Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Ekim 2010 Cumartesi

Bursa


Mudanya’da verdiğimiz gezi+yemek molasından sonra Bursa’ya doğru yola çıktık. Neredeyse yarım saat sonra Bursa’ya vardık. İstanbul’dan yola çıkmadan önce, konaklayacağımız otelden yol tarifi almıştık, hakikaten dedikleri gibi kolayca, yolda kimseye sormadan otelimizi bulduk.


Almira Otel, Bursa’nın merkezinde. Otelin biraz ilerisinde yolun karşısında kocaman bir alışveriş merkezi ve Heykel’e giden dolmuşların kalktığı meydan var. Yol yorgunu olduğumuzdan ve Mudanya gezimiz şimdilik kafi geldiğinden, öğleden sonramızı odamıza yerleşmek ve kapalı havuzda dinlenmekle geçirdik.
Ertesi sabah vakitlice uyanıp kahvaltı ettikten sonra, bahsettiğim meydana çıkıp dolmuşa binerek Heykel’e gittik.

Heykel, Bursa’nın en ünlü semtlerinden biri. Adını, burada bulunan Atatürk Heykeli’nden alıyor.

İlk durağımız, Bursa Şehir Müzesi’ydi. Üç katlı olan bu müze; fotoğraflar, belgeler ve tasvirlerle Bursa’yı, Bursa’nın meşhur özelliklerini, yaşam tarzını sergiliyor.

Sonrasında, Bursa Arkeoloji Müzesi’ne gitmek istedik ama müzenin bu yıl sonuna kadar restorasyon sebebiyle kapalı olacağını öğrendik ve çok üzüldük. Sekiz ay boyunca ne tür bir restorasyon yapılacak maalesef anlayamadım, anlam veremedim. Neyse…Bursa, Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmış olduğundan, önemli tarihi eserlerle dolu. Biz de, her ne kadar kronolojik sıraya uymasa da gezimize bunlarla devam edelim dedik.

Heykel’den biraz geriye doğru, yani trafiğin tersine yürüdüğünüzde, Bursa’nın meşhur Ulu Cami’sine ulaşıyorsunuz. Ulu Cami; 1399 yılında I. Bayezid tarafından yaptırılmış. Hakikaten çok büyük ve kubbesi çok yüksek bir cami. İçerisi bizim gibi turistler ve ibadet edenlerle doluydu. Dışarıda ise asırlık çınarları görmeniz mümkün. Ağaçların üzerine “anıt ağaç” yazmışlar, ki ne kadar doğru.
Ulu Cami ziyaretimizin ardından, hemen bitişikteki hanları/çarşıları gezmeye başladık. Biliyorsunuz Bursa’nın dokumacılığı, havlu ve ipeği ünlü. Gezdiğimiz hanlardaki dükkanlarda satılan ipek eşarplar, kravatlar, gömlekler, çeşit çeşit havlular hepsi birer sanat harikası, renk cümbüşüydü. Bayram olması nedeniyle hanlar Türk bayrakları ile süslenmişti, insanlar cıvıl cıvıldı.


Sırasıyla Kapalıçarşı, Koza Han, İpek Han’ı gezdik. Bu hanların hepsi, Osmanlı döneminde yapılmış ve vakıflara gelir elde edilmek üzere kullanılmış. Halen de dopdolu, İstanbul’daki Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı’na benziyorlar. Aralarındaki fark, anıt ağaçlar altında soluklanabileceğiniz avlularının olması.

Yorulduğumuzu anlayınca Koza Han’ın avlusunda kahve molası verdik. Gezimizin en hoşuma giden kısımlarından biri işte bu molaydı. Diğer hanlardan farklı olarak Koza Han’ın avlusu çay işletmeleri ile dolu, hatta kimi işletmeler Türk kahvesi fincanlarını sergilemişler, gayet hoş bir görüntü olmuş.

Kahve molamızın ardından önce Orhan Camii’ne, sonra Fidan Han’a gittik. Orhan Camii, 1339 yılında Orhan Gazi tarafından yaptırılmış, bahçesinde yine asırlık çınarlar.
Öğlen yemeği saati çoktan geçmişti, hem acıkmıştık hem de meşhur Bursa İskender’ini yemek istiyorduk, ama dolmuş şöförünün bize tarif ettiği tarihi lokanta, yani İskender kebabın doğduğu dükkan meydandaydı ve gezmemiz gereken yerleri hala bitirmemiştik.

Son bir gayret, Heykel’den aşağı doğru yürüyerek, Bursa’nın simgelerinden biri olan Yeşil Türbe’ye gittik. Türbenin hem içi hem de dışı çinilerle kaplı olup, adını bu çinilerin renginden almış. 1421 yılında Çelebi Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır, içinde sandukalar bulunmaktadır.
Yeşil Türbe’den sonra, Tophane semtindeki Orhan Gazi ve Osman Gazi Türbelerine gittik. Bu türbelerin olduğu geniş alanda, İstiklal Harbi şehitleri için de şehitlik ve anıt yapılmış. Türbelerin bulunduğu geniş alana, diğer ülke başkentlerinin kaç kilometre uzaklıkta olduğunu ve istikametini gösteren levhalar koyulmuş.


Geniş alanda, tarihi saat kulesini görebilir, Bursa’yı kuşbakışı izleyebilir, anıt ağaçların altında oturup soluklanabilirsiniz. Saat kulesi, Sultan Abdülaziz tarafından 1905 yılında yaptırılmış.

Bir müddet mola verdikten sonra taksiye binip, serüvenimize başladığımız yere, yani Bursa Merkez’e döndük ve sora sora o küçücük İskender lokantasını bulduk. Oto tamircilerinin olduğu bir ara sokakta, içerisinde neredeyse 6-7 masa bulunan minnacık bir dükkan. Kahvaltıdan sonra hiçbir şey yemeyip, suya talim eden midelerimiz lezzetli Bursa İskender’ini görünce bayram etti. Dedikleri kadar var, artık havasından mı suyundan mı bilemiyorum ama Bursa’ya giden herkese imkanları ölçüsünde bu lezzeti tatmalarını öneririm.

Kebapçıdan sonra kestane şekerlerimizi alıp, hayli yorgun olarak otelimize döndük. Ertesi gün Cumalıkızık gezimizden sonra, İstanbul’umuza döneceğimizden, Bursa gezimizi bu kadar ile sınırlı tuttuk. Geri kalan yerler, özellikle Arkeoloji Müzesi inşallah bir başka sefer…

28 Ekim 2010 Perşembe

Hamilelikte Egzersiz

Hem doğumu kolaylaştırmak hem de anne adayının bazı fiziksel sıkıntılarını engellemek/aza indirgemek için hamilelikte egzersiz önemli ve tavsiye ediliyor. Ama kimi durumlarda egzersiz yapılması yasaklanabiliyor.


Kalp damar hastalıklarının bulunması, akut enfeksiyonun olması, tekrarlayan düşük veya erken doğum riski, çoğul gebelik, kanama ya da su kesesinin açılması, ciddi hipertansiyon, gelişme geriliği şüphesi, gebeliğin tüp bebek ile sağlanmış olması, tromboflobit (anne adayında dolaşım yolu bozukluğu) gibi nedenler, egzersiz yapılmasına engel olabiliyor. Dolayısıyla egzersiz yapmaya başlamadan önce, hamilelikte rutin kontrolleri yapan uzman doktorla konuşmak ve uygun görüşünü almak gerekiyor. Zaten, bu tür egzersizler bir merkezde yapılacaksa kayıt aşamasında “doktor raporu” talep ediliyor.

Egzersizlerin, steril ve aydınlık bir ortamda, iyi havalandırılmış bir odada ya da açık havada yapılması gerekiyor. Özellikle son aylarda sıvı alımı daha da önem kazandığından, sıcak havada, güneşin altında egzersiz yapılmamalı. Anne adayının kapasitesinin bir basamak altında efor sarfetmesi yeterli görülüyor. Yani yorulmak ve zorlanmak kesinlikle yasak. Ayrıca yapılacak egzersizlerin, “kişiye özel” hazırlanması en uygun yöntem, yani “arkadaşım şunu yapıyor ben de yapayım” düşüncesi yanlış.

Tehlikeli sporları yapmak tabii yasak. Yani bu dönemde su kayağı, yüksek atlama vs sporlara heves etmemek lazım. Yüzme ve yürüyüş gibi aktiviteler gayet uygun. Hamileliğin ilk altı ayı ile son üç ayı yapılan egzersizler de içerik olarak değişebiliyor.

Bence, çok idealist değilseniz kısa yürüyüşler, nefes egzersizleri, el ve ayakları çalıştırıp şişmelerini önleyecek basit hareketler gayet yeterli. Hamileliğimin ilk aylarından beri mümkün olduğu kadar yürümeye, yaz tatiline gelen kısmında kendimi yormadan yüzmeye ve basit hareketler yapmaya çalışıyorum.

** Amerikan Hastanesi doğum öncesi eğitim programından edindiğim bilgilerdir.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Mücver


Tüm yazı neredeyse hiç mücver yemeden kapatmaya gönlüm razı olmadığından, pazardan aldığım kabakların bir kısmıyla mücver yaptım. Mücveri kızartırken çok yağ kullanmayınca, ağır ve yağlı olmuyor. Ayrıca kızarttığım mücverleri kağıt havluya çıkararak fazla yağın süzülmesini de sağlıyorum.

Mücveri;, dolma ve ızgara etin yanına çok yakıştırıyorum. Ama tercih size kalmış, çay sofralarında soğuk bile servis yapılabilir. Hatta kızartmak yerine, yağlanmış borcama döküp fırında da pişirilebilir.

Malzemeler:
- 2 kabak
- 1 yumurta
- Arzuya göre, dilediğiniz miktarda dereotu, taze soğan, maydanoz
- Aldığı kadar un
- Tuz, karabiber
- Kızartmak için sıvıyağ

Yapılışı:
1. Kabakları rendeleyin ya da rondodan geçirin. (Bu aşamada kabakların suyunu sıkıp ayıran oluyor, ama ben kabakları suyu ile kullanıyorum) Yumurta, doğranmış yeşillikler, tuz ve karabiber ilave ederek karıştırın.

2. Aldığı kadar un ilave ederek, tavaya döküldüğünde yayılıp dağılmayacak bir kıvam tutturun. Unu yavaşça ve iyice karıştırarak ilave etmenizi öneririm.

3. Teflon tavanızda sıvıyağı kızdırın, mücver harcını birer kaşık birer kaşık tavaya dökerek, her iki tarafını rengi değişene kadar kızartın.


Afiyet olsun !

21 Ekim 2010 Perşembe

Hamilelikte Duygusallık ve Bebeğe Nasıl Bakılacağı

İnternetten yaptığım araştırmalar ve dilnediğim uzmanlardan anladığım adarıyla; lohusalık sendromu kadınların bir kısmında görülebiliyormuş. Görülen bu sendromun normalde, doğumdan sonra 10 gün içinde bitmesi gerekirmiş. Esas önemli sendrom, doğumdan 20 gün sonra başlayan ve bir hafta 10 gün içinde geçmeyenmiş.


Her iki sendroma da sebep olanlar ya da tetikleyenler; stres, uykusuzluk, destek eksikliği, sağlıklı beslenmeme, anne ve/veya bebek için doğumda meydana gelen problemler, bebeğin sağlıksız olması, annenin daha önceden depresyon geçirmiş olması, kısıtlanma düşüncesi, iş yükünün artması, eşlerin azalan ilgisi.

Bunları biraz açmak gerekirse, özellikle ilk günlerde/haftalarda bebeğin bakımı ve ev işleri için aile, yakın arkadaşlar ve yardımcılardan destek almakta yarar var. Çünkü annenin tüm bunlara tek başına yetişmeye çalışması onda stres, uykusuzluk ve kısıtlanma düşüncesi yaratıyor. Yani destek istemekten kaçınmamak ve isteneni net söylemekte yarar varmış. Böylece anne, kendine de vakit ayırabiliyor ve kısıtlandığı düşüncesine kapılmıyor. Örneğin sabah kahvesi eşliğinde kitabını okuyabiliyor, müzik dinleyebiliyor ya da saçlarını kestirmek için kuaföre gidebiliyor. Yakın çevrenin de anneye bu konularda destek olması ve onun hayatını kolaylaştırması önemliymiş. Her gün en az “10 dakika”nın annenin bizzat kendisine ayrılması çözüm önerilerinden biri ve belki en basit olanı.

Bunun dışında, eşlerin de birbirine destek olması, güzel sözler söylemesi, şefkat göstermesi psikolojik açıdan önemli. Bebek uyuduktan sonra eşlerin başbaşa kalması ve sohbet etmesi uygun desteklerden biri olarak görülüyor.

Bebek için en önemli devre, 0-3 yaş aralığı. Çünkü bu yaşlarda karakter ve alışkanlıklar gelişiyor ve yerine oturuyor. Dolayısıyla mümkünse annenin 0-3 yaş arasını çocuğu ile birlikte geçirmesi tavsiye ediliyor. Ama tabii bu, günümüzde mümkün değil. Gerek hayat koşulları gerekse annenin kariyer hayatı göz önüne alındığında mümkünse anneanne-babaannelerin destek ve gözetiminde bir bakıcı tutulması çözüm olabilir. Ancak bakıcının sık sık değişmemesi, annenin bebeğini emanet etmeden önce en az 1 ay bebeği ve bakıcıyı birbirlerine alıştırması tavsiye ediliyor. Bakıcının çalışacağı evde, bir kontrol sistemi kurulması (kamera, ses vs) da önemli. Bunu özetlemek gerekirse; 0-3 yaş evde anneyle birlikte, 3-4 yaş yarım gün anaokulunda, 4 ve sonrasında ise tam gün anaokulu ve okul öncesinde vakit geçirmesi tavsiye ediliyor.


Tartışmalı bir konu olsa da, bebeğe 2 yaşına kadar televizyon seyrettirilmesi uygun görülmüyor. Çünkü televizyonun, bebeğin dil ve sosyal gelişimini olumsuz etkilediği, bebeğin geç konuştuğu ve kendisini ifade edemediği düşünülüyor. Televizyon ile kurulan ilişkinin pasif bir ilişki olduğunu düşünürsek, bence bu mantıklı. Müzik konusunda ise herhangi bir sınır yok, aile hangi müziği seviyorsa bebek de, abartılı olmamak kaydıyla müzik (masallar, ninniler dahil) dinleyebilir. Ancak müziğinde sürekli açık olması tavsiye edilmiyor. Eskinin “azı karar çoğu zarar” sözünü akılda tutmakta yarar var. Piyano çalmanın, çocukta matematik zekayı geliştirdiği söyleniyor.

Yabancı dil eğitimi konusundaysa uzmanlar, 2 yaşına kadar sadece anadilin öğretilmesi gerektiği görüşünde. 2 yaşından sonraysa, yabancı dil eğitimi başlayabilirmiş.

Oyuncak konusundaysa, aşırıya kaçmamakta yarar varmış. “Çok oyuncak”tan ziyade, oyun oynamak önemliymiş. Çünkü bebeğin, ulaştığı ayda kendisinde beklenen tepkileri vermesi gerekiyormuş. Bunu ister tahta kaşığı ister oyuncağını masaya vurarak yapsın önemli değil. Bebekler için ilk etapta dokunarak öğrenmek önemli. Genellikle 1-1,5 yaş arasındaki bebeklere de dokunmak ve yürümek daha çekici geliyormuş, oyun oynamaya ise daha sonraları öncelik veriyorlarmış.

Bunları dinlediğim uzman, konuşmasını bitirirken, her çocuğun farklı olduğunu, genellemelerin yanlış olabileceğini ve her ebeveynin çocuğunu iyi gözlemleyip tanıyarak, ne yapması gerektiğine karar vermesinin en uygun çözüm olduğunu ve tereddüt edilen her noktada uzman destek alınmasında yarar bulunduğunu özellikle belirtti.

** Amerikan Hastanesi doğum öncesi eğitim programından edindiğim bilgilerdir.

17 Ekim 2010 Pazar

Kaşık Sapı

Geçenlerde bal alırken, markette gördüğüm “Mudurnu Kaşık Sapı” dikkatimi çekti ve makarna alacağıma bari bunu deneyeyim diyip bir paket aldım.
         


Paketin üzerinde, makarnalık un, su, yumurta ve tuz ile yapıldığı yazılmış. Pişirme önerisi ise şu şekilde; kaynamakta olan suya bir miktar yağ ve kaşık sapını ilave edin. Yumuşayana kadar haşlayın. Arzuya göre sade ya da peynirle servis yapın. İnternetten yaptığım araştırmalarda da aynı pişirme şeklinden sonra servis içi, didiklenmiş tavuk, dövülmüş ceviz ve sarımsaklı yoğurt ile sunulabileceği yazılmış.

Bu öneriler cazip gelmeyince, eşimin küçüklüğünden beri çok sevdiği “annane mantısı”nı Kaşık Sapı ile yapmaya karar verdim. Sonuç, muhteşem oldu ! Denemenizi tavsiye ederim…


Malzemeler:

- 1 paket kaşık sapı
- 200 ya da 250 gram yağsız dana kıyma
- 1 kuru soğan
- İki adet yumuşak domates (rendelenmiş) ya da 1 yemek kaşığı domates salçası
- Büyükçe bir kase sarımsaklı yoğurt
- Bir avuç doğranmış maydanoz (maydanoz yoksa ince doğranmış yeşil soğan da olabilir)
-Sıvıyağ
- Tuz, karabiber

Yapılışı:
1. Kaşık sapı’nı, makarna pişirir gibi pişirin.

2. Diğer yanda, yemeklik doğradığınız soğanı sıvıyağda kavurun. Kıymayı ilave edip kıyma pişene kadar kavurmaya devam edin. En son rendelenmiş domates ya da salçayı ilave edip, domates pişene (salçanın kokusu gidene) kadar kısık ateşte pişirin. Tuz ve karabiber ilave edin.

3. Servis yapacağınız tabağa, delikli bir kepçe ile kaşık sapını koyun. Üzerine önce sarımsaklı yoğurdu ardından kıymalı sosu yayın.

4. Maydanoz ya da taze soğanı serperek servis yapın.

Afiyet olsun !

12 Ekim 2010 Salı

Çorum ve Çorum Müzesi

Leblebisi ile meşhur Çorum ve çevresi, tarih öncesi ve tarih çağlarında önemli kültürlere, uygarlıklara sahne olmuştur. 1935 yılında Atatürk'ün direktifleriyle başlanan Alacahöyük kazısından elde edilen buluntular da yörede arkeolojiye ve eski esere olan ilginin artmasına neden olmuştur.


Meydanda, Çorum ilinin simgelerinden saat kulesini görebilirsiniz. Bu kule, Yedisekiz Hasan Paşa tarafından 1896 yılında yaptırılmış olup, her saat başı kendisine özgü bir melodi çalmaktadır.

Çorum'da, 1937 yılında Müze faaliyetlerine başlanmıştır. Çorum Müzesi 1968 yılında hizmete açılmıştır.

Müzede, kalkolitik çağ eserleri, Hitit yazılı belgeleri (Çivi Yazılı tabletler), Hitit ve çağdaşı dönemlerine ait mühürler, seramik eserler, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait sikkeler, cam eserler, altın ve gümüş süs eşyaları, heykelcikler, kandiller ve Bizans dönemi eserleri görülebilir.

Çorum Müzesi, bende hayranlık uyandıran müzelerden biri oldu. Gerek müze binası gerekse bahçesi çok bakımlı ve temizdi, eserler özenle sergilenmiş ve korunuyordu. Keşke gezdiğim her müze böyle olsa, turizme ve tarihi eserlerimizi korumak için daha fazla bütçe ayırabilsek.

8 Ekim 2010 Cuma

Dört Boyutlu Ultrason ve Şeker Yüklemesi Testi

Aldığım vitaminlerden mi yoksa yirminci haftadan itibaren bebeğin gelişimi hız kazandığından mı bilemiyorum iştahım çok arttı. Açlığımı, bebeğe ve bana faydası olmayan gıdalarla gidermek yerine bol bol sebze, tahıl, süt ürünleri ve meyve yiyerek bastırıyorum. Şansıma, bugünlerde av yasağı da kalktığından omega 3 kaynağı balığı da soframıza dahil edebileceğim. Umarım minik kızım da benim gibi balıksever olur.


Bu hafta (24. hafta), şeker yüklemesi testi için doktor randevum vardı. İnsülin direnci nedeniyle gebeliğimin ilk aylarında kullandığım glukophage yüzünden bu testten korkuyordum. İtiraf ediyorum, bal ve çok sevdiğim vişne reçeli (onun da sadece taneleri) dışında tatlı tüketmemek için özen gösteriyordum, artık iyi mi ediyordum kötü mü bilemiyorum ama fazla şekerin herhalde kimseye yararı yok.

Doktor, "normal kahvaltını edip gelebilirsin" dese de bir gece öncesinden meyve ve tatlı bir şeyler yemeyi bıraktım. Sabah her zamanki gibi yumurta, peynir, zeytin, domates ve birkaç dilim ekmek yiyip, bir bardak süt içtikten sonra doktora gittik.

Önce dört boyutlu ultrason yapıldı. Yani bebeği sanki televizyonda seyreder gibi ve renkli olarak görebildik. Minik kızımız önce gözlerini ovuşturdu sonra da ağzını açıp kapayarak esnedi. İçeride rahat ve keyifli olduğunu bilmek bizi çok rahatlattı. Doktorumuz da bu pozları kaçırmayıp, bize birkaç ultrason görüntüsünü verdi. Bunlar, minik kızımızın ilk vesikalık fotoğrafları…

Bazı sabahlar bacaklarıma giren kramplar yüzünden doktor, kalsiyum sandoz kullanabileceğimi söyledi. Suda eriyen bu vitamini küçüklüğümden beri sevmememe rağmen, kızımın hatrına içeceğim, başka çare yok. Peynir, süt ve yoğurdu elimden geldiği kadar çok tüketsem de sanırım yeterli olmuyor.

Dört boyutlu ultrasondan sonra, tam kan sayımı ve idrar testi için kan ve idrar örneklerimi verdim. Ardından hemşire, 50 gramlık şeker yükleme testi için büyükçe bir su bardağı içerisinde şekerli su getirdi ve içmeye başladıktan itibaren 5 dakika içinde bitirmemi söyledi. Bu suyu içtikten tam bir saat sonra yine kan alınacaktı. Suyun tadı oralete benziyordu, pek fena değildi. Beş dakikada içip bitirirken hiç sorun olmadı, gerçekten büyütülecek bir şey değil. Ama sonrasında 1 saat boyunca hastaneden ayrılmamamızı, çünkü bazı hastaların bu testte fenalaşabildiğini, kesinlikle uyumamamı, bir şeyler yiyip içmememi ve fazla efor sarfetmememi söyledi. Bunları duyunca biraz telaşlandım desem yalan olmaz, iyi ki yalnız gitmemişim. Eşimle birlikte sakin bir köşeye çekilip dergileri karıştırmaya başladım. İlk 20 dakika hakikaten sıkıntı yoktu, ama akabinde şekerin etkisiyle midem yanmaya ve hafif hafif bulanmaya başladı. Sabahki enerjim de kalmamıştı. Kalan süreyi hayal kurarak, iyi şeyler düşünmeye çalışarak tamamladık ve kan verdikten sonra hastaneden ayrıldık. Dışarıya çıkmak, yürüyüş yapıp mağazalara bakmak beni hemen ferahlattı hem de halsizliğimden eser kalmadı. Yine de keyifli bir test olduğunu söyleyemeyeceğim.


Testin ertesi günü doktorum arayarak değerlerin normal çıktığını (açlık 74, yüklemeden sonra 109) söyleyince, 100 gramlık şeker yüklemesi kabusunu yaşamayacağım için ne kadar sevindiğimi anlatamam. Eğer yüklemeden sonra şekerim 140’ı geçseymiş, o zaman ilave tetkik, diyet ve insülin gündeme gelecekti. Çok şükür bu aşamayı da atlattık. Toz şekersiz hayata devam !...

5 Ekim 2010 Salı

Aya Köftesi


Daha önce Şanlıurfa Boranisi yaptığımı yazmıştım. Oradaki tarife göre yapılan yuvalak köfteler bir süre sonra beni çok yormuştu. Ben de kalan malzemeyle aya köftesi yaptım. Köfte malzemesi ve yoğuruluşu aynı, sadece avuç içi büyüklüğünde yassı köfteler yapılıp yine yağda kızartılıyor. İsterseniz sıcak isterseniz ılık yiyebilirsiniz. Çay sofralarına da yakışacağını düşünüyorum.

Afiyet olsun !
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac