Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Nisan 2014 Çarşamba

Çocuk İstismarına Son !

Hiçbir yorum yapmadan, kendime ait hiçbir şey katmadan Aydınlık Gazetesi yazarlarından Özlem Konur Usta'nın aşağıdaki yazısını paylaşıyorum. Anna, baba, teyze, amca, dayı, yenge vs ne olursak olalım, bu yazıyı bıkmadan, usanmadan, üşenmeden tekrar tekrar okuyup, uygulayalım.

Allah, Tanrı ya da adı her neyse o yüce güç, tüm melekleri korusun.......

Çocuğun kendine güven duyması sağlanmalı... Gerektiğinde ‘hayır’ diyebilmeli. Bizim kültürümüzde ‘Büyüklere bağrılmaz, saygılı konuş’ derler. Oysa çocuğa rahatsız olduğu zaman, büyüğe de bağırmayı öğretmek gerekiyor.
Önce Halil, ardından Mert... Son 1 ay içinde 2 çocuğumuzu kaybettik. Yüreğimiz yandı. Kars’ta anne babalar çocuklarını okula göndermedi. Kimi ise olayı konuşmaktan bile korktu. Elbette bir korku dünyası içinde yaşamayacağız. Ama bir tehlike var. Çocukları sarsmadan onlara korunmayı öğretmek mümkün. Çocukları bu konuda eğitmek önce devletin sonra anne babanın görevi. Süleyman Şah Üniversitesi Psikolojik Travma Uygulama ve Araştırma Merkezi, bu yönde projeler üretiyor. Merkezin başında Psikoloji Bölüm Başkanı Yrd. Doç. İrem Akduman var. Akduman’la çocuklara kendilerini korumayı nasıl öğreteceğimizi konuştuk.
Saldırı en çok tanıdıktan geliyor
- Çocuklara yabancı mesafesi nasıl öğretilir?
Gelene göre bir sınır tayininden ziyade çocuk kendi sınırlarını bilmeli. Çocuğun neden rahatsız olduğunu anlamasına yardımcı olmalıyız. Hoşuna gitmeyen bir şeyler olduğunda kendisine yakın gördüğü bir yetişkinle bunu paylaşması uygun bir dille anlatılmalı. Çocuklar hep, yabancılardan korkutulur. Aman yabancılara gitme, aman yabancılarla konuşma gibi... Bu telkinler çok işe yaramıyor, aksine bazen tehlikeye de neden olabilir. Korkutulan çocuk, bir yerde kaybolduğunda yabancıdan yardım istemekten çekinir. “Yabancıdan mutlaka zarar gelir” demek yerine çocuğun kendine güvenmesini sağlamalıyız. Çocuğa bedeninin özel olduğu öğretilmeli. “Herkes senin bedeninin her yerine dokunamaz, dokunmamalı” denmeli.
- 3-4 yaşında bir çocuğa bedeninin özel olduğu nasıl anlatılmalı?
Bedeninin bölgeleri tanıtılmalı. Cinsel bölgelerin özel olduğu söylenmeli. İyi dokunma, kötü dokunma arasındaki fark...
‘Poposuna vurarak sevmeyin’
- İyi dokunma, kötü dokunmayı anlatmak için ne demeliyiz?
Biri annenin dokunması gibi, güvende hissettirir. Ama bazı dokunmalar, iyi hissetirmeyebilir. Bunu bir büyüğüne söylemelisin.
Çocuğa kimsenin cinsel organlarına dokunmaması gerektiği öğretilmeli. Oysa kültürümüzde tam tersi var... Televizyonda ünlü bir sanatçımız, küçük yaşta çocuğa sevgisini onun poposunu ısırarak gösterdi. Çocuğa “Popo ısırmak sevgi ifadesidir, popo ısırılabilir” mesajı veriyor. Kamereların önünde çocuğun hayır diyebilme şansı da yok. Aileler, çocuklarını poposuna vura vura seviyor. Cinsel bölgelerine dokunarak sevgi göstermek hata. Üstüne bir de çocuğa “Seviyorum ama canın acıyor” mesajı veriyorsun. Çocuk, bunu genelleyebilir. Çocuğun kendi bireyselliğine, vücut bütünlüğüne saygı göstermemiz gerekiyor.
‘İstemiyorsa öpmeyin’
- Aileler, severken yanlış mesaj mı veriyor?
Örneğin bayramlarda aile yakınları, çocuğu illa kucağıma alayım, seveyim ister. Öpmek istenir. Çocuk istemez, itebilir. O zaman, “Evladım, dur bak deden” der zorlarız. Elbette kötü niyeti olmayabilir. Çocuğa rahatsız olduğu zaman “Dur” deme hakkı olduğunu öğretmeliyiz. Eğer çocuk öptürmek istemiyorsa, öpülmeyecek. Büyükleri de kırmamak için, “Çok yakınlaşmaktan hoşlanmıyor, öyle ise tokalaşarak selamlaşın” denilebilir. Çocuk, huzursuz olduğu bir ortamda, beğenmediği bir dokunuşla karşılaştığında “Hayır” dediğinde ailesinin de yanında olduğunu bilmeli.
- Küçük bir çocuğun babasının ya da ağabeyinin önünde giyinmesi bedeninin özel olduğunu öğrenmesi açısından sakıncalı mı?
Çocuk bazı bölgelerinin dışarıya açık olmaması gerektiğini bilmeli. İlla babayla kız çocuğunun duş almaları gerekmiyor. Yaşı uygunsa çocuk kendi yıkanmalı, baba düşmemesi için yanında olmalı. İlla baba yıkayacaksa çocuğun özel bölgelerine dokunmaması gerekir.
‘Hata yapsam da ailem yanımda’
- Arkadaşım, parkta bir gencin ısrarla küçük kızının peşinden gittiğini ve onu oyuna çekmek istediğini anlatmıştı. Çocuğa bir yabancının peşinden gitmemesi gerektiği nasıl anlatılır?
Onunla oyun oynadın, ama yabancılardan zarar da gelebilir. Bu mesaj verilmeli. Bu konuda çalışan derneklerin iyi dokunuş, kötü dokunuşla ilgli çizimleri var. Çocuğu herkesten çekinir hale getirmeden doğru oranda uyararak korunmayı öğretmeliyiz. Bunun için, “Ben yanındayken oynadın ama ben yokken yabancı insanlarla oynama. İyi niyetli olanı var, kötü niyetli de olabilir. Canın acıyabilir, sana kötü hissetirebilir” demek en doğrusu. Anne, çocuğun ihtiyaçlarını karşıladığında ve güven ilişkisini kurduğunda, çocuk zaten başına bir şey geldiğinde annesiyle paylaşır. Çocuğun “Hata da yapsam, belki sonuçlarına katlanacağım ama annem babam yanımda olacaktır” diyebilmesi önemli.
‘Bağırmayı öğretin’
- Çocuk yanına gelenin kötü niyetli olduğunu düşünüyor, ne yapmalı?
Oradan uzaklaşabilir. Anne babası yanında değilse öğretmeninin yanına ya da güvendiği bir yetişkinin yanına gidebilir. Bekçi, polis olabilir. Parkta ve tek başına ise... Başka bir çocuğun annesine gidebilir. O da yoksa adama “git” demeli. Gitmiyor. O zaman bağıracak. Çocuğumuza bağırmayı öğreteceğiz. Bizim kültürümüzde “Büyüklere bağrılmaz, saygılı konuş” derler. Hayır. Çocuğa rahatsız olduğu zaman, büyüğe de bağırmayı öğretmek gerekiyor.
- Bunu nasıl anlatacağız?
Bir yabancı geldi. Seni istemediğin bir şey için zorluyor. Ve sana dokunuyor. Sen bunu istemiyorsun. Bu ona söylediğin halde devam ediyor. O zaman bağırabildiğin kadar bağır. ABD’de FBI, anaokullarına giderek bu eğitimi veriyor. Şarkılarla öğretiyorlar: “Biri gelirse dokunursa ben de şöyle bağırırımmm: Yeeeee”.
‘Saldırganlar genellikle paspal değildir’
- Kim bu saldırganlar... Nasıl bir ruh halindeler...
Pedofilinin bir takım kriterleri var. Adamın sürekli olarak çocuklarla ilgili cinsel fantaziler kuruyor olması, bunu engelleyemiyor olması, bunun çok uzun süredir olması gibi... Bazısı yetişkinlerle ilişki kuramadığı için çocuklara yöneliyor. Kendine güvensizlik yaşayan insanlar olabiliyor. Kimisi yalnızca farklı cinsel deneyim için yapıyor. Yüzdesi çok düşük olsa da sadist olanlar var. Karşısındakine acı vererek cinsel haz alıyor. Daha kolay kontrol edebilecekleri için çocukları tercih ediyorlar.
- Saldırganları ayırt etmenin bir yolu var mı?
Yok. Üstelik çoğu paspal tipler de değiller. Özellikle çocuklara yaklaşanlar daha çocuksu, onların dilinden anlayan tiplerdir. Çocukla iletişim kurabilmek için birçoğunun evi oyuncaklarla doludur.
- Mert için ailesi “Cin gibi bir çocuktu” diyor...
Cin gibi de olsa, çocuk. Aile, sürekli çocuğunun yanında olamaz. Devamlı korku içinde yaşamak da sağlıklı değil. Bütün mesele çocuğu donatmak. Çocuğun kendine güveni olmalı, “hayır” diyebilmeli, gerektiğinde çığlık atabilmeli. Böyle olunca çocuk, bağımlılık da dahil birçok tehlikeden korunuyor.
Eğitmek devletin görevi
- Bir çocuğu saldırıya karşı eğitmek devletin görevi midir?
Görevidir. Okullarda yaşa uygun eğitim verilmeli. Ve bu, “3 yaşındayken zaten verdik, 5 yaşında ihtiyacı yok” denilmeden her sene yaşına uygun ve gerekli dozda olmalı. Çocuk, her eğitimde bir parça alacak. Türkiye’de bu eğitimler sivil toplum örgütleri aracılığıyla yapılıyor. Kaç kişiye ulaşabiliyorlar. Gazi Üniversitesi’nin Çocuk İstismarı Ve İhmalini Önleme Gençlik Kolu var. Biz de Süleyman Şah Üniversitesi’nde bunu yapmaya çalışıyoruz. Eğitim alan gençler, istismarın adı bile geçmeden oyunlarla çocukları donatıyorlar.
- Devlet burada devreye girmeli...
Devlet ehil insanlar yetiştirip bu modeli yaygınlaştırmalı.
Tehditlere karşı: Kimse bize zarar veremez
- Saldırı tanıdıktan geliyorsa...
Örneğin dayısı geldi. Evde yalnız, ona kapıyı açacak. Hatta saldırıya uğradıktan sonra da kapıyı açmak durumunda kalabiliyor. Bu çok ağır. Engelleyemiyor, “Hayır” diyemiyor. Çünkü tehdit ediyor. “Annene söylerim. Kötü kız olduğunu görür.”, “Senin istediğini söylerim” diyor... Veya sadece oyun oynadıklarına ikna ediyor. Çocuğa başından “Seni kim ne şekilde tehdit ederse etsin, bana söyle. Endişelenme kimse bize zarar veremez. Bu tanıdığın ya da tanımadığın biri olabilir, her şeyi bizimle paylaşabilirsin” demek gerek.
- Çocuğu, arkadaşlarının evine oyun oynamaya gönderebilir miyiz?
Aileyi tanımak gerekiyor. Yaşın hiç önemi yok. Anneyi babayı, varsa kardeşi, ağabeyi tanıyacaksınız. Çocuğunuzun arkadaşlarıyla tanışmak durumundasınız. Ailesiyle birlikte evinize davet edebilirsiniz. Risk almayın, ortama bakın.
‘Çözüm üretmesini sağlayın’
“Travmaya neden olmadan küçük oyunlarla bir takım olgular öğretilebilir. Örneğin ‘Seninle pazara gittik. Ben domates alacakken sen bir önceki tezgahta kaldın. Beni göremedin. Ne yaparsın?’. Çocuk bu şekilde kendi sorun çözme becerilerini geliştirecek, yanıt buldukça kendine olan güveni artacak. Üniformalı birine giderim, polis abiye giderim, belirlediğimiz buluşma noktasına giderim diyecek...”
Cinsel organlara ad takmayın
“Cinsel organlar doğal adıyla öğretilmeli. Onu sevimli ya da pis kılmak, yabancılaştırmak yanlış. Nasıl kolumuza ya da bacağımıza başka ad takmıyorsak, penise ve vajinaya da ad takılmamalı. Arkadaşımın bakıcısı çocuğa “Pipimize soralım, çişimiz var mı?” diyordu. Hayır, çişimiz var mı diye çocuğa soralım. Bu bir oyuncak değil. Ad takmak yabancılaştırıyor. Ve daha sonra kullanılabilecek bir oyun haline getiriyor. Bu yalnızca vücudun özel bir parçası.”
Çocuk, istismarı 15 kez anlatmak zorunda kalıyor
İstismara uğrayan çocuk sistemin içinde kayboluyor. Annesinden başlıyor, savcıya kadar hikayesini 15 kere anlatıyor. Defalarca kez muayene oluyor. Bunun önüne geçilmesi gerekiyor. Üniversitelerde bu tür birimlerin yaygınlaştırılması gerekiyor. Bu birimlerde, psikiyatristler, sosyal hizmetler uzmanları, polis birlikte çalışmalı. Çocuk hikayesini bir kere anlatmalı ve bu kayda alınmalı. Bir kere muayene olmalı. Böylece veriler tek elde toplanır. Bu şekilde savcılığa gönderilir. Marmara Üniversitesi’nde böyle bir birim var. Adı: Çocuk Koruma Uygulama ve Araştırma Merkezi. Birlikte çalışıyoruz. Bu merkezlerin yaygın ve bilinir olması gerek. Devlet bu konuda ön ayak olmalı..


29 Nisan 2014 Salı

Çöpten Babam Çıksa......

Cumartesi öğleden sonra, Mecidiyeköy'ün en civcivli yerindeyim, tek başıma... Otobüs bekliyorum, eve döneceğim. Durağın hemen yanındaki çöpün kokusu beni rahatsız ediyor, uzaklaşıyorum azıcık. Az sonra bir adam, hafifçe bana çarparak çöpün başına gidiyor. Bana çarptığının farkında değil, hedefe kilitlenmiş bir ok gibi. Kıyafetleri "normal" denebilecek şekilde, saç sakal eh işte. Veee benim yanında duramadığım o çöpün içerisine ellerini daldırıyor. Hiç acele etmeden, sanki dünyanın en doğal işini yapıyormuşçasına çöpü karıştırıyor. En ufak bir tiksinme, iğrenme yok.

İşin nereye varacağını merak ediyorum, gözlerimi alamıyorum adamdan. Bir poşet alıyor çöpten, kenara koyuyor ve içini açıyor. İkiye bölünmüş bir tam simit çıkıyor poşetten, adam karıştırmaya devam ediyor çöpü bu kez de yağlı kağıda sarılmış, yarıdan fazlası yenmiş, tost olduğunu tahmin ettiğim bir ekmek parçasını çıkarıyor. Yeterli bulmuş olacak ki, bunları yiye yiye uzaklaşıyor çöpün başından.... Hiçbirimizin farkında değil, aynı zaman diliminde ama farklı evrenlerde yaşıyor gibiyiz.

Nefes alamıyorum o an, gözlerim doluyor, başım uğuldamaya başlıyor. Adamın arkasından bakakalıyorum. Simidi yiye yiye yürüyor, kalabalıkta kaybolup gidiyor. Allah'tan otobüsüm geliyor, hemen binip en ücra köşeye sığınıyorum, hüngür hüngür ağlıyorum, nefes alamıyorum, yutkunamıyorum.

36 yaşımdayım, doğma büyüme İstanbul'dayım, yaşadığım bu şehrin neredeyse her semtine gittim, iş için, gezmek için vs ne olursa olsun. Ama böylesine bir olayı gözümle görmemiştim. "Göz görmeyince gönül katlanır" derler ya, açlığı-yoksulluğu biliyorum, fark ediyorum ama bugüne kadar hiç kimse gözümün önünde çöpten yiyecek çıkarıp yememişti..... Şoktayım, eve geliyorum, aradan yarım saatten fazla zaman geçmiş ama hala nefes alamıyorum, ta ki Defne'yi koklayana kadar.....

Ve itiraf edeyim eve dönüş yolumda Allah'a isyan ediyorum, bu manzarayı bana gösterdiği için. Ben ki nimetin, kullanılabilir herşeyin kıymetini bilirim, atmam, attırmam.... "Neden?" diye soruyorum O'na, "Neden, o nimetleri çöpe atan kişilere değil de bana nasip ettin bunu görmeyi, ruhumu neden örseliyorsun, merhamet....."

Cumartesiden beri, ben aynı ben değilim. Bundan sonra da olabileceğimi hiç sanmıyorum.

Çeşitli dönemlerde internet siteme bu konuyla ilgili yazılar yazmıştım. En eskisi "nimet". Fotoğraf eşime aittir. Bastırıp Defne'nin odasına asmanın zamanı geldi de geçiyor sanki....

Yine burada, sosyal devlet neredesin diye haykırmıştım.  

Üstelik sadece gıdaya değil, her tür eşyaya getirmiştim konuyu. Kullanmadığımız herşeyi vermeliyiz demiştim.

Bayat ekmek kampanyası vardı bir aralar, benim de gündemimdeydi.... Sonrasında Toprak Mahsulleri Ofisi'nin ekmek israf etme adlı internet sitesini buldum. Bu sitedeki araştımalara göre, ülkemizde bir yılda israf edilen ekmekle, 500 okul yaptırılabiliyormuş. Acaba yine bir yılda israf edilen ekmekle, kaç aşevinde kaç öğün yemek dağıtılabilir? Merak ediyorum.....

Ve söylemeden asla geçmeyeceğim, "% 99'u Müslüman" olarak anılmayı seven halkım neden nimeti çöpe atar? Eli nasıl varır bunu yapmaya? Hani almışsın yemiyorsun, yiyemiyorsun, çantana at götür evinde ye ya da ne bileyim güvencinlere ver, bütün bir simit çıktı çöpten gözümün önünde daha ne diyebilirim? Hep söylerim ya, bazı şeylerin dini, dili, ırkı yoktur diye. İşte bu da onlardan biri.....

Dün bir haber sitesinde çöpten muz çıkarıp yanındaki çocuğa yediren bir kadının haberi vardı, yine ülkemizde geçiyor.... Yorumlardan biri şunu demiş, "İyi ki çöpe yiyecek atılıyor, yoksa bu insanlar açlıktan ölürdü"... Bu yorumu beğenmeyenler daha çok, beğenenler az. Kafamı karıştırıyor bu yorum, acaba öyle mi diyorum kendi kendime. Sosyal devletin olmadığını malum, peki bunca aç nasıl doyurulacak? "Çöpten babamız çıksa" yiyecekler mi yani???  


25 Nisan 2014 Cuma

Etik Eğitimi

Çocuklarımız için herşeyi düşünüyoruz, gideceği okulu araştırıyoruz, yiyeceği yemekleri özenle hazırlıyoruz, elverdikçe "kaliteli" giydiriyoruz, hiçbir şeyden geri kalmaması için oradan oraya koşturtuyoruz da acaba bu arada etik eğitimi gözardı ediyor muyuz ?

Defne yuvaya gittiği ilk gün, neredeyse o ilk bir saatin içinde bir başka çocuk tarafından itildi, ağladı, ben o sırada içerde nöbetteydim, camdan usulca bakmakla yetindim içim parçalandı. Geçen yazdı, Defne kumsalda kız çocuklarla oynamak istedi, yaşça biraz büyüktü kızlar ve Defne'yi aralarına almadılar, hemen ötelerinde oturan anneleri de duruma müdahale etmeyince kendimi tutamadım, Defne'yi zorla oyunlarına soktum. Yuva maceramızın büyük kısmı defne'nin "bir başka arkadaşı tarafından itilme" hikayeleri ile geçmekte.... Tabii bizim cadı da hep "masum" tarafta değil, azdığı, zıvanadan çıktığı, empati yapamadığı zamanlar çok.

Bir aile dostumuz Hürriyet Gazetesi'nden bir makale getirmiş. Dr. Başak Demiriz'e ait bu makalenin tamamına buradan ulaşabilirsiniz. Yazıda, çocuklarda (3-15 yaş arası) etik eğitimin önemi, vicdan, adalet ve ahlakın nasıl geliştiği anlatılıyor.

Çok çarpıcı sorularla başlıyor yazı. Önce kendimizi, yani büyükleri, sorgulatıyor. "Bir dükkanda yerde 100 lira bulsanız ne yaparsınız?" diyor ya da "Para üstünü yanlışlıkla fazla aldığınızda geri verir misiniz?" diyor. Ve bence en can alıcı kısmı "Hiç kimsenin bilmeyeceğini bilseniz ne yapardınız?" diye soruyor. En temel soru da bu. Gerçeğin hiç ortaya çıkmayacağını bilseniz, etik değerlerinizi ne kadar korursunuz?

Ailelerin, çocuk üzerindeki etkisi yadsınamaz, işte bu yüzden ebeveyne sorulan yukardaki sorular ve alınan cevaplar, çocuğun davranışlarını da yansıtıyor. Evinde yalan söylenen, haksızlık yapılan, adalet duygularından uzak yetişen bir çocuktan farklı olmasını beklemek zor.

Aslında yazıda bahsedilen, "evrensel doğruları" yakalamaktan öte değil. Hiçbir din, dil ya da ırkın önemi olmaksızın, en temel insani değerlerin eğitimini hem kendimize hem de çocuğumuza vermeliyiz. Ancak böyle gelişmiş ve adaletli bir toplumda yaşamayı sağlayabiliriz.

Çocuklarımıza öğretmemiz gereken 7 temel kavramı da saymış: Empati, vicdan, öz kontrol, saygı, iyi yüreklilik, hoşgörü, adil olmak.

- "Bana bu şekilde davranılsaydı hoşuma gider miydi?" diye sogrulamak.
- Doğruyu yanlıştan ayırma...
- Harekete geçmeden önce durup düşünme...
- Kibar olmak, küçüklere sevgi, büyüklere saygı duymak.
- Başkalarının iyiliğini düşünmek.
- Farklılıkları kabul etmek ve ön yargılı davranmamak.
- Adil ve tarafsız olmak.

Çocuklarımız ve bizler birer yarış atı gibi oradan oraya koşuşturup, "en iyi"yi yakalamaya çalışırken, acaba gerçekte ne kadar "iyi"yi yakalayabiliyoruz? En temel insani değerlerden yoksun kaldığımız sürece, bence kaybetmeye mahkum olacağız....


22 Nisan 2014 Salı

Mevsimlerden Bahar

Mevsimlerden bahar, hele bugün hava sıcak mı sıcak, çiçekler mis gibi kokuyor, kuşlar cıvıldıyor, etraf yemyeşil..... Yarın 23 Nisan, neşe doluyor insan, en güzel bayram bu bayram !.... Bu sevinçte, geçen haftayı hasta geçiren Defne'nin iyileşmesinin de etkisi var tabii.

Defne, ilk 23 Nisan'ında 4 aylıktı, evdeydik, eşim kırtasiyeden Türk bayrağı almıştı ona, ben marşı söylemiştim, Defne'yse bayrağı sallamıştı, videomuz bile var.....

İkinci 23 Nisan'ında, salı pazarına gitmiştik cümbür cemaat. Benim çiçek seven kızım, pazardan kendisine Afrika menekşesi istemiş, rengini de kendi seçmişti, mor! Evden çok uzaklaşamamıştık, Defne hanım tuvalet eğitimindeydi çünkü.

Bu seneyse, Defne 23 Nisan marşını kendi başına söylüyor, zıpzıp zıplayarak, Atatürk'ün bizi düşmanlardan kurtardığını anlatıp, kalbimizde yaşadığını söylüyor, "kalbimiz karanlık mı?" diye soruyor bana. "Hayır" diyorum, "Kalbimiz bir çiçek bahçesi gibi kızım. Rengarenk çiçeklerle dolu, kuşlar cıvıl cıvıl, kalbimizde yaşattığımız herkes çok mutlu orada".....

İkimiz de çiçekleri, doğayı, hayvanları, yeşili çok ama çok seviyoruz. Bugün artık kaybolmaya yüz tutmuş alışkanlıklar sanırım.

Yarın kutlanması gereken bayramı öne almış Defne'nin yuvası, bugün kutlama vardı. Pek hoşuma gitmedi aslında böyle yapmaları, ben günüde kutlanan, "sap gibi ayakta dikilinen", "zorla" marş/andımız okutulan bayramları seviyorum ve arıyorum aslında, bu anlamda biraz militaristliğim tutar, ha zararlı mıdır, bence değildir, Almanlar'ın Avrupa'nın göbeğine "Deutschland, über alles" (Almanya, hepsinden üstün) diye halen haykırdıklarını düşünürsek.... Neyse konuyu dağıtmadan, yuva girişini süslemişler, balonlar, çocukların 23 Nisan temalı boyamalarını asmışlar.

Defne'nin boyaması çarptı gözüme, çok hoşuma gitti, gurur duydum....

Boyadıkları t-shirtlerini de giydirmişler, bizimki şekilleri boyamış, çok da güzel olmuş. Neden evde de yapmadık ki böyle bir faaliyet? Hatta babalar gününe yetiştirsek bir tane, babaya giydirsek zorla, nasıl olur?


Bir de selfie'miz var ki evlere şenlik, yanak yanağadan öte yüzyüze yapışık...


Mevsimlerden bahar...sadece bu bile insanı mutlu etmeye yetiyor !

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun !

15 Nisan 2014 Salı

Düdüklüde Orman Kebabı

Düdüklüde orman kebabı, "düdüklüdeeeeee", "düdüklüdeeeeeeee", Defne'nin deyimiyle "tıssss tencerede"..... Evlenirken aldığım tencere setinin yanında meşhur düdüklümü "hediye" etmişti firma. "Düdüklü kullanmam ben, bunu fiyattan düşer misiniz?" diye utanmadan teklif etmiştim de kabul etmemişlerdi. Annem, yoğun çalışan bir kadın olmasına rağmen düdüklü kullanmazdı, babaannemin de kullandığını hatırlamıyorum, yengem de kullanmazdı, babam da.... Hatta ne zaman düdüklü lafı açılsa, annemle babam tavuk haşlarken patlattıkları düdüklünün macerasını tekrarlamaktan bıkmazlardı, bense dehşetteydim tabii. Patt diye patlayan bir tencere ve mutfağın en ücra köşelerinden toplanan tavuk parçaları hikayesi benim için gerçekten korkutucuydu (hala da öyle aslında).

Gel zaman git zaman, düdüklü'm dolap bekledi durdu. Bir ara niyetlendim, kullanım kılavuzunu okudum, hatta güleceksiniz belki babama haber saldım "düdüklümü kullanmak istiyorum" diye ve kader, karşıma ailemizin meşhur hikayesini çıkarınca vazgeçtim.

Taa ki Defne büyüyüp, benim gözüm açılana ve eve çekidüzen vermeye karar verene kadar. Düdüklü"m hayli büyük, meğer 6 litreymiş, çok yer kaplıyor. "Ya kullanacağım ya vereceğim" dedim bu sefer ve en yakın komşuma danıştım. Meğer kendisi, hem de üç kuşak (maşallah) gayet de verimli, kazasız belasız kullanıyorlarmış düdüklü tencere. Hemen randevulaştık, sağ olsun bir sabah kızlarımız yuvadayken bana geldi, bir yandan Kullanım Kılavuzunu okuduk, bana anlattı, beni cesaretlendirdi, diğer yandan akşamdan ıslattığım kuru fasulyeyi düdüklüde haşlamaya giriştik. İtiraf ediyorum ki, komşum olmasaydı asla asla cesaret edemeyecektim. Biz kahvelerimizi içerken mutfaktan gelen tısssss sesi kalbimin yerinden fırlamasına neden olacaktı, neyse uzatmayım, kuru fasulye toplamda 15 dakika gibi bir sürede yumuşacık haşlanmıştı, benim için mucizeydi.

Komşum, korkup vazgeçmememi tembihledi, her zaman yanımda olacağına söz verdi, e ben de görmüştüm zaman ve enerji tasarrufunu o günden sonra dur durak bilmedim. Yemek yaptım, bakliyat haşladım, Defne'ye hasta olduğunda tavuk haşladım vs anlayacağınız düdüklü'm bunca yıllık uykusundan zıpkın gibi uyandı.

Düdüklüde pişirdiğim ve en severek yediğimiz yemek Orman Kebabı. Normalde parça et yemeyen, parça eti ağzında sakız edip hooop çıkaran Defne bile, düdüklüde pişen yumuşacık ete hayır diyemiyor. E ben daha ne isterim???

Kullanıyorsanız ya da kullanacaksanız tencerenizin kullanım kılavuzunu sıkı sıkı okuyun, detayları atlamayın, temizlik kurallarına dikkat edin. Gerisi, şans diyelim :)

Malzemeler: 

- 300 gr dana kuşbaşı
- 2 patates
- 2 havuç
- 300 gr ayıklanmış bezelye
- 1 kuru soğan
- 2 diş sarımsak
- Salça
- Tuz, bir tutam kekik
- Sıvı yağ

Yapılışı: 

Eti yıkayın, suyunu süzdürün. Diğer yanda soğan ve sarımsağı yemeklik doğrayıp yağla beraber tencereye alın. Yıkanmış eti de ilave edip rengi dönene kadar karıştırın. Yemeklik doğradığınız patates, havucu, bezelyeyi, salçayı, tuz ve kekiği ilave edin. Suyunu ayarladıktan sonra düdüklünün kapağını kapatın. Tencerenizin pişirme süresine göre pişirin.

Afiyet olsun.

Not: Daha hala, düdüklü çalışırken, Defne'ye mutfak yasağı devam ediyor. Zaten kendisi "tıss tencere" diyip yok oluyor ortadan. Bense babamın meslekten kalan baretini takmamak için kendimi zor tutuyorum.  :)

10 Nisan 2014 Perşembe

Gün'demin Neresin'deyim?

Biraz serin ama apaydınlık bir güne "merhaba" dedim bu sabah, klasik 6:45'te :) Kahvaltıydı, sağı solu toparlamaktı, hazırlanıp evden çıkmaktı derken, en değerli "paket"imi yuvasına teslim ettikten ve ziyaret etmek istediğim arkadaşımın şehir dışında olduğunu öğrendikten sonra kendime bir keyif çayı ısmarladım. Huyum kurusun, yalnızsam asla ve asla birşeyler okumadan oturamam bir yerlerde, telefonu kurcalayıp kendimi oyalama alışkanlığım da yoktur. Bu yüzden gittiğim yerden günlük gazete istedim, sağolsunlar Milliyet'i getirdiler. Çook uzun yıllar evvel büyükbabamla yaşarken hergün evimize giren gazete.....

Bir bardak çay eşliğinde kendi kendime, sessizce, bölünmeden kalabilmek inan çok iyi geldi sevgili okuyucum. Moralimi bozmadan, detaylara fazla girmeden göz gezdirirken, dikkatimi çeken dört
haberi, yorumsuz olarak paylaşmak istedim.

Birinci haber; Suudi Arabistan'da kız öğrencilere uygulanan spor dersi yasağının tamamen kaldırılması gündemdeymiş. 

İkinci haber; İsveç'te kamu sektöründe halihazırda 7 saat olarak uygulanan mesai saatinin, hastalık izninin azaltılması ve motivasyon amaçlı olarak 6 saate indirilmesi, üstelik ücrette azaltma yapılmadan bunun gerçekleşmesi gündemdeymiş. Bunun için deneme çalışmaları başlamış. 

Üçünü haber; Irak'ta 9 yaşındaki kız çocuklarının evlenmesine cevaz veren bir yasanın çıkarılması gündemdeymiş, böylece çocuk gelin uygulaması yasallaşmış olacakmış.

Dördüncü haber; ve Türkiye... kadın çalışana "evet", kadın yöneticiye "hayır". Sadece özel sektörde değil kamu sektöründe de durum böyle. Sadece 1 kadın valimiz varmış. 

Kocaman bir gazete ve yüzlerce haber arasında benim aklıma kazınanlar bunlar. Tarih 10 Nisan 2014.... Dünya gündeminin benim gözümden başlıca haberleri...

8 Nisan 2014 Salı

Ah Bu Çocuklar..........

Son günlerde manşetlerde yer alan "kayıp çocuk" haberleri, ardından bulunma şekilleri, hepimizi eskiye nazaran daha fazla etkiledi sanıyorum. Tek tek isimlerini, memleketlerini, kayboluş ve bulunuş şekillerini yaz(a)mayacağım, gerek de yok zaten..... Allah o küçük meleklerin mekanını cennet etsin, zaten gidecek başka yerleri de olamaz...

Pek okumamaya çalışıyorum ama insanların, bu çocukların ana-babasına verdikleri bazı tepkileri çok sert buluyorum. Yok efendim neden kapı kilitli değilmiş, yok neden şöyleymiş böyleymiş. İş olduktan sonra ve acı, vicdan azabı bu kadar büyükken bence yapılmaması gereken hareketler bunlar. Ana-baba olarak hepimiz biliyoruz ki küçük çocukları zaptetmek çok ama çok zor. İnsanı sinir hastası edecek kadar zor üstelik. Milyon kez anlatırsın dinlemez, trilyon kez uyarırsın aldırmaz, tonlarca tedbir alırsın nafile... Benim kızım mesela, yürümeye başladığından bu yana, emin olun onun kadar korkusuzunu, hareketlisini, dur durak bilmeyenini görmedim. Ve hep dua ettim, ediyorum da "Allah'a emanet, inşallah telef etmeden büyütebilirim". Evet, tedbirimi alıyorum, almaya çalışıyorum ama biliyorum ki olacağın önüne de geçmek imkansız. İki sahne var, eşimle benim hala kabuslarımızı süsler.....

Birincisinde, Defne 1.5 yaşında tatil köyündeyiz, kapalı giriş kısmındayız. Çocuk animasyonu var, Defne çocukların arasında dans ediyor, hemen arkasındayız eşimle, gözlerimizi ayırmıyoruz, içerisi feci kalabalık. Bir an eşimle gözgöze bakışıyoruz, "ne tatlı" diye. Sonrasında Defne yok, evet yok. İşte o an, Defne son olarak onu gördüğümüz yerde değil, oysa sadece 2 metre önümüzdeydi. Tepemizden kaynar sular boşalıyor ve o birkaç saniyede, olabileceği en uzak noktada buluyoruz kızımızı......

İkincisinde, Defne yine 1,5 yaşında. Bu sefer Eylül ayı, yazlığımızdayız, kumsalda oturuyoruz, neredeyse kimse yok upuzun kumsalda. Defne o yaşlarda bizi bırakıp ardına bakmaksızın yürür giderdi. Kaç kez anlattık, uyardık nafileydi. Çok zor yaşlarıydı.... Biz de kumsalın boş ve suyun sığ olmasını fırsat bilip bir deneme yaptık. Bizi yine ardında bırakıp, arkasına bile bakmadan yürümeye başlayan Defne'yi takip etmedik, sadece arkasından baktık, seslenmedik, emin olun 200 metre kadar yürüdü, daha da gidiyordu. Sahildeki tek tük insan da bunu durdurup "yavrum napıyorsun sen tek başına" filan demedi. Sonunda aldık keratayı tabii yanımıza, farkında bile değildi tek başına olduğunun.  

Defne 2 yaş civarındayken, ona içinde 5 masal bulunan bir kitap almıştım. Kocaman resimli, büyük harfli bu kitabın içinde, hepimizin bildiği klasik masallardan bazılar vardı. "Kurt ve Keçi Yavruları", "Kırmızı Başlıklı Kız".... vs. Okumadan ve fazla düşünmeden almıştım bu kitabı, sonrasında "acaba Defne'yi kötü etkiler mi, gerçek haliyle okumasam mı" diye aklımdan geçince internette biraz araştırma yaptım. Şimdi kaynak gösteremeyeceğim ama uzman görüşleri, bu tip kitapların çocuğa aynen okunması yönünde. Yani evet, "kurt keçileri yutmuş" , "kurt, kırmızı başlıklı kızı yolundan alıkoymuş, gideceği yeri öğrenmiş" gibi.... Çünkü bu şekilde çocukların aklında yer ediyormuş ve ne yapmamaları gerektiğini öğreniyorlarmış.

Dünya, hiçbir zaman çok iyi bir yer olmadı, bundan sonra da olacağı yok. Çocuk, tek başına kaybolmasa bile kaçırılma ihtimali de var tabii, hiç aklımıza getirmek istemesek de. Ama sevgili okuyucum demem o ki, bu sıpaların aklından, kütüphanesinden, elinden, dilinden, "dehşet" dolu klasik masalları eksik etmemekte fayda olabilir. Kırk yıllık hain kurt ve marifetleri, dilerim yavrularımızı kötülüklerden korusun....

Ve ellerini çocuklarımıza uzatan her türden sapkınlar, sapıklar, bu adalet sisteminde hak ettiğiniz cezayı almıyorsunuz, aldırmıyorlar size, ne söylesem ne kadar beddua etsem az. Dilerim ettiğiniz işkencelerin bin misliye karşılaşmadan canınızı teslim etmezsiniz.....      

5 Nisan 2014 Cumartesi

Şimdi Hayallerdesin AKM

İstanbul'lu okuyucularım, Atatürk Kültür Merkezi'ni hatırlar mısınız? "AKM'nin önünde saat filanca'da buluşalım" randevulaşmalarını, döner kapının ardına sıkışmış bilet gişesini, gişe holündeki tanıtım fotoğraf ve yazılarını, ancak 1 ay öncesinden alınan ve gösterim günü kapıda karaborsa bulunabilen biletleri, upuzun yükselen merdivenleri, merdivenlerin yan tarafındaki emektar sanatçıların eski mi eski fotoğraflarını, girişteki koltukları ..... ?

Yıllar yıllar oldu AKM'de harika bir konser dinlemeyeli, tiyatro perdesinin heybetle açılıp kapandığını görmeyeli, bale gösterilerinde müzik ve dansın muhteşem uyumunu yakalamayalı,  fuayede vakit öldürmeyeli, tuvaletinde sıra beklemeyeli......

Çeşitli sebeplerle biz sanatseverlerin elinden (ç)alınan, bir daha da ne zaman, ne şekilde geri verileceği, hatta verilip verilmeyeceği belli olmayan, evet belki köhne ama yine de iş görür sanat merkezimiz, Atatürk Kültür Merkezi'mizle ilgili Doğan Hızlan'ın bir yazısını okudum, yüreğim, ruhum cızırdadı yine.

Oraya az mı gitmişliğim vardır, bilet gişesinde az mı beklemişliğim vardır, annemle, annemsiz, arkadaşlarımla (evet kızlı erkekli), kardeşimle, eşimle, bazen yalnız, ama asla Defne'yle gidemedim. Defne, devlet eliyle yürütülen böylesi heybetli bir sanat merkezinden mahrum kaldı. Tabii parayı bastırırsak gidilebilecek "özel" sanat merkezleri de var ama uygun bir bütçeyle, devletten alınacak hizmet neden biz sanatseverlere çok görüldü, görülüyor?

Doğan Hızlan çok güzel ifade etmiş yazısında, AKM, artık bir polis merkezi halindedir. Toma'lar, akrepler, polis otobüsleri vs hep el altında, Taksim Meydanı'na, Gezi'ye bu kadar yakın üstelik. Tam da bulunmuş kaftan değil mi? Hani, "Yeni Türkiye" olarak tabir edilen ve içeriğini bilmediğim kavramın, tanımlarından biri midir bu?

Oysa sanat, kaliteli sanat, kültür kalitesinin de bir göstergesidir. Sanat merkezlerini kapatmak, sanat severleri, sanatçıları, kültürü cezalandırmaktan, tırpanlamaktan başka birşey değildir. Peki amaçlanan nedir?

Ben, bir vatandaş olarak, sanatsever olarak, İstanbul'lu olarak, Atatürk Kültür Merkezi'ni, eski halinden daha ihtişamlı, kullanışlı, verimli olarak geri istiyorum. Hakkım yok mu? Kadir Topbaş'ın, reklamlarında "daha yapacak çok işimiz var" diyordu, hadi artık sıra AKM'ye gelsin.....

 Bir ülkede akıl ve sanattan çok, servete değer verilirse bilinmelidir ki, orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır. (H. Friedrich)

   

2 Nisan 2014 Çarşamba

Bir Fincan Kahve?


Uzun bir süredir siyasi içerikli yazılar yazarak, bloguma biraz olsun nefes almaya gelenleri bunalttığımı biliyorum, aslında kendim de bunaldım bu durumdan. Yazmak istediğim çok başka yazılarım, paylaşmak istediğim tecrübelerim, tariflerim var, üstüste yığılılar.

Seçimler bitti ama aslında bitmediler, yeniden sayılan sandıklar, bazı illerde seçimin yinelenmesi talepleri, bir süreç de böyle devam edecek. Keşke şaibesiz bir seçim olsaydı, çöplerden çıkan, yakılmış-yırtılmış oylar olmasaydı, itiraz sonucu değişen "kazanan parti"ler olmasaydı. Her millet hak ettiği şekilde yönetilir derler, şaibe başta varsa bunun bizlere kadar sirayet etmesi de maalesef kaçınılmaz. Neyse geçelim bunları.....

Birer fincan kahve yaptım sana ve bana. Çok sevdiğim bir dostumun evlilik hediyesi olarak getirdiği fincanlara doldurdum, tepsiye dizdim. Dün gece uykum kaçtı yine, 2 saat kadar debelenip durdum yatakta nafile... Bugün, bu saate kadar da hayli koşuşturdum biliyor musun okuyucum? Hadi bu yorgunluk kahvesini birlikte içelim. Kırk yıl hatrımız olsun birbirimize......

1 Nisan 2014 Salı

Neden "Kaybeden" Taraftayım?

Dünkü yazımda, aklım erdiğince yerel seçimler ve "kazanan parti"ye oy veren seçmen kitlesi hakkında yazmıştım. Hadi bugün de kendimi yazayım. Lütfen genelleme olarak düşünmeyin, sadece kendi gerekçe ve önceliklerimi, herhangi bir önem sırası olmaksızın yazıyorum. Gerekçeleri okurken bundan önceki iktidarlarla da kıyaslamayın, neticede son 12 yıldır "% 50'nin oyuyla iktidarda kalan bir parti" vardı, birşeyleri değiştirmek için yeterli zaman ve güçtü bence.........

Akp'ye, girdiği ilk seçimden bu yana bir kez bile oy vermedim, vermeyi düşünmedim, böyle giderse de vermeyeceğim. Bu kararlarımdan da pişman değilim. Nedenlerine gelirsek;

Atatürk İlke ve İnkılaplarına bağlı bir parti değil. En azından bence değil. Başbakan'ın Siirt mitinginde söylediği gibi Andımızı kaldırmak benim açımdan bir başarı değildir. Andımız, nasıl algılarsanız o'dur. Benim algı açımdan birleştiricidir, güç vericidir. Ben, kendi ve çocuğum adına "Türküm, doğruyum, çalışkanım....." demekten gurur duyarım. Ha geldiğim kökler açısından gerçekte milliyetimden tamamen emin değilim, ne olduğunun da bir önemi yok. Doğruluk ve çalışkanlık kısmındaysa elimden geleni yapıyorum.

Laik bir devletin çatısı altında yaşamak istiyorum. İnsanlar laik olmaz devlet idaresi laik olur. Böylece devlet, barındırdığı tüm din ve mezheplere eşit mesafede kalır, hiçbir dinin ya da mezhebin önceliği, üstünlüğü vs yoktur. Devlet dairesine dolayısıyla devlet sistemine girdiğinizde vatandaş olarak "eşit" olmalısınızdır. Gerçek adalet bence budur.

Halkçılık ve devrimcilik de benim vazgeçemeyeceğim ilkelerdendir. Halkı korumak, kollamak, iyi ve kötü gününde birlikte olmak gerekir. Depremin ardından "orada fuhuş yapılıyordu" sözleri ya da "benim türbanlı bacım" sözüyle sadece bir tarafı kucaklayan bir yaklaşım halkçılıktan uzaktır. Devrimcilikse, devinimdir, devamlı gelişmek ve değişmektir, çağa ayak uydurmaktır, sorgulamak, her zaman daha iyisini, güzelini olumlusunu aramaktır. Statik olmamak, biat etmemek, sorgusuz sualsiz aynen kabul etmemektir. Bence, muasır medeniyete giden yol da budur.

Demokratik bir parti değil.  Aykırı en ufak bir sese, protestoya, fikir alışverişine açık değil. "Emir, demiri keser" mantığıyla ben ne dersem o'duru uygulamaya çalışıyor. Oysa demokrasi çok sesliliktir. Zülfü Livaneli'nin yıllar evvel bir yazısını okumuştum. Demokrasiyi, orkestraya benzetiyordu. Her çalgının yeri, zamanı, süresi vardır ve  bir de tüm enstrümanlara eşit mesafedeki orkestra şefi. Tüm bu seslerbirleştiğinde ahenk gelir, keyif gelir, bütünlük gelir. birinden vaz geçerseniz yerin dolduramazsınız. Bu yüzden, demokratik bir parti birleştirici olmalıdır, ayrılıkçı değil.

Şaibeler.  Bu güne kadar onlarca kaset, ses kaydı vs bir dolu şey çıktı, iddialar ortaya atıldı. Hiçbiri için tamamen gerçek ya da külliyen yalan diyemem, bilmiyorum, emin olamıyorum. Ama şunu diyebilirim ki, sinek küçüktür ve mide bulandırır. Ben, çorbamdan sinek çıksa içmeye devam edemem. Temiz bir tabakta yenisini isterim.

Adalet, Eğitim Sistemleri.  Halkçı bir parti, adalet ve eğitim sistemlerinin şeffaf, güvenilir, etkin çalışır olmasına dikkat etmelidir. Akp iktidara geldikten sonra değişmeyen yasa kalmadığı gibi eğitim sistemi de defalarca değişti ve çok eleştiriler aldı. Adalet, müllkün temelidir. İşte bu nedenle adaletin güvenilir olması şarttır, adalete güvenmediğiniz an, çıkan kasetlere, yapılan yargılamalara, verilen hükümlere de asla inanmazsınız, güvenemezsiniz ve bence halkı, "güven" olmadan birarada tutmak zordur.

Tarım ve hayvancılık politikası. Türkiye'de tarım bitti. tohumlarımızı İsrail'den alıyoruz ve hepsi hibrit yani bir sonraki sene o ürünün tohumundan ekim yaptığınızda ürün alamıyorsunuz. Kendi tohumumuzu üretmek de yasak. Peki biz, çocuklarımız, torunlarımız ne yiyoruz, ne yiyeceğiz? Kuş gribi iddialarıyla tavuklarımız itlaf edildi, bugün kime sorsam tavuk yemediğini söylüyor. Oysa tavuk, dar gelirli ailelerde bile etten önce tercih edilen nispeten alım gücüne daha uygun, bereketli bir gıdaydı. Tavuklarımız hormonlu, meyve sebzemizin tohumları hibrit ve son olarak "GDO" gerçeği. Mısır ve soya GDO'lu. Herhangi bir markete gidin ve aldığınız ambalajlı ürünlerin içeriğine bakın, soya ve mısın mutlaka çoğunda çıkacaktır. Neden GDO var? Türkiye, tarım ülkesi olmakla övünürdü, evet maalesef sanayi ülkesi olamadık ama en azından konya buğday ambarımızdı, sebzemiz meyvemiz hayvanımız bize yetiyordu. Kasaba gittiğimizde ellerimiz kollarımız dolu çıkabiliyor muyuz? Bazı evlere bayramdan bayrama, o da verilirse et giriyor. Yazık değil mi bize?

Malvarlığının kaynağı. Yukarıda yazdığım kaset iddialarının dışında parti üst yönetiminin mal varlığı şeffaf olmalı. Göreve gelmeden önce ve şimdi, aradaki fark açıklanmalı ve şaibeden kurtulunmak isteniyorsa hodri meydan, tv.ler gazeteler sizin......

Dini hassasiyetler reklam ve potansiyel oy muamelesi edilmemeli. Şahsi anlamda düşüncem imanın, ibadetim "gizli" olması yönündedir. Bu yüzden dini vecibeler yerine getirilirken boy boy fotoğraf çektirmeler, bunların yayınlanması ve bunlar dolayısıyla "oy" kazanılması bence etik değildir. Dünkü yazımda daha detaylı bahsettiğim gibi "türban" bu anlamda en çok kullanılan potansiyeldir, ama "türbanlı kadınlar" ne kadar "özgür"leştirilmiştir?

Devlet, teröristle masaya oturmaz.  Terör, içimi en acıtan, uykularımı kaçıran bir derdim. Ama bu derdin çözümü teröristle masaya oturmak ve bizlere açıklanmayan vaadlerde bulunmak değildir. Elbet bir çözüm olmalıdır, bulunmalıdır, ama bu çözüm kamu vicdanına da uygun olmalıdır. "Açılım nedir?", neler vaad edilmiştir? , açılımda gelinecek son nokta nedir? bilen varsa beri gelsin.....

Kötü söz, sahibinindir. Siyaset zor, devamlı gözönünde olmak zor, kabul ediyorum, ama üslup böyle olmamalı. Demokratik bir lider, "ananı da al git." , "babamın malı gibi satarım" ,"ayyaş", "çapulcu", "yüzde elliyi evde zor tutuyorum" gibi tabir ve tehditleri kullanmamalıdır.

İnşaat Sektörü.  Evet çok gelişti, iş ve konut imkanı sağlandı ama en azından İstanbul açısından siluet bozuldu, trafik arttı, alt yapılar yetersiz kaldı, yeşil alanlarımız azaldı. Kendi adıma çocuğumla, AVM'ye gitmek yerine parka gitmeyi tercih ederim. Bir diğer örnek de 3. köprü, aslında bu upuzun bir başka yazımın konusu olacak, küçüklüğüm Sarıyer, Rumeli Kavağı taraflarında geçti çünkü. Orada talan edilen ormanlar, harap olan doğal kaynaklar beni üzüyor. 3. Köprü yerine başka bir çözüm olamaz mıydı? En azından İstanbul açısından toplu deniz taşımacılığı neden bu kadar seyrek ve çok pahalı?

Düşünsem eminim daha bulurum yazacak birşeyler, ama şimdilik bu kadar. Dilerim artık, bir sonraki yazım daha keyifli, daha az ciddi ve kısa olur......

Sabır gösterip okuyanlara teşekkür ediyorum,  
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac