Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



28 Şubat 2014 Cuma

Fondü

Babam geçenlerde, yıllar evvel Almanya'dan aldığı bir yemek kitabını getirdi. Kitabın kapağında "fondü" resmini görünce, birden aklıma geldi. Annem bir zamanlar kardeşimle bana fondü yapardı diye düşündüm. Neden şimdi yapmıyoruz?

Annemin çok takdir ettiğim ve uygulamaya çalıştığım hayat görüşlerinden biri, "çocuklar imkan ölçüsünde evde görmeliler"dir. İşte bu yüzden üşenmemiş, bu küçük çocuklar fondüden ne anlar dememiş, evimizde uygulamıştı bu yemek stilini. Annemin uyguladığı şeklinde, fondüde sosis ya da sucuk pişirir, ekmek ve salatayla yerdik. Kardeşim de ben de bayılırdık fondüye, adeta bayram havası eserdi evde. Eski fondümüzün üst kısmı kaybolmuş, altı da perişan bir haldeydi, bu yüzden yeni bir tane almam gerekiyordu. Tam da sevgililer günü haftasında Defne bir gün yuvadayken, Mudo'da rastladım fotoğrafta gördüğünüz şahane modele. Hem de indirimde. Hemen aldım, internette fondü tariflerini kurcaladım vs derken, evimizin damak zevkine uygun birşeyler yarattım kendimce.

Neticede sevgililer günü akşamı Defne sultan uyuduktan sonra eşimle kadehlerimizi doldurup geçtik fondünün başına. Önceden haşlayıp dilimlediğim sosisleri ve yine dilimlediğim simidi fondünün içindeki erimiş peynire batırdık. İnanılmaz güzel bir lezzetti. Elini yakmayacak ve kendini besleyebilecek duruma geldiğinde eminim Defne de bu işi sevecek.

Ben, fondüde çikolata yapmayı tercih etmiyorum, nedense akşamın o saatinde çikolata bana ağır geliyor, tercihe bağlı tabii.

O gün bugündür, fondüde sucuk ve köy peyniri de kızarttık, salon biraz koktu ama olsun artık o kadar değil mi?

Aslında sadece akşamları değil sabah kahvaltısında da uygulanabilir bu iş. Soğuk bir kış sabahı yanında çayla, erimiş peynire simidini batırmak istemez mi insan?


Malzemeler (maalesef göz kararı):

- Bir miktar eski ve taze kaşar (rondodan geçirilmiş)
- 1 yemek kaşığı un (silme)
- Taze çekilmiş karabiber
- 200 ml süt kreması
- 1 diş sarımsak

** peynirli karışıma batırmak için dilediğiniz yiyecekler. (haşlanmış sosis, baharatlı ekmek, dirice haşlanmış patates vs)

Yapılışı: 

Rondodan geçirdiğiniz peynirlere un ve karabiberi ekleyip iyice harmanlayın. Sarımsağı ikiye bölüp hem küçük tencerenizi hem de fondünün tenceresini sıvayın. Süt kremasının tamamını küçük tencerenize alın ve kaynamasına izin vermeyecek kadar ısıtın. Isınınca yavaş yavaş peynirli karışımı ekleyin, karıştırın. Peynir eriyince, karışımı fondü tencerenize aktarın. Fondünün altını kısık ateşte yakın.

Afiyet olsun,

Not: Burada anlattığım fondünün klasik, İsviçre modeli değildir, o tarif tamamen farklıdır.
 

26 Şubat 2014 Çarşamba

Dede'm- Paris'te Bir Terzi Yetişiyor

Dedem, yani babamın babası çok takdir ettiğim, özendiğim, gurur duyduğum insanlardan biridir. Bugün, onun "hikaye"sini bildiğim kadarıyla anlatmak istiyorum.

Dedem, 1910'da Urfa'da doğmuş. Annesini küçük yaşta kaybetmiş. İşte bu yüzden, annem öldüğünde beni diğer torunlarından daha farklı kucaklar, bana bakınca gözleri dolardı. Yaşayan bilir, anlardı çünkü. Birinci dünya savaşı ve ardından Urfa'nın düşman askerlerince işgalini bizzat yaşamış. O yıllar tüm kardeşleri ve kendisi okul çağındaymış, ama babası savaşta varını yoğunu kaybedince çocukları okuldan almış ve her birini farklı zanaatkarların yanına yerleştirmiş. Dedemin kısmetine terzilik düşmüş.

Dedem, terzi atölyesinde çalışmış çalışmasına ama bir yandan bu işin böyle gitmeyeceğine kadar vermiş ve kafasına Paris'e gidip terzilik öğrenmeyi koymuş. Koymuş da o günün koşulları, Fransızca'nın f'sini bilmemesi, maddi imkansızlıklar derken daha Urfa'dayken bir Musevi'den Fransızca dersler almış. Ve neticede bir gün gemiye atlayıp Fransa'nın yolunu tutmuş. Paris'te kendisi gibi Urfa'lılarla tanışmış, kaynaşmış ve araştırarak kendisine uygun bir terzilik okulu bulmuş. Hem okumuş hem çalışmış, diplomasını almış ve memleketine geri dönmüş.

Terzi atölyesini açması, babannemle evlenmeleri, önce 3 erkek çocuk ardından çok istedikleri kız çocuklarına kavuşmaları. Dedemin, bitmek tükenmek bilmeyen maceraları derken çocuklar okuma çağına geldiklerinde her birini okullara yazdırmış. Kendince hepsine destek olmuş. Babam, Haydarpaşa lisesi'ne yatılı olarak gitmek istediğinde ona engel olmamış, izin vermiş, üstelik sene 1960'ların sonu. Küçük amcamı Gaziantep'te yatılı okutmuş ve en önemlisi de halamı İstanbul Notre Dame De Sion'a yatılı göndermiş. O zamanların şartlarında, şimdilerde bile "doğulu" gözüyle bakılan dedemin, "kız" çocuğu için bu kadar açık fikirli olması bence gurur duyulacak ve örnek alınacak birşey. Bana deseler ki bugünün şartlarında Defne'yi bir başka şehir ya da ülkede okut, valla maddi tarafı bir yana, manevi açıdan milyon kez düşünür, sekizyüz kez pimpiriklenirim.  

Neyse, çocuklarının her biri okumuş, saygın meslekler edinmişler. Bu arada dedem, Urfa'da meşhur bir terzi olmuş, Paris diploması, yeteneği, ince zevki, çalışkanlığı bunda büyük pay sahibi, tabii babaannemin desteğini göz ardı edemeyiz. O zamanın şartlarında, yaşları birbirine çok yakın 4 çocuk, bir koca, yakın akrabalar derken kadıncağız da hayli mücadele vermiş.

Öyle böyle derken, kumaş almak ve sonrasında çocuklarının okulu nedeniyle gel gitler neticesinde İstanbul'u benimsemişler. Önce Aksaray'da bir daire tutmuşlar ardından evlerini satın alıp yerleşmişler, Dedem, yaşlandığı için terzi atölyesini kapatmış.

Ben onu tanıdığımda çalışmıyordu, kısık sesle söylediği Fransızca şarkıları dinlemeye bayılırdım. Annemle babam boşandığında üzerimde manevi baskı kurup onları barıştırmamı istemeyen ender insanlardandır, bu yüzden de kalbimde ayrı bir yeri vardır. Hele hele babaannemle mutfağa girip imece usulü en meşakkatli yemekleri yapışları, bir gün bile kavga ettiklerini görmemem, çocuk ruhuma en güzel işleyen anılardandır. Dedem de tıpkı büyükbabam gibi Atatürk hayranıydı. Eminim işgali bizzat yaşadığı, acılarını hissettiği içindir. Bir de harf inkılabını çok desteklerdi, Latin harflerini öğrenmenin ne kadar kolay olduğunu, kendisinin çok zorluk çektiğini anlatmıştı bir kez bana..

Dedemi, 2007'de düğünümden birkaç ay evvel kaybettik. İsterdim ki bugünkü aklımla, merakımla hayatını bir kez de onun ağzından dinleyim....Amma velakin ah dedem, ah büyükbabam ikisi de anlatmayı değil, dinlemeyi severlerdi....

24 Şubat 2014 Pazartesi

Kakaolu Islak Kek


Ben küçükken bizim evde her haftasonu bir kek pişerdi. Gerek hafta içi sabahları gerekse okul dönüşü yer bitirirdik o mis gibi kekleri. Kek hamurunu hazırlayan annemi sabırsızlıkla bekler, kabın dibinde kalan malzemeyi kaşıklamayı çok severdim. O zamanlar çiğ yumurtadan korkmazdık, ne yazık sanki yüzyıl öncesinden bahsediyorum değil mi?

Defne de eşim de kek insanı değiller. Sevmediler, sevdiremedim.... E bize misafir de pek gelmediği için kek işi iyice rafa kalkmıştı. Ta ki Defne, kakaolu mamullere dadanana kadar.

Sibel'in Kahvesi severek takip ettiiğim bloglardan biri. Bu tarif de ona ait. İçinde çiğ yumurta olmaması ve iki bardak süt kullanılması benim gibi "titiz" bir anne için bulunmaz oldu. Velhasıl pişirdim, yedim, yedirdim, bizim evde geçer not aldı. Tarifi aynen uyguluyorum, yalnız bir paket kabartma tozu kullanıyorum ve son aşamada sütü dökmeden önce keki 10 dakika oda sıcaklığında dinlendiriyorum.

İster ılıkken ister soğukken yiyin inanılmaz bir lezzet. Browni gibi birşey. Yazın yaptığımda ılıkken yanına bir top vanilyalı dondurma koymayı planlıyorum.

Deneyin, pişman olmayacaksınız !


21 Şubat 2014 Cuma

Teneşir "Parti"nizi Nasıl Alırdınız?

Anneannemin kuzeninin oğlu öldü pazar günü, aniden, 55 yaşındayken, kalp krizinden. Geride eşini ve 20'li yaşların başındaki kızını bıraktı. "Yakın" mıydık, değildik, "uzak" mıydık, sayılmaz, velhasıl her ölüm gibi iç burkan, insanı anılarına götüren, empatiyle içini kavuran yanları yok değildi. Biraz vazife birazsa kalan yakınlarımın hatrına, uzun zaman sonra gittiğim ilk cenaze oldu, kabristan faslını da dahil edersek bayağı "engel"li bir maratondu benim için. Çünkü artık ruhum kaldırmıyor böyle olayları.

Gördüğüm ilk cezane merasimini hatırlıyorum, küçük sayılırdım, üzülmüştüm ama havada bir üzüntüydü, taa yüreğimin içinde değil. Annemin yaşadığı üzüntü daha çok koymuştu bana mesela. Annemin cenazesine kadar beni derinden yaralayan bir merasim de olmadı. Klasik Emirgan camiinde kılınan namaz ve ardından Emirgan mezarlığındaki aile kabristanına gidip, ölen bedeni toprak anasıyla buluşturma. Bir yanını orada bırakarak sığamadığın evlere dönüş.... Bir tek büyükbabamınki farklıydı, son dileği üzere Selimiye'de kılınmıştı namazı, sonrası aynı mekan.

Düşündüm de, dünkü cenaze merasimi öncesinde son 3 yıldır bu "iş"lere uzak kalmışım. Oysa bir dönem, üstelik 20'li yaşlarımın ilk yarısında neredeyse her hafta bir cenazeye katılırdım büyükbabamla. Üstelik isteyerek, koşarak, uçarak. Annemin ölümünden sonra iyice içiçeydim büyükbabamla, aynı evi paylaşmaktan öte, aynı acıyla kavrulup birbirimize belli etmeden "mutlu" rolü oynardık. Kendisi de yaşlıydı, sınıf arkadaşları birer ikişer ölüyordu, "sıra" ona da geliyordu. Gerçi böyle demek saçmadır, yine tecrübemle sabittir ki insanoğlunun hesabı ile yaradanın hesabı asla birbirini tutmaz. Telefonda falanca yaşlı akrabanın ölüm haberini almayı hesap ederken hiç beklemediğin bir "sürpriz"le karşılaşabilirsin.

Öyle ya da böyle her hafta birileri ölürdü, ben de büyükbabam yalnız kalmasın diye, ona moral olsun diye takılırdım peşine. Bir de, önce camiden ardından mezarlıktan, kolkola çıkarsak onu Azrail'den söküp alabileceğimi düşünürdüm, saf saf, hani ben gençtim ya gençler yapabileceklerini sanmalarıyla meşhurdurlar.... Tüm dertleri, ağlamaları, yalnızlığı gerimizde bırakırdık sanki arabaya binip uzaklaşırken. Ama biliyordum ki bir gün Selimiye avlusunda yanımda tontonum olmadan dimdik ayakta durmam gerekecek. Ve işte o gün geldiğinde, nerelere sığacak, kime yaslanacaktım?

Annemin deyimiyle "teneşir partisi" dir cenaze törenleri. Gözlem ve bunca tecrübeye dayanarak, birinci derece yakınlar dışında herkes için öyle böyle birşeydir. Dünkü de işte aynen öyleydi. Cami avlusunda elinde telefon konuşanlar, fotoğraf çekenler mi dersin, bir gün evvelin maçını tartışanlar, güneş gözlükleri arkasında birbirini süzenler, derin sohbetlere dalanlar, hele kıyafetler, dün taytla gelen bile gördüm. Oysa orada bulunma amacı, son bir dua okumak, ölüyü mümkün oldukça "iyi" anmak, kalanlarına manen destek olmak, belki biraz iç sesini dinlemek, bir an için bile olsa gündelik telaşlarını avlunun dışında bırakma saygısını gösterebilmek, davranışınla giyiminle bir tören havası içinde olmak.... Mezarlıktan 100 metre uzakta birbirine "Hadi Sütiş'e gidiyoruz" diye neşeyle seslenen tipleri pataklamamak için olgunluğun zirvelerinde gezinmek gerekmez mi sizce de? Evet belki abartıyorum, belki çok şekilciyim ama ne yapalım ben de bunu gördüm ailemden.

"Teneşir partisi" lafı rahmetli anneciğime aitti. O, bu gerçekle benden çok çok daha evvel yüzleşmiş ve kendince ti'ye almıştı. Hakikaten de kimileri için "acı"yla dolu olan bu "iş"ler kimileri için "teneşir parti"si havasında geçer öyle değil mi?

Peki ya biz kalanlar?? "Teneşir parti"nizi nasıl alırdınız efendim?.....

18 Şubat 2014 Salı

Laf Aramızda

Defne'nin "yuva günü"ydü bugün. Yani bol koşturmalı, alternatif programlı bir gün benim için. Yok yuvanın önünde park yeri bulursam şöyle şöyle yapacağım, yok park yeri bulamazsan diğer işleri yapacağım dediğim. 2,5 saatlik bir zaman dilimine sığdırmayı planladığım yapmak istediklerim.

Kısacası koşturdum yine bugün, çok şükür keyifle, yapmayı tasarladığım tüm işlerim yolunda giderek. Hatta öyle bir ayarladım ki, son 45 dakikayı en sevdiğim kafelerden birinde açık havada çay içip günlük gazetemi okuyarak geçirdim. Aman maşallah diyorum ve Defne'nin halen hafif hafif akan burnunu, bazen köh köh öksürüğünü esss geçiyorum. ....

Günlük gazete kısmı aslında tam bir facia öyle değil mi? Zaten rezalet olan gündemi bir kez daha gazeteden okumak neyin keyfi, bundan böyle üst üste dizilmiş "okunması gereken" kitaplarımı çantamdan eksik etmesem hayatıma olumlu bir katkı yapacağımı düşünüyorum. 

İstanbul lodosu tam da baş ağrısı yapmak üzere beynimi yemeye hazırlanırken, bense ona aldırmayıp gazeteme gömülüp çayımı yudumlarken, onca feci haberin yanıbaşında Brad Pitt ile eşi Angelina Jolie'nin bir fotoğraflarına rast geldim. Ve işte o an sevgili okuyucum yüreğim ışıdı, baktım, tekrar baktım, sayfalar sonra geri geldim tekrar baktım fotoğrafa. Bir adam yaşlandıkça bu kadar mı yakışıklı olur diye düşündüm, taşındım, yanıt bulamadım. Hatta sanki, gençliğinden daha yakışıklı buldum. (Merak edenler için fotoğraf burada.)

Ve tam da günümün en güzel dakikalarındayken çalan telefonum, ardından ailemden yine genç bir ölümün haberini alışım, işte tam da o an şiddetlenen sevgili migrenim, "bizim ailenin genç ve ani ölümleri meşhurdur" diyip telefonu kapamam, ben ölürsem kim gelir cenazeme, gerçekten yüreğinden kopup kim ağlar ardımdan vesair cevapsız düşüncelerim, Defne'nin yuvasına yetişmem derken...... kalbim attıkça bana anlam veren güzelliklere sahip olduğuma, yapılacak işler listemin hepdolu olmasına, yalnızlıklar ve haksızlıklar içinde de olsam bir şekilde hayata tutunma azmime binlerce kez şükredişim.... ardından, dünyevi yüklerinden kurtulmuş bir bedene hiçbir şey ifade etmeyip, biz kanlı canlıların kıymetini bilmediğimiz onca güzellikler.... hayır, hayat güzel, hayat yaşanacak, tutunulacak, mutlu olunacak, mutlu edilecek, seven sevilecek, istemeyen uğurlanacak..... düşünceler birbirini kovalarken,,,,,,,,,,,,

Laf aramızda sevgili okur, şu Brad Pitt neden bu kadar yakışıklanmış? 

14 Şubat 2014 Cuma

14 Şubat 2014

Sabah 6,5 itibariyle bizim evden manzara işte şöyleydi; haftasonu geldiği için (evet artık buna inanıyorum Defne sadece haftasonlarını hasta geçiriyor) Defne'nin burun akıntısı yine başlamış, başlamakla kalmamış, maşallah gürül gürül. Eşim deseniz, iki gündür boğazı korkunç ağrıyor, ama bir şekilde direniyor. Bense en pejmürde halimdeyim, pijamalarım üstümden düştü düşecek, o denli salmışım kendimi.

Bir yandan kahvaltıyı hazırlamak, diğer yandan Defne'nin ağzına kadar inen sümükleri silmek, öte taraftan ağzını kocaman açıp elinde tuttuğu fenerle bademcik muayenesi yapmaya çalışan eşimi gözlemek derken fark ediyorum ki bugün 14 Şubat, Sevgililer Günü. Gerçi bir akşam evvelden konuşmuştuk eşimle, sağolsun her sene söylediği gibi, "biz sevgili miyiz, sevgililer kutlasın" dı bugünü. Bence de makuldü, biz artık sevginin çok başka boyutlarındaydık. Romantik bir akşam yemeği şöyle dursun, yakamızı bırakmayan yuva hastalıklarından, bir haftasonu ailecek ev gezmesi bile yapamaz haldeydik kaç zamandır.

Velhasıl Defne'ciğimin 38. ayına da denk gelen bugün, sabah herkes birbirine klasik iyi günler dileyerek evden ayrıldığında yaşamnotlarım ailesi için sıradan bir gündü.

Amma velakin arabanın direksiyonuna geçip de radyoyu açıp da, her yandan "sevgililer gününüz kutlu olsun" cingıllarına maruz kaldığımda durumumuz bana koydu. Özel gün ve yıl dönümlerinden fellik fellik kaçan, hatta pek de haz etmeyen ben, "kahpe kader" diye geçirdim içimden. Kızımın burnu deli gibi akıyor, eşim hasta oldu olacak, ben artık bıkmış durumdayım, nedir bu, basit ve anlamsız da olsa sevgililer günü kutlamak bize neden haram ayol?

Bu düşüncelerle Defne'ciği yuvaya bırakıp eve döndüğümde, kapının çalan ziliyle irkildim. Sabahın o saatinde kim gelirdi ki demeye kalmadı, ufak tefek bir adam elinde güzelim bir çiçekle karşıma dikiliverdi. İşte o an sevgili okur, benim bittiğim, yüreğimin eridiği, sıcacık hislerin benliğimi doldurduğu andı. Uzatılan kağıdı imzalayıp mis gibi kokan çiçeğime kavuştuğumda, adamcağız "kimin gönderdiğini sormayacak mısınız?" diyiverdi. "Hay senin be adam" demek üzereyken, "eşim göndermiştir, sağolsun çok incedir" diyen sesim beni bile şaşırttı....  

Gayet sıradan hatta coşkusuz başlayan bugünün böylesine tatlı bir sürprizle ışıması, yüreğimin yumuşaması, mutlu hissetmem bana çok ama çok iyi geldi. Dilerim bu iyi hal ve gidişat evimizin genel sağlık sorunlarına da olumlu yansır.

Bu yazıyı okuyan her kimse, sevgililer günü demek illa ki kocanla, sevgilinle kutlayacaksın demek değil bence. En sevdiğin kimse bu dünyada, gidip ona sarılacaksın demek, nicedir aramadığın en can dostunu arayacaksın demek. Gerisi hakikaten boş.....

12 Şubat 2014 Çarşamba

Ellerin Kırılsın (mı) Süleyman !?

Muhteşem Yüzyıl takip ettiğim tek yerli dizi. Yok "ecdadımıza hakaret ediyor"muş, yok "gerçekliği bulunmuyormuş"vb. iddialarından ve "tarihi ders alma" telaşından uzak, sadece güzel insanların, harika kostümlerin, son zamanlarda pek beğendiğim doğal görünümlerin, renk kalitesinin tadını çıkara çıkara doyasıya geçirmeye çalıştığım, tam da hafta ortasında "moral" gecemi süsleyen dizim.....

Takip edenler biliyorlar, bu akşamki dizide baba Kanuni, oğlu Mustafa'yı boğdurtacak (ve ardından dizide gösterilir mi bilmiyorum ama Mustafa'nın oğlu'nu da boğdurtacak-sadece 7 yaşında-, varis kalmasın hesabı). Biz izleyicilerin aylardır merakla beklediği, internetten takip ettiğim kadarıyla binbir özen, masraf ve çabayla çekilen bu sahneler bizlere ne hissettirecek?

Yıl 1553, 2014'ün kafasıyla o yılları, o yıllarda verilen kararları bence sorgulamamak, hatalı ya da doğru bulmamak gerekir. Herşey çok değişti, o yıllar elektrik bile yoktu düşünsenize, evlerde su, bırakın insan haklarını kadın hakları, "modern" hayatta alışık olduğumuz, bizlere ezelden beri varmış gibi gelen onca temel ihtiyaç, anlayış hiçbiri yoktu.

Evrensel değerler ve yüzyıllarca değişmeyecek gerçekler açısından sorgularsak, bir babanın oğlunu öldürtmesi bence dünyanın sonunu getirtecek nitelikte kapkara bir olaydır. Amma velakin, iktidar, iktidar olma hırsı, "sadece ben" olma mücadelesi 2014'te bile bizlere yabancı olmayan, uğruna herşeylerin silinip süpürüldüğü bir amaç değil mi?

Kaldı ki, bu çok "modern" çağımızda hala çocuk yaşta kızlarla evlenebilecek adamlar varken, hala sonsuza kadar iktidar kalma hırsı varken, bunca teknolojiye insanlar çok basit gerekçelerle özgürlüklerinden mahrum edilebilirken, "modern" bireyler birbirlerini sokak aralarında döverek öldürebilirken, 1553'te yani bundan neredeyse 450 yıl evvel bir baba oğlunu öldürtmüş, çok mu?

Evet çok ya da hayır değil.... herşey vicdanınıza, olaylara bakış açınıza kalmış.....

not: bir tarihçinin gözüyle bakmak isterseniz, buraya tıklayın.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Kakaolu Muzlu Kurabiye


Defne hanım Komşu Fırın'ın, parça çikolatalı kurabiyesini son birkaç kez iştahla, mmmm'lanarak yiyince, bari şu kurabiyeyi evde yapayım, çikolata yerine kakao koyayım, daha sağlıklı ve besleyici olsun diye düşündüm. Düşündüm de, ben kurabiye yapamam ki, yani yaparım da hep rezalet birşey olur. Neyse düşündüm taşındım, araştırdım vesair derken, kendimce "güvenilir" bir tarif buldum, malzemeler zaten vardı.

Bir pazar ikindisi, eşim ve kızımı salonda oyun hamurunun başında bırakıp kurabiye işine koyuldum. "Aman hamur tutana kadar Defne'yle ayağıma dolanmayın" diye de eşimi tembihledim. Veeee daha ilk aşamada tosladım. Hamur bir türlü kıvam almıyordu, şeker içinde pütür pütürdü, ateş bastı, yeleğimi çıkardım (klasik kurabiye hallerimden biri), derken eşim geldi mutfağa. "Hamur nasıl" sorusuna cevap alamayınca, mutfak tezgahında sabahtan kalmış Defne'nin muzunu göstererek, "keşke kalmasaydı yiyeyim mi" diye sordu. İşte o an şimşekler çaktı, "sen ver bakayım o muzu" deyip yarım muzu hiç düşünmeden attım hamurun içine ve mucize eseri hamur istediğim hal ve şekli aldı. Ardından buzdolabında dinlendi, anneciğimle kullandığımız kalıplarla kesildi, yağlı kağıda dizildi ve fırına verildi.



Kurabiyeler pişerken fırından gelen koku harikaydı. Henüz ılıkken biz çayın, Defne ıhlamurunun yanında yedik. Özellikle Defne bayıldı, hatta kendisini kaybedip o kadar çok yedi ki, akşam yemeğini sığdıracak yer kalmamıştı küçük göbecikte.....

Malzemeler: 125 gr tereyağ, yarım su bardağı toz şeker, çeyrek su bardağı pudra şekeri, yarım anamur muzu, 1.5su bardağı un, 1 dolu kaşık kakao.

Yapılışı: Oda sıcaklığındaki malzemeleri yukarıda verilen sırada yoğuruyoruz. Ele yapışmayan bir hamur elde ediyoruz. Hamuru 10 dakika buzdolabında dinlendiriyoruz. Ardından dilediğimiz şekilleri verip, 170 derece ısıtılmış fırında 15 dakika pişiriyoruz. (kurabiyenin hızlı piştiğini, fırından çıktıktan sonra da pişmeye devam ettiğini unutmuyoruz)

Afiyet olsun !
 

6 Şubat 2014 Perşembe

Bir Kadın Dört Çocuk

Beşiktaş minibüsünün kapısı açıldı, önce, kardeşlerinin aksine bembeyaz toparlak yüzlü bir çocuk bindi, meraklı ve minibüse bindiği için mutluluktan parıldayan gözleri vardı. Arkasından kendisine hiç benzemeyen 3 esmer kardeşi ve annesi bindiler. Bir kadın dört çocuk, toplam beş kişi...  İki kişilik para ödediler, ayakta seyahat ettiler. Çok çok esmerlerdi ve maalesef biraz da kokuyorlardı. Uzamış tırnaklarının içleri simsiyah, saçları yağdan yapışmış, analarının arkasında yavru ördek gibi...   6-7 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kız çocuğu pek bir cingözdü, ağabeyini ittire ittire boş yere geçmesinden belli, zehir gibiydi. En küçükleri 4 yaş civarındaydı, hiçbirinin sesi soluğu çıkmıyordu.

Sabahın o saatinde okulda olması gereken o çocuklar, annelerinin peşine takılmış, bu pejmürde halleriyle nereden gelip nereye gidiyorlardı acaba? En büyükleri, devamlı inip inmeyeceklerini soruyordu annesine, demek bilmediği bir yerdeydi çocuk. İlk binenleri, hayran hayran minibüsü ve şoförü seyrediyordu, o kadar huzurluydu ki, ona bakmaya doyamadım.

Bir kadın dört çocuk bindiler minibüse, koca baskısıyla, kürtaj korkusuyla, her ne ise bir şekilde dört çocuğu vardı bu kadının, ama "bakamadığı" da aşikardı. En basitinden temizlik ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumdaydı çocukların. Kaldı ki gıda, eğitim, sağlık... ? Bir simidin 1,40 lira olduğu İstanbul'da bir kadın dört çocuk beş kişilerdi, 5,60 lira ediyordu, katıksız, simitli bir öğün. Okul masrafını varın siz hesaplayın....  

"Doğur bacım, sen bakamazsan ben bakarım" lafının bir çırpıda söylendiği ama içinin boş bir balon olduğu canım ülkemde bir kadın + dört çocuk.... Söylemesi ve yapması kolaydı da ardından gelen bakması zordu işte....

Ve minibüse ilk binen çocuk, ilk inen oldu. Anası ve kardeşleri uzaklaşırken, minibüsün kapanan kapısına ve uzaklaşan silüetine uzun uzun baktı, ben de ona baktım, mutluluk dolu gözlerine ve diledim ki, "kader" bu yavruya gülsün...

3 Şubat 2014 Pazartesi

2 İnsan 2 Yaşam

Ben bugün aşağıda linkini vereceğim röpörtajları okudum, ağladım, gözlerim doldu vs vs... İster benim duygusallığıma verin ister kendiniz okuyup karar verin ....

İşte 2 insan 2 yaşam;

Tuğamiral Aziz Çakmak, 50 yaşında akciğer kanseri olduğu gerekçesiyle tedavi amacıyla " cezası ertelenen ve tahliye" edilen bir subay ve ailesi....

Doğum gününü kutlamayan adam Metin Feyzioğlu, Barolar Birliği Başkanı.....

"Vefa", bir başka yazımın konusu olacak. Zaten günlerdir kafamın içinde tilki tilki geziniyor yazımın taslağı. Bitiş cümlesi de şöyle olacak "vefa........ bazılarımız için tek anlamı İstanbul'da, boza satılan bir semt."
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac