Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Nisan 2010 Cuma

Mudanya

Ne zamandır Mudanya, Bursa, Cumalıkızık turlarına katılmak istiyor ama bir türlü fırsat bulamıyorduk. Bir de itiraf edeyim, kültür turlarının koşuşturmasından, gruptaki diğer insanların sürekli bekletmesinden, yerli yersiz verilen çay-sigara molalarından ve gece yarısı İstanbul’a dönmekten sıkılmıştık.


Bu sene Ulusal Egemenlik Bayramı 3 günlük bir resmi tatil olduğundan, kendi turumuzu düzenleyelim dedik ve internetten nereleri gezebileceğimizi, neler yapabileceğimizi araştırarak yola koyulduk.

Ne yalan söyleyeyim, insanın kendi organize ettiği tur kadar iyisi yokmuş. Canımız istediğinde mola verdik, canımız istediğinde yemek yedik ya da dinlendik. Velhasıl biraz daha pahalıya gelse de gönlümüzce gezerek dinlendik ve Pazar günü makul bir saatte İstanbul’a döndük.

İstanbul’dan yola çıktığımızda ilk hedefimiz Mudanya’ydı. Aldığımız yol tarifine göre, Yalova-Bursa otoyolunda Gemlik’i geçtikten sonra, Kurşunlu sapağından içeri girmek ve Güzelyalı-Mudanya tabelalarını takip etmek gerekiyor. Maalesef anayola “Mudanya” tabelası konulmamış, oysa Mudanya Mütarekesinin imzalandığı bu şirin sahil kasabasını ana yoldakilere hatırlatmak bence iyi olurdu. Neyse…

Bahsettiğim sapaktan içeri girdiğimizde bizi, sapsarı çiçekler ve yemyeşil ağaçlarla kaplı dar bir yol karşıladı. Otobandan sıkıldığımız ve doğayı çok sevdiğimiz için bu yol, sanki cennete giden yoldu bizim için. Bir de biraz ilerleyince leylekleri görmeyelim mi! Daha ilk andan çok keyif almaya başladık turumuzdan. Güzelyalı’ya yaklaştıkça yol virajlı olmaya ve yer yer deniz manzaraları görmeye başladık. Yemyeşil bir doğa, çiçekler ve masmavi deniz… daha ne isteyebilir insan?

 
Güzelyalı’yı geçince Mudanya’ya ulaştık. “Mudanya” denince aklıma Mudanya Mütarekesi geliyor. Tarihe meraklı olduğumdan mı yoksa bu şekilde aklımda yer ettiğinden mi bilemiyorum. Aslında biliyorsunuz Mudanya, Bursa’nın Marmara denizi kıyısındaki bir ilçesi. Küçücük bir yer. Ama cıvıl cıvıl. Her yer bayramı kutlayan küçüklerle dolu, etraf bayraklarla donatılmış. Havanın da iyi olmasını fırsat bilen halk ve bizim gibi turistler sahilde dolaşıyor, çay bahçeleri ve balıkçılar dopdolu.




İlk durağımız Mütareke Evi’ydi. Önce kapalı olduğunu görüp kapısından döndük, meğer saat 13:00’da açılıyormuş. Biz de bu fırsatı yemekle değerlendirelim deyip, methini duyduğumuz “Abla’nın Yeri”ne gittik. Burası içkisiz bir balık lokantası. Gayet mütevazi ve temiz bir yer, garsonlar ilgili ve hemen sahil şeridinde. Hamsi, deniz çipurası ve salata yedik. Taze ve lezzetliydi yediklerimiz, hesap da makuldü.

Yemekten sonra, sahilde martıları seyrederek, Mütareke Evi’ne gittik. Burası bembeyaz, iki katlı bir yalı. Üst katı ziyarete kapalı. Alt katta, toplantının yapıldığı oda ve İsmet İnönü Paşa’nın çalışma odaları görülebilir. Fotoğraflar, anı niteliğinde eşyalar, belgeler görmeye değer. İçeride nedense fotoğraf çekilmesi yasak. Oysa bence çekilmeli ve yayınlanmalı ki bizim için bu kadar önemli olan “Mudanya”, anayol tabelalarında da yerini alsın. Eski bir Osmanlı köyü olan “Cumalıkızık” tabelası eğer anayoldan görülüyorsa, bence Mudanya’nın da görülmeye hakkı var….
 
Mudanya Mütarekesi, Kurtuluş Savaşı sonunda imzalanan ateşkes anlaşması. Gayet çetin geçen görüşmeler sırasında, bir an sinirlenen ve odayı terk edip çalışma odasına geçen temsilcimiz İsmet İnönü’nün, hırsından üzerinde ayna bulunan mermer bir konsolu yumrukladığı ve mermeri çatlattığı biliniyor. İşte o konsol ve tarihi çatlağı bu evde sergileniyor. Etkilenmemek mümkün değil.
 

Evin hemen karşısındaki Mütareke Anıtı, İsmet Paşa’nın anıtıdır. Ev ve anıt arasında ise ağzında zeytin dalı tutan barış güvercini heykeli bulunuyor.



Mütareke Evi gezimizin ardından tarihi evlerin bulunduğu sokakta birkaç fotoğraf çekip, sahilde kahve içtikten sonra Bursa’ya doğru yola çıktık.


Bursa gezimizi ilerleyen günlerde anlatacağım….

28 Nisan 2010 Çarşamba

Zeytinyağlı Enginar


Yılın en sevdiğim dönemindeyiz. Pazar tezgahları, tüm kış özlediğim lezzetlerle dolup taşıyor. Patlıcan, bezelye, semizotu …. ve çok kısa bir süre bizimle birlikte olup aniden kaybolacak çilek ve enginar.

Her yiyeceğin kendisine göre bir faydası var. Enginar için en çok söylenen karaciğer dostu olduğu. Bir kimsenin her yıl, yaşı kadar enginar yemesi gerektiğini okumuştum. Biraz abartılı bulduğum bu yazıyı dinlersem, bu sene 32 tane enginar yemem gerekiyor. Bence, abartmamak kaydıyla tüm besinlerden, imkan ölçüsünde azar azar ve tazeyken yemeliyiz. Mümkün olduğunca sofralarımızın çok renkli olmasını sağlamalıyız.

İşte bu yüzden, özellikle sebzelerin buzluğa kaldırılmasından yana değilim. Oysa tam bir “ilkbahar/yaz sebzeleri aşığı” olarak kışın ortasında, bezelye, enginar, taze fasulye vs yemek, benim için bulunmaz bir lütuf olur, hele buzluk gibi hayatımızı kolaylaştıran yardımcımız varken. Ama her sene etrafımdakiler buzluk depolamaya başladığında, kendimi kış sebzelerinin ve bakliyatın da güzel olduğu yönünde telkin ederek durdurmaya çalışıyorum. Bakalım bu sene de başarılı olabilecek miyim….

Neyse, geçenlerde annemin çay sofrası için yaptığım zeytinyağlı enginar tarifine geçelim.

Malzemeler:

- 6 enginar
- 2 kuru soğan
- 2 havuç
- ½ limon suyu
- Bir tutam dereotu
- Zeytinyağı
- Tuz
- Toz şeker
- Enginar ile yüzyüze gelecek kadar sıcak su

* Zeytinyağı, tuz ve şeker konusunda ölçü vermiyorum. Biraz damak zevkinize biraz da kulanım alışkanlıklarınıza bağlı. (Mesela ben zeytinyağlılara şeker koymam)


Yapılışı:

1. Kuru soğanı piyazlık, havuçları yarım ay şeklinde doğrayın. Biraz genişçe bir tencereye zeytinyağını koyup soğan ve havuçları kavurun.

2. Güzelce yıkadığınız enginarı ve hemen ardından, kararmaması için yarım limon suyunu ilave edin.

3. Sıcak su, şeker ve tuz ilavesi ile havuçlar yumuşayana kadar pişirin.

4. Soğuduğunda, servis yapacağınız kaba alıp dereotu ile süsleyin.

Püf noktası: Zeytinyağlı yemekler kendi tencerelerinde soğutulursa daha lezzetli olurmuş.

Afiyet olsun !

26 Nisan 2010 Pazartesi

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlaması

Böylesine önemli bir bayramı kutlamak için çok geç kaldığımı biliyorum.

Belki, 3 günlüğüne Mudanya, Bursa, Cumalıkızık turu yaptığımızı ve bu gezinin notlarını en kısa zamanda paylaşacağımı söylemem affedilmemi sağlar.

Bu gezide beni en çok etkileyen Bursa-Heykel’deki anıt

ve anıtın altındaki deyiş oldu !


Ata’ma sonsuz minnet ve teşekkürlerimle geçmiş bayramımızı kutluyorum.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Versay Sarayı

Bu tarihi ve meşhur Fransız sarayı, Paris’e 25 km uzaklıkta olup, Paris merkezinden metro ile rahatlıkla ulaşılabilir. Avrupa’nın en büyük sarayıdır. Günümüzde hem müze olarak hem de Fransız siyasetçi ve önce gelenleri tarafından kullanılmaktadır.


Kendisi için, “Devlet benim” diyen, “Güneş Kral” ünvanlı XIV. Louis tarafından 1668’de yaptırılmıştır. Saray’ın geniş bir bahçesi, bahçe içerisinde büyük bir gölet/havuz ve av köşkleri mevcuttur.

Versay’ın bahçesine “silah kapısı” denilen bir yerden geçilerek girilmekte, avlu geçildikten sonra saraya ulaşılmaktadır.


Sarayın dekorasyonu heybetli ve süslüdür. Barok üslübunda inşa edilen sarayda antik Yunan tanrılarının heykelleri, tablolar ve eşyalar bulunmaktadır.


Sarayın en önemli dairesi, Aynalı Galeri’dir. 75 metre uzunluktaki bu salonun iki duvarı boydan boya 400 adet aynayla kaplıdır. Bu galeri, ülkemiz için de önemli bir mekandır. Şöyle ki, 1. Dünya savaşının bitimindeki Versay Anlaşması bu salonda imzalanmıştır.


Versay; hem ihtişamın hem de devletin iflasının sembolüdür. Rehberimizin anlattığına göre o dönemki yönetim, her sıkıldığında ya da mevsim geçişlerinde tüm dekorasyonu yenilemekteymiş, üstelik halk açlık ve yoksulluktan kırılırken. Sonrasında ise hepimizin bildiği gibi, Fransız ihtilalinde kral ve kraliçe burada yakalanmış, giyotine giden süreç başlamıştır.


Ufak bir anekdot daha, ülkemizdeki sarayların aynı dönemde tuvaletleri ve hamamları varken, buranın uzun zaman tuvaleti ve banyosu yokmuş. Kral ve ailesi senede bir kez, iç çamaşırlarını dahi çıkarmadan bahçedeki dev küvete girip çıkıyorlarmış. Fransız parfümlerinin ünü esas buradan geliyor. Fransızların bu düşünce ve hareket tarzından başlayıp geldikleri nokta, bence hakikaten takdire değer… üstelik ikinci dünya savaşında Paris’in işgal edildiği de düşünülürse…


Versay gezimizi, dönüş günümüzde yarım gün içinde gerçekleştirmiştik. Bahçesini gezme fırsatımız olmadı, dolayısıyla eğer bahçe gezisi ile ilgilenmiyorsanız, bence erken bir saatte başlamak kaydıyla yarım gün yeterli olacaktır. Kalan zamanda bizim yaptığımız gibi Versay’da kısa bir tur atabilir, eğer halen açıklarsa uygun fiyatta kaliteli kitaplar bulabileceğiniz kitapçılara uğrayabilir, parkta biraz soluklanabilirsiniz.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Şanlı Urfa Boranisi


Küçüklüğümde, babaannemin sıkça pişirdiği Şanlı Urfa Boranisi’nin bu kadar zahmetli olduğunu bilmiyordum. Ancak iyi organize olursanız ve tüm işlemleri aynı güne sığdırmaya çalışmazsanız, gayet pratik bir şekilde üstesinden gelebilirsiniz.

Borani, Şanlı Urfa’da önemli misafirler için ya da düğünlerde pişirilen ve çorba olarak sunulan bir yemektir.

Püf noktası, yuvalak köftelerinin iyi yoğurulması ve kıvamının tutturulmasıdır. Zaten işin en el oyalayıcı kısmı budur.

Şanlı Urfa Boranisini, ilk kez, babamın verdiği tarife dayanarak denedim, çok beğendik. Sonrasında da, bir ay kadar önce bize gelen babama ikram ettim, geçerli not alacak kadar iyi olduğunu, ancak köfteleri biraz daha kızartmam gerektiğini söyledi.

Ailecek paylaştığımız bu güzel sofradan birkaç gün sonra babam önemli bir ameliyat oldu. Şimdi her ne kadar düzelse ve hayatına kaldığı yerden devam etse de, birlikte geçirdiğimiz zamanların kıymetini bilmemiz gerektiğini bir kez daha anladım…

Denemek isteyenler için Şanlı Urfa Boranisi’nin tarifi aşağıda…

Malzemeler ve Yapılışı:
(Üç ya da dört kişilik)

Yuvalak Köfteler için;


- Bir ölçü yağsız kıyma (kasabınıza çiğ köftelik kıyma diyebilirsiniz)
- 1,5 ölçü köftelik bulgur
- Bir küçük kuru soğan (çok küçük doğranmış)
- 1 yemek kaşığı un (kaşık fazla dolu olmasın)
- Tuz, karabiber, pul biber, kaşığın ucuyla tarçın.
- Yoğurmak için su
- Kızartmak için sıvıyağ

1. Su haricinde tüm malzemeleri yoğurma kabınıza alıp, özleşene kadar yoğurun.

2. Yoğurarak ve azar azar su ilave ederek, köftelerin kolay şekil alacağı bir kıvam tutturun.

3. Nohuttan biraz büyük yuvarlaklar yapıp bir kenara dizin.

4. Yuvalak köftelerini sıvı yağda kızartın.

Borani için;


- Bir demet pazı (sadece sapları kullanılacak)
- ¾ su bardağı loğlaz (kuru börülce)
- ¾ su bardağı nohut
- 3 ya da 4 bardak su (çoğu et suyu olmalı)
- Tuz
- Sıvıyağ
- Üzeri için bir kase sarımsaklı yoğurt


1. Loğlaz ve nohutu bir gün önceden ıslatıp, ertesi gün ayrı ayrı haşlayın. Suyunu süzün.

2. Pazı saplarını güzelce yıkayıp, önce şeritlere kesin, ardından ince ince doğrayın.

3. Doğradığınız pazı saplarını, sıvıyağda arasıra karıştırarak beş dakika kavurun.

4. Suyu, loğlaz ve nohutu ekleyin. Su kaynayıncaya kadar pişirip, tuzunu ayarlayın.


Servisi:

Boraniyi, çorba kaselerine koyun. Üzerine yuvalak köfteleri serpin. En üste, arzu ettiğiniz miktarda sarımsaklı yoğurt dökün. Dilerseniz pul biber ve nane de ekebilirsiniz.

Önemli not: 1. Borani sıcak, yuvalak köfteler soğuk olmalı.

2. Yuvalak köfteler fazla gelirse, buzluğa kaldırıp gelecek sefer kullanabilirsiniz ya da bizim gibi sonradan biraz ısıtıp, çay sofrasında kıtır kıtır yiyebilirsiniz.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Seleukeia Pieria Antik Kenti, Titus Tüneli ve Kaya Mezarları


M.Ö. 300 yılında kurulan “Seleukeia Pieria” (Seleuceia Pieria) antik kenti (Çevlik yöresi), sınırları batıda Manisa, doğuda Sardes’e kadar uzanan Seleukos Krallığına başkent olmuştur. Mısır’da kurulan Ptolemaisos Krallığı’nın M.Ö. 246 yılında kenti işgalinden sonra başkent olma özelliğini yitirse de şu an Çevlik (Samandağı) olarak bilinen bölgedeki deniz ticareti nedeniye liman kenti olma özelliği ön plana çıkmıştır.


O dönem için İskenderiye’den sonra Akdeniz’deki ikinci büyük liman kentidir. MS 526- 528’deki depremlerden sonra terk edilmiştir.


Kayıtlara göre, “dünyanın ilk tüneli” olarak tanımlanan Titus Tüneli, Roma döneminde, Musa dağı ve ona bağlı dağlardan inen suların sürüklediği tortuların limanı (yani Seleukeia Pieria kentini) doldurmasını önlemek için inşa edilmiştir. Çalışmalar, İmparator Vespasianus (MS.69-79) zamanında başlamış, oğlu İmparator Titus (MS.79-81) zamanında tamamlanmıştır. Bu çalışma sonucunda limanın dolması önlenmiştir. Tünelin açılmasında, 1000 kişilik esir ordusunun çalıştığı söylenmektedir.


130 metresi tünel, kalanı açık kanal halinde olan tünelin uzunluğu, 1380 metredir. Şu an, tünelin üzerinde blok taşlardan yapılmış, bugün de kullanılabilir durumda olan tek kemerli bir Roma köprüsü bulunmaktadır.


Bu vadi içerisinde kaya mezarlarının bulunduğu bir alan da mevcuttur. Kayalara oyulmuş mağaraların içinde bulunan çok sayıda mezarın en çok ilgi çekeni, çukurun tabanındaki geniş mağaradır. İçinde çok sayıda mezar bunan bu mağara, diğerlerinden farklı yapılmış yüksek ve gösterişli bir mezar yüzünden “Beşikli Mağara” olarak anılmaktadır.


Yaptığımız gezide, turumuzdan bir arkadaş, ıslak zemin ve kalabalığında etkisiyle, bahsettiğim köprüden ayaklarımın dibine düşüverdi. Köprünün altında, yani tünelin girişinde cep telefonu çekmediğinden, yukarıdaki kalabalıktan yardım istemek zorunda kaldık. Gelen Jandarma ve sağlık ekipleri, bilinci kapanmış haldeki yaralıyı güçlükle yukarı çıkarabildi. Tünelin açık olan alanları da dahil olmak üzere, antik köprünün girişinde ve üzerinde korkuluk olmaması, bu tür turlarda insanların itiş kakış ederek acele davranmaları, maalesef bu tatsız kazaya neden olmuştu. Dolayısıyla bu güzel, hem doğa hem mimari harikası yöreyi gezeceklere özellikle dikkat etmelerini tavsiye ediyorum.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Domatesli Tavuk Suyu Çorbası


Dün gece burnum çok akınca, vücudumda sinsi bir grip virüsü olduğunu anlayıp, o beni alt etmeden harekete geçmem gerektiğini düşündüm. Sabah ilk iş, akşam dönünce çorba yapmak üzere, buzluktan bir kavanoz tavuk suyu çıkardım. Akşam eve döndüğümde kavanozun içerisindeki tavuk suyu neredeyse tamamen çözülmüştü.

Pişirme sırasında ve içerken sıktığım limon, çorbaya hem güzel bir tat verdi hem de bana iyi geldi.

Evde şehriye olmadığı için, çorbaya tutmaç koydum. Aynı ölçüyle şehriye de kullanabilirsiniz.

Malzemeler:

- 2 ya da 3 domates rendesi
- ½ yemek kaşığı salça
- 1 küçük kavanoz tavuk suyu
- 1 çay bardağı şehriye
- ½ limon suyu
- 1 tatlı kaşığı un (kaşık fazla dolu olmasın)
- İsteğe bağlı olarak 1 diş sarımsak (ince doğranmış)
- Sıvıyağ
- Çorbanın kıvamını ayarlamak için sıcak su

Yapılışı:

1. Çorba yapacağınız tencereye bir miktar sıvıyağ koyun, salçayı da ilave ederek salçanın kokusu gidene kadar kavurun.

2. Rendelediğiniz domatesi ve kullanacaksanız sarımsağı ekleyip, domates suyunu bırakana kadar pişirin.

3. Diğer yanda un ile limon suyunu çırpın. Su ilavesi ile akışkan bir karışım elde edin.

4. Tavuk suyu ve bir miktar sıcak su (bir bardak sıcak su yeterli olacaktır, az gelirse yine ekleyebilirsiniz) ilave edin. Su kaynayınca, şehriyeyi ekleyin ve devamlı karıştırarak şehriyelerin pişmesini sağlayın.

5. Şehriyeler pişmeye yakın, limon+un karışımını yavaş yavaş ve yine devamlı karıştırmak suretiyle çorbanıza ekleyin. Bir taşım kaynattıktan sonra dilerseniz ince doğranmış maydanoz ile servis yapın.

Afiyet olsun !

4 Nisan 2010 Pazar

Emirgan Korusu


Emirgan Korusu, İstanbul’da en sevdiğim yeşil alanlardan biri. Belki küçüklüğümden beri gittiğim, güzel hatıralarımı barındırdığı için, belki her gidişimde sincapları gördüğüm için, belki de doğayla iç içe olmayı sevdiğim için…. Ya da tüm bu saydıklarım yüzünden, vazgeçilmezlerim arasında.


Emirgan Korusundaki tarihi köşkler Turing Otomobil Kurumu’nun işletmesindeyken neredeyse her Pazar, oda konserlerine giderdim ailemle. O zamanlar ilkokuldaydım ama yine de sıkılmaz, klasik müzik konserlerini ilgiyle dinler, sonrasında bahçede ya da kapalı alanda bir şeyler yemeyi ve eğer mevsim müsaitse sincapları görmeyi beklerdim. Kardeşim de bizimle gelir miydi hatırlamıyorum ama sanırım gelirdi, çünkü annem ikimizi hiçbir zaman ayırmamaya özen gösterirdi.


Bir süredir köşkler, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin işletmesinde ve artık bahsettiğim konserler düzenlenmiyor. Emirgan Korusu son birkaç yıldır Lale Festivaline ev sahipliği yapıyor. Evet rengarenk laleleri görmek çok güzel, ama ben, bu festivali gereksiz bir israf olarak görüyorum ve biraz Lale Devrine benzetiyorum. Çünkü korudan çıkıp sahile indiğinizde simit alacak parası olmayan birçok İstanbul’lu ile karşılaşıyorsunuz. Bence, ülke olarak refah seviyemiz yükseldiğinde böyle festivallere bütçe ayırmamız daha doğru. Neyse….


Geçenlerde, havanın güzel olmasını fırsat bilip, bahara "hoş geldin" demek ve ağaçlar tamamen yapraklara bürünmeden bir kez daha sincapları görmek için Emirgan Korusu’na gittik.


Hava harikaydı, resmen bahar kokuyordu…. Koru da öyle… yavaş yavaş yeşillenmeye başlamış ağaçlar, dikilmiş ya da kendiliğinden açmış çiçekler ve kuş sesleri bizi karşıladı. Önce sen mi göreceksin ben mi göreceğim derken, yine eşim gördü ilk sincabı. Oysa Emirgan Korusuna ilk gidişimizde inanmamıştı orada sincapların yaşadığına, Köşk’te bir çayına bahse girmiştik ve tabii ben kazanmıştım…. O gün bugündür koruya girdiğimizde ilk sincabı hep eşim görür…


Biraz da tarihinden bahsetmek gerekirse, Sultan Abdülaziz tarafından Mısır Hıdivi İsmail Paşa’ya verilmiş koruluğa, 1871- 1878 yılları arasında üç köşk ve köşklere ait bahçeler yapılmıştır. Bu köşkler sarı, pembe ve beyaz olarak anılmaktadır.


Beyaz köşk yukarıda anlattığım konserlerin düzenlendiği köşktür, şu an sanırım kullanılmıyor. Sarı köşk ise, kahvaltı edip yemek yiyebileceğiniz bir mekan. Ayrıca sarı köşke çıkarken minik bir gölet ve göletin içerisinde sevimli ördekler var. Dilerseniz göletin kenarındaki banklarda dinlenip güneşin tadını çıkarabilirsiniz.


Naçizane tavsiyem, kalabalığa kalmadan erken saatte gidip dönmeniz. Aksi halde, özellikle hafta sonları adım atacak yer olmadığı gibi, kalabalıktan doğayı hissedemeyebilirsiniz.

2 Nisan 2010 Cuma

Louvre Müzesi/Paris


Daha önce yayınladığım Paris gezi notlarımda, Louvre Müzesi gezisini bir başka zamana bırakmıştım… işte o zaman geldi….



Paris’in bu en ünlü müzesini, hakkını vererek gezmek istiyorsanız, bence en az iki gününüzü ayırmanız, sabah erken giderek bilet sırasına girmeniz gerekir. (biz maalesef yarım gün gezebildik)



Müzede hem Fransız sanatçılara ait eserleri hem de değişik ülkelerden (Mısır, Yunanistan vs) getirilmiş eserleri görebilirsiniz. Devasal tablolar, aniden canlanacakmış hissi veren heykeller, Fransız kraliyet ailesine ait mücevherler ve eşyalar görülmeye değer.



Louvre Müzesi, Fransız ihtilalinden sonra açılan ilk devlet müzesidir. Açılış tarihi 1793’tür. Louvre Müzesi binası, daha önceleri saray olarak kullanılmış olup Napolyon, eşi Josephine ile burada ikamet etmiştir.



Müze, yedi bölümden oluşmaktadır. Her bölümün sorumluları ve bunların başında müze müdürü vardır.



Müzeyi gezerken, eserler kadar ilgimi çeken, müzede sanat çalışmalarına izin verilmiş olmasıydı. Bir ressam, ünlü bir tablonun reprodüksiyonunu yaparken, diğer yanda sanat öğrencisi olduğunu tahmin ettiğim genç bir kız, eserlerin eskizini çizmekle meşguldü… meraklı turist olarak bense, onların fotoğraflarını çekmekle yetindim, bir de çizime yeteneğim olmamasına bir kez daha hayıflandım….



Rehberimizin anlattığına göre, kendisi 20 yıldır Paris’te yaşamasına ve rehberlik yapmasına rağmen, Louvre Müzesi’ne her gidişte daha önce görmediği bir eserle karşılaşıyormuş. Bir gün bunu merak edip, müze görevlilerine sormuş. Müze yetkililerinin verdiği cevap bence ibret verici, meğer eserlerin hepsinin sergilenmesi için yeterli alan yokmuş, dolayısıyla eserlerin bir kısmı depolarda saklanıp dönüşümlü olarak sergileniyormuş. İşte her gidişte farklı bir eserle karşılaşmasının nedeni buymuş. (Ülkemizde depolarda çürüyüp yok olan eserlere sahip çıkmayan zihniyeti düşündükçe, üzülmemek elde değil, neyse…)



Müzenin çıkışında yolun karşısına geçip, yorgunluğunuzu bir fincan kahve ya da cam bardakta satılan dilediğiniz renk ve kalitede şarapla geçirebilirsiniz… Fransızlar ve şarap, tek sefere mahsus ve ayaküstü bile olsa, cam bardaktan vazgeçmiyorlar…

1 Nisan 2010 Perşembe

Havuç Çorbası


Evdeki yemek dergilerini karıştırırken, Sofra’nın eski sayılarından biri elime geçti. Derginin, o ayki yayınını havuca ayırmışlar ve havuçlu tarifler vermişler. Ben, bunlar arasından Havuç Çorbası’nı seçtim. Tarifini biraz değiştirerek yaptığım bu çorbayı, ailecek çok beğendik.

Yeni ve pratik lezzetler arayanlara, bu çorbayı denemelerini tavsiye ediyorum.

Malzemeler :

- 3 adet orta boy havuç
- 1 çay bardağı süt ya da yarım paket süt kreması
- 1 silme yemek kaşığı un
- 2 ya da 3 bardak sıcak su (bir kısmını tavuk suyu kullanmanızı öneriyorum)
- 2 yemek kaşığı sıvıyağ
- Tuz

Yapılışı:

1. Sıvıyağı, çorbayı pişireceğiniz tencereye alın. Soyduğunuz ve çabuk pişmesi için küçük doğradığınız havuçları ilave ederek, arasıra karıştırarak 4-5 dakika kavurun.

2. Unu, serperek ilave edip bir iki kez karıştırdıktan sonra sıcak suyu ilave ederek, havuçlar yumuşayana kadar pişirin.

3. Çorbayı, el blenderından ya da mutfak robotundan geçirin.

4. Altını kısık ateşte açarak, süt ya da süt kremasını ilave edin.

5. Karıştırarak ısıtın. Ancak sütün kesilmemesi için kaynamasına izin vermeyin. En son tuzunu ve koyuluğunu ayarlayarak servis yapın.

Afiyet olsun!
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac