini dinleyerek mutfak/beslenme düzen ve şeklimizi tekrar gözden geçirdim. Ne mi yaptım?

Basında da çıkan olumsuz haberlerin ardından, ne kadar aksi ilgili firmalarca kanıtlanmış olsa da, tavuk tüketmeyi kestim. Birkaç kez "organik" aldığım tavuğun piyasadakilere göre hayli geç piştiğini görünce, bu işte hala bir terslik olduğunu düşünmeden geçemiyorum. Tavuğu kesince, mecburen yumurtayı organik alır oldum.

Kasabımızı; "yerli hayvan", "kontrollü antibiyotik kullanımı" konusunda kibarca sorguya çektim, en azından şimdilik tatmin oldum.

Onun dışında, ambalajında "soya","mısır", "koruyucu madde" içeren ürünleri almayı kestim. Bu tür maddeler özellikle hazır gıda ve bisküvilerde, çikolatalarda ağırlıklı kullanılıyor. (eşimle ben arasıra çikolata yiyoruz ama Defne'ye vermiyoruz)

"Süt tozu" içeren peynir ve yoğurt almamaya özellikle dikkat eder oldum. (Yazlıkta, bayılarak tükettiğimiz, mis kokulu mandıra yoğurdunun içinde süt tozu olduğunu görünce ağlamak istedim.)

Sebze ve meyve konusundaysa radikal bir değişiklik yapmadım. Eskisi gibi "mevsiminde" sloganıyla tüketmeye, mümkün olduğu kadar kayınvalidemin bahçesinden yararlanmaya devam ediyoruz. Yine de aklım Feriköy'deki organik pazarda kalmıyor değil.

Hazır tatlıları mümkün olduğunca almıyorum, zaten tatlı yemeye ailecek karşıyız. Meyveden alınacak doğal şeker varken, vücuda yükleme yapılmasını anlamsız ve sağlıksız buluyorum.

Defne yuvaya başlayınca tüm bunlar nasıl olacak konusunu düşünmemeye çalışıyorum, ama araştırdığım ve duyduğum kadarıyla artık yuvalar/okullar da bilinçli bu konuda. Eskisi gibi hazır bisküvi ve "tang" ile ara öğün yapmıyorlar. Defneye aşılamaya çalıştığımız sağlıklı ve bilinçli tüketim alışkanlıklarının onda yer etmesini umuyorum.

Peki sizler ne yapıyorsunuz?

6 Aralık 2012 Perşembe

Rokfor Soslu Bonfile

Rokfor peyniri, bizde eşimin favorisidir. Onu tanıdığımdan beri vazgeçilmez lezzetleri arasındadır. Özellikle arkadaşlık dönemimizde, ne zaman dışarda yemek yesek, rokfor soslu bonfile sipariş etmeyi tercih ederdi. Zamanla bu tercihleri değiştiyse de, eminim aklının bir köşesinde kalmıştı bu yemek.

Geçen sene eşimin doğum gününde şinitzel yaptığımı ve beğenerek yediğimizi yazmıştım. Bu sene, yine eşimin doğum gününde ona sürpriz olarak rokfor soslu bonfile pişirdim. Yanına, fırında pişirdiğim elma dilim patates ve mevsm salatayla harika oldular. 

Elma dilim patatesi hem uğraşmamak hem de lokanta lezzeti yakalamak için hazır aldım. Aslında hazır gıdalara karşıyım, ama paketin "içindekiler"  kısmını okuyunca, sadece "patates, bitkisel yağ ve tuz" içerdiğini görüp rahatladım. En azından koruyucu vs olmadığından bundan sonra da arasıra güvenerek alabileceğimi düşünüyorum.

Gelgelelim tarif ve fotoğrafa. Maalesef fotoğraf ve tam bir tarif yok.

Bonfile, istediğiniz ve bildiğiniz şekilde pişiriliyor. Sos içinse şöyle diyebilirim, küçük bir cezvede bir tatlı kaşığının yarısı kadar tereyağını erittim. Yağ eriyince ocağı kapatıp, bir yemek kaşığı kadar rokfor peynirini yağa ilave ederek karıştırdım. Peynir eriyince yarım paketten biraz daha az süt kreması koyup, ocağı yaktım, sos kaynayana kadar sürekli karıştırdım. Sos lezzetliydi ama sulu oldu, demek ki gelecek sefer kremayı azaltmam gerekecek.

Denemek isterseniz, internette bir çok detaylı tarif var. Ama hepsi özetle yukarıda anlattıklarımı yazıyor. Kimi soğan ilave ediyor, kimi şarap vs.. Bence sos kısmı, damak zevkinize ve mutfak becerinize kalmış. Nasıl isterseniz öyle :)

5 Aralık 2012 Çarşamba

Şarap-peynir


Şarap ve peynir birbirine çok yakışıyor. Gerçi şarap olmasa da olur, şarap bahane, değişik peynirler denemek şahane ! Zaten oldum olası içemem ben, alışmamışım, mideme de dokunur üstelik. Kadeh öylesine doldurulmuş işte, var ya da yok :)

Cumartesi akşamı, Defne'canı uyuttuktan sonra hızlıca bu gördüğünüz kareyi hazırladım kendime. Yorgunluğuma inat birkaç dakika daha uyanık kalmak ve günü öylece noktalamak istedim.

Fotoğraftaki peynirlerden biri bildiğiniz rokfor. Doğumdan önce kokusuna bile dayanamadığım, yanına yaklaşamadığım peynir. Ne hikmetse Defne'den sonra bayılıyorum kendisine.

Diğeriyse, Gündoğdu'nun Bohçapeyniri. Sadece Macro'da satılıyor. Bildiğiniz bohça ama dışı da içi de peynir. Hatta bohçanın kurdelesi de peynir. Dış kısım kaşar/dil peynirini andırıyor; içiyse ceviz ve dereotu ilaveli tulum peyniri. Tuzu kararında.  İnanılmaz lezzetli, görünüşü de çok hoş. Değişik peynirler denemek isterseniz ya da kahvaltı/misafir sorfalarına sunumu hoş bir lezzet katmak isterseniz mutlaka tavsiye ederim.

Afiyet olsun !

30 Kasım 2012 Cuma

Bahar geliyooor !

Başlığı okuyunca delirdiğimi ya da yurtdışında, muhtemelen güney yarım kürede yaşadığımı düşünebilirsiniz. Ama aklım fikrim yazda/sıcakta/güneşte ve denizde olsa da, kanla canla İstanbul'dayım.

Üstelik kara kara düşünüyorum bu kışın nasıl geçeceğini. Defne'canımın nasıl sokaklara alıştığını, onunla parka gitmeyi ve bahçede meyve avına çıkmayı ne çok sevdiğimi düşündükçe gümbür gümbür yağmurlar, savuran fırtınalar ve elbet kar bana çoook itici ve uzak geliyor. Gelin görün ki 21 Aralık olarak verilen kış başlangıcına doğru hızla ilerliyorum.

Yine böyle kara düşüncelere kapıldığım bir gün fark ettim ki orkidelerim dal vermekteler. Evet ! Yaklaşmakta olan kışa, yanmakta olan kalorifere, kararmakta olan içime inat benim küçük bitkiciklerim, bana umut ve yaşama sevinci aşılamak üzereler !

Dört orkidemin üçünde dal çıkmış durumda. Biri hayli uzamış, diğeri orta vaziyette ve en miniği serçe parmağımın ucu kadar :) Demek ki, her sene olduğu gibi önce dallarını uzatacaklar, sonra tomurcuklarını verecekler ve en sonunda tatatatatataaaa çiçek açacaklar. Evime/ruhuma/ hayatıma baharı getirecekler. Bir öncekinin aksine bu kez dalları uzun sopalara nazikçe bağladım, ki çiçekler düzgün bir şekilde açsın. Küçük yamağım da meraklı gözlerle bu faaliyeti izledi.

Geçen sene çiçeklerin az buçuk farkında olan Defne'can, bakalım bu sene bu gelişime nasıl tepki gösterecek. Sandalyeye rahatça tırmanıp, ondan sakınmaya "çalıştığım" orkidelerimle ne numaralar yapacak. Acaba tüm yaz ona öğrettiğim gibi, "çiçekleri koparmıyoruz, öpüyor ve kokluyoruz" yolunda ilerleyecek mi? Yoksa elinin ayarını kaçırıp ya da içindeki şeytana uyup birkaçına kıyacak mı?

Onu bunu bilmem ben, açacak çiçeklerimin hayaliyle mutluyum mutlu !

29 Kasım 2012 Perşembe

Defne'can tatil köyünde !

Defne'den önce ve Defne'den sonra olarak ikiye ayrılan hayatımızın ilk bölümünde, tatil köyleri bize göre değildi. Uzun tatillerde Artur'daki yazlığımızı, kısa tatil ve kaçamaklardaysa kültür turlarını ve bazen yurtdışını tercih ediyorduk. Bu yüzden uzun bir süredir sessiz kalan gezi notlarımı, bir dönem yaza yaza bitiremiyordum :)

Defne doğduktan sonraki ilk ve ikinci yaz tatilimizde de yazlığı tercih ettik. Kendi evimiz, kendi düzenimiz dedik. Bizim koşullarımızda iyi de bir karardı bu. Çünkü Defne'canım yemek seçiyor, öyle her yerde herşeyleri yemiyor, uyku konusunda da aynını izliyordu. Bizim de canımıza minnetti açıkçası. Ucuz, güvenilir, sağlıklı ve bildiğimiz düzen işte :)

Geçtiğimiz yaz eşimin aralıklarla toplam 1 ay aldığı yaz izinlerini Artur'da geçirdik. Özellikle ikinci gidişimizde Defne'nin rutinlerini de yakalayabildiğimiz için gayet mutlu ve huzurluyduk. Lakin tatilin son günleri arsız anneyi (yani beni) bir hüzün aldı. "Yaz burada bitmemeli", "bu son deniz olmamalı", "güneşe bu kadar erken veda etmemeliyiz" sözlerime eşlik eden içten (gerçekten içten) göz dolmalarım eşimi derinden etkilemiş olacak ki, "Kurban Bayramında bir tatil köyüne gidelim bari" diyiverdi.

Hahahaaay !! Tatil Köyü mü? Defne'den önce kapısından geçmediğimiz, ikimizin de çok uzun bir aradan sonra tekrar tanışacağı bu kavram acaba Defneyle nasıl olacaktı? Üstelik sıcak bir yerde tatil için en iyi ulaşım  uçak olacaktı ki, atom karıncam sahip olduğu on beygirlik azma kapasitesiyle uçağı zorunlu inişe mecbur bırakabilecek güçteydi. Eyvah ki ne eyvah.

Bir yandan, "tatilimiz burada bitmemeli", "bir de yemek, temizlik derdi olmadan ayaklarımızı uzatalım" düşünceleri, diğer yandan "tatil köyünde/ uçakta ne yaparız" endişesiyle iki hafta bu konuyu düşündük durduk. Birkaç arkadaşımdan ve bloglardan edindiğim genel kanaat de olumlu olunca, üstelik tam da bize göre bir tatil köyü bulunca bir cesaret rezervasyonumuzu yaptık ve büyük günün gelmesini beklemeye başladık.

Başladık ama ne başlayış. Bir yandan köpek dişleri tam gaz çıkmaya çalışıyor, bir yandan uyku ve yemek işleri yine sekteye uğramış, üzerine ilk kez antibiyotik kullandığı grip de eklenince elimizdeki biletleri püff diye uçurmak bile geçti içimizden.

Neyse, bir şekilde gribi atlattık, son güneşin dişlere yardımcı olacağını düşündük ve umutla bayramın birinci günü uçağa bindik. Defne'can uçakta neredeyse tüm numaralarını yaptı ve o bir saat onu koltuğunda zapt edebilmek için eminim her ikimiz 2'şer kilo vermişizdir. Aldığımız oyuncaklar, kitaplar, camdan dışarıyı göstermeler, birşeyler yedirmeye çalışmalar, resim yaptırmalar görülmeye değerdi. Ama Defne yine de "incin" "incin" (kucaktan inmek istiyorum) diye tutturmaya bir son vermedi.

Otele varmak için bindiğimiz shuttle'da, kucağımda uyuyakalınca derin bir soluk aldık ve öğle uykusunu bu şekilde atlattığımıza çok sevindik.

Otelimiz (Club Calimera Side), tahmin ettiğimiz gibiydi. Yani fiyat/kalite performansı gayet iyiydi. Hemen yanıbaşındaki Titreyen Göl'e yürüyüş yapmak ve ördekleri beslemek için bol bol gittik. Hava gayet iyiydi. Güneşin tepede olduğu zamanlarda deniz kenarında olmaya çalıştık. Biz her gün, Defneyi de son iki gün birer kez deniz soktuk.

Korktuğumuzun aksine uykuyla ilgili bir problem yaşamadık. Defne, otelin verdiği park yatak yerine bizim yatakta uyumayı tercih etti. Biz de üstelemedik. Defneyle uyumanın ne kadar güzel birşey olduğunu böylece babası da öğrenmiş oldu. Hele sabahları uyanınca önce babasın uzanıp "ciciii, ciciiii" diye başını okşaması babasını mest etti.

Gelgelelim yemek işinde ve Defneyi zapt etmekte çok zorlandık. Bizim için gayet harika olan yemekler küçük iştahsızım için tartışılırdı. Ağırlıklı olarak makarnaya talim etti. Hatta diyebilirim ki yemek demek makarna demek oldu onun için. Meyve ve yoğurdu da yanına katık etti. Üstüne varmadan başka şeyler de yedirmeye çalıştım, beslenemiyor diye düşünmeyi bir kenara bırakmaya çalıştım ama o dört gün ne yaşadım ben biliyorum. "Dişleri çıkıyor ondandır" dedim "Yemekleri yadırgadı" dedim, "Neticede eve döneceğiz" dedim ve bir şekilde tatil bitti. Ama ben de bittim.

Yemek kadar zorlandığımız diğer konu, atom karıncamın sonsuz merak, keşfetme isteği ve korkusuzluğu oldu. Yazlıkta yapmadığı bir şekilde bizi geride bırakıp pıtır pıtır kendi macerasına atılmaktan çekinmedi. Yemekte miyiz maksimum 10 dakika oturduktan sonra kalkıp dolaşmak istedi. Kumsalda mıyız, havuzun olduğu yere gidip havuzun etrafında yürümek istedi. Eline verdiğimiz oyuncaklar, resim çizdirmeler, kitap karıştırmalar işe yaramadı. Karıkoca şöyle oturup bir 10 dakika yemek yiyemedik ya da şezlonglara kıvrılamadık. Birimiz hep karıncanın peşindeydik. Acaba tüm çocuklar böyle mi diye düşünmekten kendimi alıkoyamayıp etrafa baktığımda, Defne'den 6 ay kadar büyük bir erkek çocuğun (sanırım 2,5 yaşındaydı), annesinin şezlongunun dibinde, dakikalarca, kalkmadan kum oynadığını üzülerek gördüm ve hemen başımı çevirdim. Hep dediğim ve inandığım gibi her çocuk, her aile, her düzen farklı.

Neticede, ev işlerini düşünmeden, birbirimize kanalize olarak geçirdiğimiz tatil köyü maceramız, kendi içinde yorucu da olsa bence olumlu puanlarla sonuçlandı ve eşimin tüm tereddütlerine rağmen, Defne'canımın biraz durulmasını umarak bu sene de Kurban bayramında bir yerlere gitme kararı aldım.

27 Kasım 2012 Salı

Diş çilesi:)

Diş de bebeğine göre değişiyor. Kalıtımsal özellik ağır basmakla birlikte, ne yaşanacağını kader belirliyor. Bizim diş maceramızı özetlemek gerekirse,

Defne'nin dişleri 11 aylık çıkmaya başladı. Bayağı geç başlayan bu süreç, kızımın beslenmesini de ekledi. Yaşıtları daha kıtır şeyler kemirirken Defne daha yumuşak, püre haline gelebilen gıdalarla devam etti. Örneğin ceviz, fındık gibi besinleri hep öğütmek zorunda kaldım. Bu durum da farklı lezzetlerle tanışmasını geciktirdi.

Diş çıkarma dönemi, azılar çıkmaya başlayana kadar çok sıkıntı yaratmamıştı. Birkaç gün ateşi çıktığı, daha sulu kaka yaptığı, keyifsiz olduğu durumları yaşamıştık ama bu yaz çıkan azılar zaten sallantıda olan uykusunu iyice alt üst etti. Ama yine de yazın açık havada, bol güneş altında olabilecek en sorunsuz şekilde azıları çıkardı.

Gelelim bize son noktayı koyan köpek dişlerine. Hep duyardım bunların methini ama yaşamayınca insan anlamıyormuş. Yazı sonunda çıkmaya başlamalarıyla ailecek resmen silkelendik diyebilirim. Yok olan iştah ve uyku, had safhadaki mızmızlık kızcağızımın tüm düzenini bitirdi, bağışıklık sistemini çökertti ve maalesef ilk antibiyotiğini kullanacak derecede grip oldu. (tabii yapışık ikizi ben de )

Rahatlatıcı jeller sürmek, tavsiye üzerine bol bol diş fırçalamak, eline kemirebileceği bir takım gıdalar vermek bir yere kadar çözüm oldu. Bence en iyisi, kurban bayramında ailecek gittiğimiz tatilde son güneşi yakalamasıydı. Çünkü güneşten alınan doğal d vitamini, diş çıkarma döneminde çocuğu çok rahatlatıyor.  

Neredeyse 2 aya yayılan "köpek dişi çıkarma operasyonu", Defne'ciğimin son köpek dişini de bu hafta, törenlerle ve yoğun bir nezle eşliğinde çıkarmasıyla sona ermiş oldu :) İkinci azılara kadar diş çıkarma işine veda ettiğimize o kadar seviniyorum ki, darısı bu süreci yaşayan herkese !

24 Kasım 2012 Cumartesi

Levent Çarşısı

Oldum olalı Levent Çarşı'ya bayılırım. Az katlı dükkanları, kontrol edilebilir ölçekte trafiği ve kolay erişilebilirliği ile sıcacıktır benim için. Güzel anılarım vardır o çarşıda.

Uzuuun bir aradan sonra bugün çarşıma tekrar kavuştum. Defne'ye hamileyken eşimin arabayla beni bıraktığı yerde indim otobüsten. Bu kez işe gitmek için değildi inişim, aheste beste gezmek, Kahve Dünyasında kahve içmek, Aslı Börekten sarma almak için, -aslında tüm bahaneler bir yana çarşımı görmek için- gittim Levent'e.

Otobüsten indiğim noktada içim burulmadı değil. Tam 2.5 senedir o noktaya bas(a)mamışım bir şekilde. Bu kez Defne yok karnımda, o sıralar evde mışıl mışıl uyumakla meşgul... Dediğim gibi işe yetişmek zorunda da değilim. Ağır ağır çıkıyorum merdivenleri, hemen yanıbaşındaki dükkanın kuaför olduğunu görüyorum. Postane aynen duruyor ve nihayet Kahve Dünyası... yandaki kafeyi alınca ne kadar büyümüş, iyi de olmuş, içeride oturulabilecek alan genişlemiş. Kahveden önce Aslı Börek'e uğramak ve çarşımda kısa bir tur atmak istiyorum. Kim bilir daha ne sürprizler bekliyor beni.. tıpkı halk otobüslerindeki biletçilerin "uzuuun bir zamandır" olmadığını öğrendiğim gibi !

Hastane isim değiştirmiş, bir iki dükkan da değişmiş. Şarküteriler aynı, önlerinden geçerken bir kedi gibi derinden nefes aldığımı fark ediyorum, gülümsüyorum :) Pastaneler yepyeni ürünler çıkarmışlar. Yaşlı amca, Komşu Fırının önünde şemsiye ve baharat satmaya devam ediyor.

Sarmayı aldıktan sonra Kahve dünyasında oturuyorum. En sevdiğim kahve eşliğinde, uzun zamandır konuşmadığım bir dostuma telefon ediyorum. Kimse eteğimi çekmeden, acele etmeme gerek olmadan dakikalarca konuşuyoruz, özlem gideriyoruz.

Kahvem bitince kalkıyorum, hava da soğuk zaten, yine otobüse binip eve dönüyorum. Tatilden dönmüşcesine rahatlamış bir şekilde varıyorum eve. Hatta Defne uyuduğundan, patates nişastası bulmak için 4 farklı market dolaşıyorum. Bir bebek, bir puset ve soğuk bir havada asla yapamayacağım bir şekilde ve hızda. Kışın, tüy kadar hafif hissediyorum bu yüzden.

Ve nihayet baba, küçük prensesin uyandığını haber verince eve dönüyorum. Henüz uyku kokan pembe yanacıklarından öpüyorum. :)

22 Kasım 2012 Perşembe

Zamanı Var

Daha küçükken duymaya başladım bu sözü. Evet, zamanı varmış... Bu yaşımda daha iyi anlıyorum ki, herşey zamanında güzelmiş, zamanında yaşanmalıymış. Öbür türlüsü, "olması gerektiği gibi" olmuyormuş.

Hayat, hep bir plan/program dahilindeymiş aslında. Okula belli yaşta başlanır, sene kaybetmeden bitirilir, yükümlüysen askerlik yapılır, iş bulunur ve çalışılır, evlenilir, çocuk sahibi olunur, yaşlanıp emekli olunur, torun sahibi olunur ve nihayetinde "game over" !

Bu taşlardan biri sektiğinde/geciktiğinde ya da olmadığında işte bence o noktada sıkıntı yaşanıyor. İstisnalar yok mu? Var tabii, ama kaideyi ne kadar bozdukları tartışmaya açık :)

Mezun olduğumdaki çalışma enerjim, sabrım ve azmimle, aradan geçen 12 sene sonrakinin aynı olmasını kendimden beklemem haksızlık olmaz mı? 
Ya da geç yaşta evlenip çocuk sahibi olmakta zorlanmak, biyolojik saati gerektiğinden fazla zorlamak olmuyor mu?
Çalışmak gereken yaşta bir şekilde çalışmayıp evde kalmak, körelmek olmuyor mu?
Emekli olunacak yaşta son hırs çalışmaya devam etmek, gençlere açılacak yeri tıkamıyor mu?

Elbet herkesin koşulları,tercihleri, hayatın sundukları farklı ama işte bu fark, yani ufacık kar tanesi, büyüyüp bir çığ oluyor ve hayatlarımızı etkiliyor.

Keşke, zamanında yaşayabilsek hayatlarımızı. Birşeyleri ötelemesek, nerede başlayıp nerede duracağımızı bilebilsek. Bence işte o zaman dengeyi ve ahengi yakalayıp, önce mutlu bireyler ve ardından mutlu toplum olabiliriz.

20 Kasım 2012 Salı

Yine yeniden merhaba hayat !

Ne zamandır hayatımı gözden geçirip duruyordum. Sonunda geçen haftasonu, buna bir nokta koymayı başarabildim.

Önce cuma gecesi beni derinden sarsan bir rüya gördüm. Kendi kendime bile itiraf edemediğim "gerçek"lerimle yüzleştim ve onları kabul etmem gerektiğini sakince yineledim kendime.

Ardından tam da o rüyanın ertesi günü, uzuuuuun bir aradan sonra kendime çay ısmarladığım Mado'da yeniden buldum "ben"i.

Ve nihayetinde, pazar sabahı otobüs durağında konuştuğum komşu teyze, bana "kendi"ni anlattı. Konuştuğumuz o 5 dakika, haftasonuma daha doğrusu "hayat muhasebeme" son noktayı koydu.

Kısacası, şimdi kaldığım yerden devam etme zamanı.... Hoş bulduk blogum :)

27 Nisan 2012 Cuma

Bir süreliğine

Son zamanlarda ittire ittire devam ettiğim bloguma süresiz olarak ara vermeye karar verdim. Şimdiye kadar beni takip eden herkese teşekkür ederim.

17 Nisan 2012 Salı

Karnıbahar Ograten

Kış sebzelerine veda etmeye başladığımız bugünlerde, karnıbaharı bir de ograten şeklinde yapmanızı tavsiye edeceğim. Hepimizin zaten bildiği ama "biraz fazla kap kirleniyor" diye belki yapmaya üşendiği ya da vakit ayıramadığı bu yemek, karnıbaharı, "hiç sevmem" diyene bile bir şekilde yedirmeyi başarıyor. Hele beşamel sosa bir de sarımsak rendelediniz mi, karnıbaharın kokusundan eser kalmıyor :(

Not: "bunca zamandır nereye kayboldun" diye soruyorsanız, önce Defne ile başlayıp ben ve baba ile devam eden, nihayetinde kurtulduğumuz ÜSYE ve ardından halen çıkmaya çalışan dişlerin verdiği uyku sorunsalı tam gaz devam ediyor. 

Malzemeler:

- Bir küçük karnıbahar
- Beşamel sos
- Sıvı yağ
- Kırmızı pul biber
- Rendelenmiş kaşar peynir

Yapılışı:

1. Karnıbaharı çiçeklerine ayırıp yıkayın, ardından buharda pişirin.

2. Diğer yanda, buradaki tarife göre beşamel sosu hazırlayın. (pişmesine yakın sosa, rendelenmiş sarımsak ilave etmenizi öneririm)

3. Pişen karnıbaharı, yağladığınız fırın kabına dizin. Üzerine beşamel sosu dökün, kaşar peyniri ve kırmızı pul biberi serpin.

4. 180 derecede ısıttığınız fırında üzer kızarana kadar pişirin.

Afiyet olsun !

30 Mart 2012 Cuma

Tuzlu Kek

Sibelin Kahvesi, severek takip ettiğim bloglardan biri. Kullandığı samimi ve sıcak dil, çektiği güzel fotoğraflar, Ayvalık ve Ege'yi benim kadar çok sevmesi, başka şehirde oturan annesine duyduğu özlem ve sevgi, tanımasam bile Sibel'i yakın hissetmeme neden oluyor.

Sibel, geçenlerde "Zeytinli Lorlu Kek" yapıp tarifini sitesinde paylaşınca, artık blogundan bir tarif denemenin zamanı geldi diye düşündüm. Üstelik tuzlulara bayılan biri olarak, bu kolay tarifi kaçırmamalıydım. Malzemeleri hazır ettim, zeytinleri önceden doğradım ve bugün keki pişirdim. Sonuç gayet güzel oldu. Eşim de çok beğendi. Tarifin orjinaline buradan ulaşabilirsiniz. 

Evdeki malzemelere göre benim yaptığım birkaç değişiklik ve önerilerime gelirsek;

1. Organik yerine evdeki normal ürünleri, tava yoğurdu yerine normal yoğurt, normal tuz kullandım.

2. Maydanoz koymadım. Dereotunu yarım demet kullandım, ancak gelecek sefer bir demet dereotu kullanmayı düşünüyorum.

3. Zeytin miktarını yarı oranda azalttım ve daha küçük doğradım. Gelecek sefer zeytinleri önceden suya koyup tuzlarından arıtmayı düşünüyorum.

4. Susam olmadığından sadece çörek otu koydum.

5. Gelecek sefer keki, büyük borcam yerine bir küçük boyda pişireceğim.

6. Üç su bardağı undan daha az un koydum. Unu, hamur kıvama gelene kadar azar azar eklemekte yarar var. Çünkü kullandığınız malzeme ve yumurtaların büyüklüğü un miktarını doğrudan etkiliyor. 

En önemlisi de, bu kek emziren annelere çok faydalı. Çünkü içerisinde anne sütünü arttıran dereotu ve çörek otu var.

Korkmadan deneyip afiyetle yiyebilirsiniz. Teşekkürler Sibel !

26 Mart 2012 Pazartesi

Sulu Köfte

"Sulu köfte isterim" diye buyurdu küçük prenses. Yaşlı kadın mutfağa gitti, bir süre sonra dumanları tüten bir tabakla geri döndü... tabağın içinde sulu köfte vardı.

Küçüklüğüm masal gibiydi. Bir evin ilk torunuydum, üstelik kızdım. Anneannem ve dedem beni el üstünde tutar, şımarmama az kalana kadar her istediğimi yaparlardı. Ben de annem işten dönüp beni almaya gelene kadar keyif sürerdim. Dedemle pikniğe gittiğim, dikiş dikerken anneannemi seyrettiğim, şarkı söylerken sesimin kayda alındığı, dedemin Heidi kitapları okuduğu, anneannemin nane saksısından yaprak yaprak nane koparıp yediğim, banyoda üşümeyim diye beni sıkıca sarmaladıkları, su dolu kovalarla oynamama sonsuz izin verilen o ışıl ışıl günler cennetten çalmaydı. İki yaşlı insan (üstelik anneannem hastaydı da) bir küçüğü ancak bu kadar mutlu edebilirdi.

25 Mart, anneannemle dedemin evlilik yıldönümleriydi. Dedem, "hayata başlangıcım" dediği bu günü doğum günü yapmıştı, biz de öyle kutlardık. Senelerce bu adet böyle sürdü gitti.

Şimdi bugün, anneannemin o meşhur sulu köftesi ile anmak istedim büyüklerimi. Bana sevmenin ve sevilmenin ne kadar güzel, özel ve değerli olduğunu öğrettikleri, var oldukları sürece beni koruyup esirgedikleri için onlara minnettarım. Huzur içinde uyuyun canlarım...

Malzemeler:

- Yumruk büyüklüğünde yağsız dana kıyma
- Yarım avuç pirinç
- İki dilim bayat ekmek içi
- 1 havuç
- 2 patates
- Tuz
- 1 yemek kaşığı un
- Sıvı yağ

Yapılışı:

1. Bayat ekmek içini suyla ıslatın ve küçük küçük didikleyin. Ardından kıyma, ekmek içi, pirinç ve tuzu yoğurun. Kıyma yağsız olduğu için bir miktar sıvı yağ da ekleyebilirsiniz.

2. Yoğurduğunuz harçla küçük köfteler yapıp, un koyduğunuz derince kasenin içerisine atın. Kaseyi sallayarak köftelerin iyice una bulanmasını sağlayın.

3. Havuç ve patatesleri soyup küpler halinde doğrayın. Havucu iki su bardağı suda kaynatmaya başlayın. pimesine yakın patatesleri ekleyin. Su kaynamaya başladığında yavaş yavaş köfteleri ekleyin.

4. Pirinçler uzamaya başladığında pişmiş demektir. yemeğin suyunu kontrol ederek tuzunu ayarlayın.

Not: En iştahsız küçük bile bir noktada sulu köfteye "hayır" diyemiyor. Bu yüzden de sulu köfteyi sevmeyen babasını, haftada en az bir kez yemeye mahkum ediyor... 
  

23 Mart 2012 Cuma

Nane Likörlü Elma

Bugün annemin doğum günü. Nicedir doğum günlerini yokluğunda kutladığım, kokusunu, yüzünü hatırlamaya çalıştığım, onu diğer günlerden daha fazla yaşadığım gün 23 Mart, aynı zamanda baharın başlangıcı. Yıllar evvel yine böyle bir günde, "her bahar açan çiçekler gibi sen de yeniden dünyaya geliversen" demiştim kendi kendime, imkansız olduğunu bile bile.

Anneciğimi artık üzülerek ve ağlayarak değil, gülümseyerek hatırlamak istiyorum. Onun kızı olduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşünerek, bana ve kardeşime gösterdiği fedakarlığı kızıma göstererek, beni büyütürken izlediği ve hayal meyal hatırladığım tarzı benimseyerek, bazen karşılık alamasam da sevdiklerime karşı asla ve asla bencil olmayarak geçirmek istiyorum ömrümü. 

Fotoğrafta gördüğünüz Nane Likörlü Elma Tatlısı annemin en güzel yaptığı tatlıydı. Kendini bildi bileli tam mesai çalıştığı ve evin yükünü tek başına omuzladığı için anneciğimin bir yemek defteri olmadı. Dolayısıyla tarifin orjinali ya da nasıl yaptığı konusunda hiçbir fikrim yok. İnternetten yaptığım araştırmalar sonucu bu sitede bulduğum tarifi uyguladım. Sonuç, anneminki kadar güzel olmasa da ikinci denememde başaracakmışım hissi veriyor.

İyi ki doğmuşsun anneciğim, iyi ki annem olmuşsun.

19 Mart 2012 Pazartesi

Brüksel Lahanası Salatası

Brokoli gibi önceleri pek rağbet görmeyip son zamanlarda tavan yapmış sebzelerden biri Brüksel lahanası. Bence en çok et yemeklerinin yanına garnitür olarak yakışıyor. Toparlak, minyatür lahana görüntüsü ile tabakları süslüyor. Sofralar için elzem değil, ama "değişiklik olsun" derseniz ve benim gibi "bunun da bir faydası vardır mutlaka"diye düşünüyorsanız deneyebilirsiniz.

Defne'nin sebze çorbası için aldığım Brüksel lahanalarının bir kısmı ile kendime, resimde gördüğünüz salatayı yaptım. Yanında beyaz peynirli makarna ile harika bir öğle yemeği oldu.

Malzemeler:

- 10 - 12 adet Brüksel lahanası
- 2 - 3 sap taze soğan
- 3 - 4 dal dereotu
- 1 havuç
- Limon suyu,tuz ve zeytinyağı

Yapılışı:

1. Brüksel lahanalarının en dş kabuklarını soyun, yıkayın. Havucu soyup küpler halinde doğrayın. Tüm sebzeleri buharda pişirin.

2. Bu sırada yeşillikleri yıkayın, doğrayın, salata sosunu hazırlayın.

3. Sebzeler henüz sıcakken salata sosunun yarısını dökün. Böylece sosu içlerine çeksinler. Soğuduktan sonra da doğradığınız yeşillikler ile kalan sosu gezdirip servis yapın.

Afiyet olsun !

15 Mart 2012 Perşembe

Doğumdan Önce Neler Yapılmalı

O muhteşem gün geldiğinde, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; çünkü dünyanın en güzel, en zor, mesaisi en belirsiz, en sorumluluk ve özveri isteyen mesleğine adım atacaksınız. Hal böyle olunca doğumdan önce buna mümkün olduğu kadar hazırlanmak gerekir öyle değil mi?

Aşağıda yazdıklarım, doğumdan önce yapılması için ilk anda aklıma gelenler, eklemek isteyeceklerinizi merakla bekliyorum.

1. Çalışıyorsanız makul zaman önce doğum iznine ayrılın. Doktorunuz izin vermiş olsa bile 37. haftaya kadar çalışmayın. Ben çalıştım ve tam izne ayrılacağım gün doğum yaptım. İnanın kimse madalya takmıyor, hatta tüm hazırlıksızlığınızla bir anda kalakalıyorsunuz.

2. Bebek bakımı ve ev işleriniz için size kimin/kimlerin yardımcı olacağını kesinleştirin. Doğum iznine ayrıldığınızda bu kişilerle kendi evinizde zaman geçirin. Evinizin ve ailenizin düzenini, yemek pişirme şeklinizi, temizlik ve yaşam anlaşıyınızı öğretin. Cahil cesareti göstermeyin. Hem bebeğe, hem kendinize, hem de evinize tek başınıza bakabilmeniz çok zor.

3. Çocuk doktorunuzu belirleyin. Doğumdan önce onunla görüşerek, bebek için ihtiyaç listesi konusunda kendisinin görüş ve yönlendirmesini alın. Özellikle evde bulunması gereken ilaç, biberon, mama, basit bakım kuralları gibi konularda bilgisinden yararlanın.

4. Evinize yakın eczane, bakkal/market, pastanenin telefonlarını alın. Böylece, acil ihtiyaçlarınız için evden çıkmanıza gerek kalmayacak.

5. Evi köşe bucak temizletin. Doğumdan sonra uzun süre böylesine bir temizliğe girişecek durumunuz olmayacağından, mutlaka birinin evinizi temizlemesini sağlayın. Perdeleriniz yıkansın, camlarınız silinsin, dolaplarınız elden geçsin, bebek eşyaları yıkanıp ütülensin ..vs. Sakın ola kendiniz bu işlere girişmeyin, hatta yardım bile etmeyin. Unutmayın ki son haftalarda yorulmak erken doğumu tetikliyor.

6. Buzluk ve erzak dolabınızı elden geçirin. Temel ihtiyaçları stoklayın. Buzlukta köfte, börek, çorbalar için et/tavuk suyu bulundurmak doğumdan sonra hızlıca birşeyler yemenizde kolaylık sağlayacaktır.

7. Doğumdan sonra okumak için kitap, dergi, dinlemek için müzik cd'si alın. Kafanızı dağıtmak ve bebek dışında birşeyler düşünüp rahatlamak açısından faydalı olacaktır.

8. Açık havada arkadaşlarınızla vakit geçirin. Doğumdan sonra belli bir süre evden çıkamayabileceğinizi ve arkadaşlarınızla eskisi kadar görüşemeyeceğinizi düşünerek onlara vakit ayırmalısınız. Sevdiğiniz aktivitelerle uğraşıp moral depolamalısınız.

9. Buzdolabınızın üzerine doktorunuzun, hastanenin, eşinizin ve birinci derece yakınınızın telefonunu yapıştırın. Acil bir durumda hem size hem de sizin dışınızda arama yapamak durumunda kalan kişiye yardımcı olacaktır.

10. Bebeğinizin son alışverişini yapın. Görünen hiçbir eksiği kalmasın. Özellikle bebek bezini unutmayın.

11. Hastane çantanızı hazırlayın. Kapının girişine yerleştirin.

12. Doğum yapacağınız hastaneyi belirleyin.

9 Mart 2012 Cuma

Kereviz Salatası

"Kereviz" kış aylarının zor lezzetlerinden biri. Belki çoğunluk, keskin tadını ve kokusunu sevmiyor ama ben asla "hayır" diyemiyorum. Zeytinyağlısı, kıymalı yemeği ve salatası benim için vazgeçilmez. Hele yaprakları bol olanlardan almışsam, iyice yıkayıp yaptığım yemeğe/salataya koyarım mutlaka.

Eşim her ne kadar sevmese de, ki sevmediği ender sebzelerden biridir, şimdilik Defne ve ben kereviz yiyoruz. Yani ev halkının yarıdan fazlası kereviz yiyor. Minik kızım çorbasında, bense ne şekilde yapabilmişsem. Fotoğrafta gördüğünüz kereviz salatasını, bir cuma günü, buzdolabındakileri tüketme çılgınlığım (ki ertesi gün pazardan tazeleri alınsın), sırasında yapmış, kokusuna dayanamadığım için sofraya götüremeden mutfakta ayaküstü afiyetle yemiştim.

Tarifini sizlerin de bildiği kereviz salatası çok kolay, çok sağlıklı. Yemeğin yanına, tek başına, çok açsanız peynirli makarna ya da birkaç dilim ekmekle, çay sofrasında velhasıl ne şekilde isterseniz o şekilde yiyebilirsiniz. Kış bitmeden, kerevizin o muhteşem kokusu mutfaklarımızdan eksik olmasın...

Malzemeler:

-1 orta boy kereviz ve yaprakları
-1 havuç
- Zeytinyağı, tuz ve limon suyundan oluşan klasik salata sosu.

Yapılışı:

1. Önce salata sosunu hazırlayın.

2.Kereviz yapraklarını sudan geçirip, sirkeli suya koyun.

3. Diğer yanda önce havucu ardından kerevizi rendeleyin. Bekletmeden hemen salata sosunu döküp karıştırın. (Böylece kereviz kararmayacak.)

4. Kereviz yapraklarını iyice yıkayıp doğrayarak salatanızı süsleyin.

Afiyet olsun !

6 Mart 2012 Salı

Tatlı Rüyalar Meleğim

Tarih 17 Şubat 2011, saat gecenin bir yarısı, etraf sessiz, ev soğuk, Defne henüz bizim odadaki park yatağında misafir... Ana kız uyanmışız, Defne emiyor, benimse içim geçti geçecek. Sonunda Defne uyuyakalıyor, uykusunun derinleşmesi için bir süre daha kucağımda tutmalıyım, bir uyansa en az 40 dakika kucağımda sallamalıyım çünkü...Başım düştü düşecek, derken karnıma yapıştırdığı karnında hareketler hissediyorum, gözümü bir açıyorum ki bizimki kıkır kıkır gülüyor uykusunda, üstelik "hihihi" diye sesler de çıkarıyor... Defne'min ilk kahkahasını duyduğum bu anı sanırım hayatımın sonuna kadar kare kare, an be an hatırlayacağım.

İşte o gece, sadece Defne'nin mutlu olduğunu düşünüp huzura ermiyorum, bu küçüğün, miniminnacığın, ne kadarını algıladığını bilemediğim koca dünyada kendine göre rüyaları/hayalleri olabileceğini de düşünüyorum ve bunları merak ediyorum. Belki yeryüzündeki diğer anneler gibi....

"Mila's Daydreams" isimli blogun sahibi Adele, Finlandiya'lı genç bir anne. Dünyalar tatlısı Mila isimli bir kızı var. Bu genç hanım da minik kuzusunun rüyalarını merak ederek onları önce tasvir ediyor, ardından fotoğraflıyor. İş o boyuta varıyor ki, Adele dünya çapında ünlü oluyor, tabii küçük uykucu Mila da. Kitapları basılıyor, ropörtajlar yapılıyor ve Adele, yine dünya çapında yarışmalar düzenleyip, en sevimli fotoğrafı gönderene kitaplar hediye etmeye başlıyor. Yeni fotoğraf yarışması önümüzdeki günlerde başlayacak.

Bu sevimli blogla nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum ama Defne'den çok çok önce takip etmeye başladığımı ve içimden "inşallah bu kadar tatlı bir kızım olur" diye dua ettiğimi biliyorum.



Defne doğana kadar, böyle bir fotoğraflamayı amatörce yapabileceğimi düşünüyordum. Neticede yukarıdaki linkten erişebileceğiniz fotoğraflara bakınca insanın o yaratıcılığa, bebeğin şirinliğine, masum uykusuna aklı ve yüreği eriyor. Lakin, bizimki önceleri uykusuz, sonrasında da hassas uykulu bir bebek olduğundan, değil onu şekilden şekle sokmak, neredeyse açılmış örtüsünü düzeltmek mümkün değil. Varsın olsun, yeter ki yine zaman zaman uykusunda gördüğüm kıkırtıları ve gülümsemesi bitmesin...

Eğer uykusu ağır bir miniğiniz varsa ve yaratıcılığınıza güveniyorsanız, Adele'in yarışmasına mutlaka katılın derim. Hiçbir şey olmasa Türk annelerini temsil etmek için...

Tüm dünyanın uyuyan meleklerine, huzur dolu tatlı rüyalar !!!

5 Mart 2012 Pazartesi

Vitamin Kullanımı

Bu yazıyı okuyan kişi, lütfen okuduklarını uygulamaya koymadan önce mutlaka ama mutlaka doktoruna danış, ona güven ve doktorunun dediklerinden dışarı çıkma. Sana söylenenler bir şekilde içine sinmiyorsa, başka bir doktordan görüş ve öneri al.....

Nihayet hamile kalmıştım, karnım büyüdükçe doktor kontrollerim de sıklaşıyordu. Neredeyse her gidişte doktorum hem yeni vitaminler yazıyor hem de zaten yazmış olduklarını düzenli kullanıp kullanmadığımı ısrarla soruyordu. Bense, yetiştiriliş icabı ve kendi iç dünyam yüzünden, her türlü ilaca karşıyımdır. Çok gerekli olmadıkça, en basit ilaçtan bile öcüden kaçar gibi kaçar, doktorların verdiği ilaçları kırk kez sorgulamadan ve içime sindirmeden asla içmem. Ama çok şükür hamileyken bunu yapmadım. Belki zor elde edilen, özenli bir hamilelik olduğundan, belki "bunlar ne de olsa vitamin" diye düşündüğümden, belki de doktoruma çok güvendiğimden.. bilemiyorum ama iyi ki kafamın dikine gitmemişim....

Kısacası, hamileliğim boyunca beslenmeme dikkat ettiğim kadar, doktorumun yazdığı vitaminleri kullanmaya da özen gösterdim. Lütfen aynı özeni siz de gösterin. Vitamin kullanımı hem anne hem de bebek için çok ama çok önemli. Özellikle de, sırt/ diş ağrısı, kramp, baş dönmesi, halsizlik gibi şikayetleriniz varsa bunları, gebelik takibinizi yapan doktora mutlaka anlatın. Çünkü çoğu kez vitamin eksikliği bu tür şikayetlere neden olabilmekte.

Hamileliğimin ilk aylarında, Folacin isimli folik asit tableti kullandım, sonrasında bıkararak; Elevit Pronatal, Gyno Ferro Sanol ve Calcium+ C de kullandım. Doğumun ardından da Elevit Pronatal kullanmaya devam ettim.
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac