Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Aralık 2013 Pazartesi

Yeni Yıla Nasıl Girersen

"Yeni yıla nasıl girersen tüm yılın öyle geçer" diye bir batıl inanış vardır. İnanmam minanmam desem de sanırım az buçuk inanıyor gibiyim bu söze. Bu yüzden de elimden geldiği kadar dikkat ederim yeni yıla girdiğim güne, saate vs. İşe yaradığını pek sanmıyorum ama sonuçta herşey moralle bitmiyor mu?

Son 3 gündür maşallah Defne gözle görülür şekilde iyileşti. Hele bugün, ara sıra kendisini yakalayan köh köh öksürük dışında bayağı iyi. İştahı da bugün yerine geldi maşallah. Ben de bunu fırsat bilip öğlene doğru, bizimkini iyice giydirip 15 dakikalığına dışarı çıkardım. Neredeyse 1 haftadır eve kapalı bünyesi taze hava aldı, parktaki salıncaklara binemediği için bana kızdı, ama neticede olaysız-ağlamasız eve girdik. Tam eve gireceğimiz sırada yaşlı bir komşumuzla karşılaştık, meğer hastaneye gidiyormuş, paltosunun yakasında birkaç gün evvel gittiği bir cenazede taktığı fotoğraf kalmış, onu çıkardım izin isteyerek. Aklıma büyükbabacığım geldi, ne çok maceramız vardı onunla, hele son yıllarında gittiğimiz onlarca arkadaşının cenazesi. Neyse, yeniyıl dedik, güzellikler dedik, cenaze değil konumuz :)

Eve dönünce, biraz vücudunun ısınmasını bekleyip miniğimi itinayla yıkadım. Keşke yıkamaz olaydım, moralim, benliğim, herşeyim dibe vurdu. Giysilerinden pek belli olmuyordu ama biliyordum acı gerçeği, Defne 1 haftada öyle bir zayıflamış, öyle bir çökmüş ki, bir gören olsa "anası bakmıyor" diyecek vaziyette. Kamboçyalı çocuk diye fotoğrafını çekseler, bir de esmer olsa tamamdır yani. Kerata yemedi, içmedi ki, sadece ilaçla ve vitamin şurubuyla beslendi. Olacağı buydu.

Oysa ben lokma lokma lokmalarla şişirmiştim o minicik göbeğini, tüm yaz peşinde, aman deniz aman güneş aman temiz hava bol gıda demiş, yazlıktaki lokmacı teyzenin dizinden ayırmamıştım ufağımı. Şimdi nerede o mis gibi Ege lokması? Ege denizi, havası?? Gel de İstanbul'un bu karanlık, zehir kokan havasında, herkesler evlerine kapanmışken aldır o kiloları.... Neyse, nankör olmamak lazım.... hiç iyileşmeyip, hastane köşelerinde serum yemek de vardı, ki itiraf edeyim 3 gün öncesine kadar kabusumdu bu gerçeklik....

Doktoru hep söyler, "çocuklar hastayken verdiği kiloları hızlıca geri alırlar, merak etmeyin". Tamam şekerim merak etmiyoruz da bu da demektir ki yine yeniden kilo aldırma uğraşlarına devam, üstelik hemen şimdi. En sevdikleri pişirilecek, yediğini yiyecek sonrasında oyunla-masalla-oyalamacayla devam edilecek, hiç istemediğim halde belki kaşıkla arkasından koşacağım ve yeni yıla bu telaşla gireceğim. Tüm yılım böyle geçecek..... Çok şükür ki dileklerim kabul oldu ve yeni yıla hasta girmiyoruz maşallah !

Herşeyin başı sağlık, gerisi hakikaten teferruat.

Şimdiden hepinize mutlu yıllar diliyorum !!!

28 Aralık 2013 Cumartesi

İlk Üç Yaş İçin Hangi Oyuncak

Oyuncak konusu ailenin bütçesine, tercihine ve çocuğun eğilimlerine göre değişebiliyor. Bu yüzden bize uyan, Defne'nin keyifle oynadığı, ilgilendiği oyuncaklar aynı yaşlardan bir başka çocuk için vasat olabilir. Dolayısıyla yazımı, kesin ifadelerle değil, tavsiye olarak okuyup yorumlamanızı ve oyuncak seçimini çocuğunuzu gözlemleyerek yapmanızı rica ediyorum.

* İlk aylarda her ne kadar "anlamaz" deseler de Defne çıngırağa bayılıyordu. Minicik elleriyle kolay kavrayabileceği, içindeki zilleri şıngır şıngır eden bir çıngırağı vardı. Kah bizim elimizde kah onun elinde. Bir de havlama sesi çıkaran bir köpek kuklası. Aslında o yaşa uygun bir oyuncak değildi ama gazlı bir bebek olduğundan dikkatini dağıtmak için, sesini fazla çıkartmamak suretiyle oynatıyorduk.

** Renkli kaplar; bu kadar basit ve ucuz bir oyuncak anca böyle makbule geçer dedirtti. Kaplar üstüste dizildi, içiçe geçti, renklerine/ büyüklüklerine göre kümelendi. Kuma götürüldü, içine su dolduruldu, velhasıl hala Defne'nin baştacı oyuncaklarından biri.

*** Üç tekerlekli gidon; Joker'den binbir macerayla aldığımız, Defne'nin kırmızı böceği. Evimizde hala popüler. Kolay katlandığı ve yer tutmadığı için bizimle düzayak her yere geliyor.

**** Yap-Boz; büyük parçalı, 25-30 parçayı geçmeyen setler. Orchard Toys markasınınkiler biraz pahalı olmakla beraber "eğitici" özelliğe de sahip olduğundan tercih ettim.

***** İlk arabam; gidon gibi de kullanılabilecek, market arabası gibi ittirerek de götürülebilen bir oyuncak. Defne yürümeye, onun sayesinde alıştı diyebilirim.

****** Balık tutma oyunu; Tchibo'nun bana küçüklüğümdeki benzer bir oyuncağımı hatırlattığı için 1 sene kadar önce aldığım ve Defne'yle hala severek oynadığımız bir oyuncak.

****** Oyun hamuru; bildiğiniz rengarenk oyun hamurları. İster yaratıcılığı için öylece verin eline isterseniz biraz motivasyon ve "oyun kurma" amacıyla oyuncakçılarda satılan oyun hamuru aktivite merkezlerinden alın.

26 Aralık 2013 Perşembe

Yılbaşı Ağacı'nız Hazır mı?


Çok basit malzemelerle evde yapılabilecek bir etkinlik daha. Özellikle bu soğuk günlerde çocukları evde tutmak, tutup da oyalamak, oyalayıp da mutlu etmek zorlaşmışken. Hele de küçüğünüz hastaysa, bu etkinlik ona da size de "iyi" gelecek garanti ediyorum.

Malzemeler; yeşil ve kahverengi karton, Pritt, süslemek için hazır sticker ya da dergilerden kesilmiş süs ve şekiller.

Evde hazır bulunan keçe bir ağacı baz alarak yılbaşı ağaçlarını çizip kestim, sonrasında kahverengi kartondan gövdeleri kestim. Defne, her ikisini Pritt ile birbirine yapıştırdı.

Sonrasında yine Defne, İş Bankası Yayınlarından Kış Eğlenceleri kitabında hazır bulunan stickerlar ile ağaçları süsledi. Bu minik ağaçları birkaç tane yapıp, şans getirmesi için yakın akrabalarımıza hediye ettik. 

Veee sonrasında; çok daha büyük bir ağaç ve gövde kestim. Defne yine bunları birbirine yapıştırdı. Joker ve Macro mağaza dergilerinden kestiğim süsleri (hediye paketi, geyik, noel baba, çan resmi vs) de gelişigüzel büyük ağaca yapıştırdıktan sonra, ağacın tepesini çift delik delip janjanlı bir kurdeleyle sokak kapımıza astık. 

Yeni yıla az bir zaman kala, gayet basit malzemeler ve neredeyse sıfır masrafla siz de yılbaşı ağacı hazırlayabilirsiniz.   


24 Aralık 2013 Salı

Mayısa Kadar

Defne yine hasta, aslında son bir aydır "iyi" olduğu günler "hasta" olduğu günlerle neredeyse eşit. Bir türlü tam olarak toparlanamadı yavrucağız.

Kasım'ın 3. haftası gibi yakalandığı bol öksürüklü grip, sahiplendiği küçücük vücudu terk etmeyi nedense hiç istemiyor. Oysa yedi, bitirdi, tat bırakmadı. Ne babasının doğum günü ne çok istediğimiz bir bebek ziyareti ne başka herhangi bir şeye kalkışamıyoruz, iki arada bir derede bize mola verdi de doğum gününü kutladık o ayrı. Sanki ne zaman birşeyler yapmaya niyetlensek, akşamına ateş 39'a vuruyor, iniltiler ve köh köh öksürükle bir gece geçiyor, zaten iştahsız olan Defne, ertesi sabaha tamamen yemeyi ve içmeyi kaldırıyor. Yalvarmalar, tehditler, rüşvetler neredeyse hiç işe yaramıyor. Ben denemekten o reddetmekten bıkmıyor ve sonunda ben pes ediyorum.

Hayır düşünüyorum da bu çocuk yaşamak mı istemiyor acaba. Bir insan hasta da olsa yemeye içmeye bu kadar mı direnir anlamıyorum. En sevdiklerini koyuyorum önüne, ne istediğini soruyorum, nafile... küçücük dudaklar mühürlenmiş sanki, gözler ateşten pörtlemiş, daha tabağın içindekini görmeden "ııııı annem istemiyoyuuuummmm" diye direniyor.

Arkadaşlarımla, konu komşuyla konuşuyorum, blogları geziyorum. "Yuvanın ilk senesi böyle geçecek, sabır" diyor herkes. Elbet geçecek de yemeden içmeden, sadece ilaçla hastalık nasıl tedavi olur? Ne bileyim insan bir tarhana çorbası, ılık bir ıhlamur içmez mi? En sevdiği yiyecekleri bile elinin tersiyle itiyor kerata. Sanırım imtihanların en büyüklerinden biri bu "iştahsız çocuk".

"Allah çaresiz dert vermesin, grip birşey değil, üstelik açlıktan da ölmez elbet" diye gün boyu içimden tekrarlıyorum ama o kadar gerginim ki neredeyse tüm gün sırtım ağrıyor. Çabalamaktan ve yedirememekten usanıyorum.

Bugünlerde kızı hasta olan çok sevdiğim bir komşum, "Mayıs'a kadar sabır" dedi dün. "Havalar ısınmaya başlayınca bitecek bu hastalık çilesi". İyi de Mayıs'ı çıkarabilecek miyiz acaba?

Soruyorum soruşturuyorum, çevremdeki çocukların büyük kısmı ya hasta ya yeni iyileşmiş ya da eli kulağında mızık mızık başlamışlar. Nedir bu çocukların gripten çektiği? One minute yaaaa, biraz ara ver hastalık, daha yapacak çoooook işimiz var....    

23 Aralık 2013 Pazartesi

Bir sonbahar da böyle geçer....

Yok öyle "batıl"a inanan insanlardan değilim, hurafeler, garip inanışlar bana göre değil. Ama işte taaa 2013'e girerken biliyordum, hissediyordum işte bu yılın bir cacık etmeyeceğini. Etmedi de, ne özel hayatımda ne genel hayatımda ne de ülkemizde.

Şu günler Yalın'ın en çok bu şarkısını seviyorum, tam da en yalnızlığımda yakalıyor beni. "Ne seninle ne sensiz" derler ya, işte o duygu benim için 2013'e damgasını vurdu.

"Hadi artık 2013 daha fazla sürüme ayağını da çekip git hayatlarımızdan, tüm uğursuzluğunu da beraberinde götür" diye haykırasım geliyor bazen.... oysa yılbaşlarına, takvim düzenine de inanmam ben, bana göre zaman hep ileri doğru akan bir sonsuzluktur, belki de algılarımızda....

Nankör olmamam lazım, herşeye rağmen birşeyler yerli yerine oturuyor hayatlarımızda, sanki "eski" günlerimize dönecek gibiyiz, eskisi gibi şenşakrak, gezip tozmalar filan...

Buz gibi soğuk, ayaz İstanbul sabahından sıcacık sevgiler....

Neyleyim İstanbul'u.... 

Son sözüm kalmadı söyleyecek sana
Sadece birkaç küçük sitem
Belki onlarda eriyip gidecek
Mutlu olduğunu bilsem
Göz görmeyince gönül katlanır derler
Ondan biraz uzak olsam yeter
Ama hiç yalnız bırakmaz anılar
Çünkü en çok mesafeyi severler
Ben birkaç parça anıyla sarhoş oldum bugün
Ve mutluluğum kaldı dağlar ardında
Çünkü yoksun yanımda
Neyleyim İstanbulu sonbaharda
Sen çünkü yoksun yanımda
Neyleyim İstanbulu sonbaharda
Şimdi hiç gücüm yok sana geri dön demeye
Çünkü ayrılık vardı sözlerinde
Hem zaten başkasını bulmuşsundur
Hakkım yok rahatsız etmeye
Ben birkaç parça anıyla sarhoş oldum bugün
Ve mutluluğum kaldı dağlar ardında
Çünkü yoksun yanımda
Neyleyim İstanbulu sonbaharda
Sen çünkü yoksun yanımda
Neyleyim İstanbulu sonbaharda
Çünkü yoksun yanımda
Neyleyim İstanbulu sonbaharda



17 Aralık 2013 Salı

Maç, kaç kaç?

Üniversiteye kadarki öğrenim ve özel hayatım hep "ben" gibi, "ailem" gibi tiplerin arasında geçti. Yani dini, dili, ırkı ne olursa olsun "aydın", liberal ve demokrat insanlar, gelişime ve değişime kapalı olmayan, inançlarını kendi içlerinde yaşayan, kimsenin kimseye karışmadığı sıradan vatandaşlar. 

Üniversiteye başladığımdaysa "gerçek" dünyayla tanıştım. Gün be gün, fakülteye gidip geldikçe, gözlemledikçe, olayların içine girdikçe ya da gir(e)meyip dışardan baktıkça, bilmediğim, bana yabancı gerçeklerle, aslında bu ülkenin gerçekleriyle tanıştım. 

96'da birinci sınıfın ilk dersindeydik. Anayasa hukukuydu. Lise psikolojisiyle amfimiz hınca hınç doluydu, neredeyse 300 kişiydik. Hocamız İbrahim Kaboğlu kürsüye çıktı, kendisini ve dersin içeriğini anlattıktan sonra her birimizin sırayla kendini tanıtmasını istedi. İsmimizi, hangi ilden geldiğimizi ve mezun olduğumuz liseyi söyleyecektik. Amfinin en arkasından başlandı. Aynı "memleketten" gelenler bir olmuşlar, yanyana oturmuşlardı. Aha da işte benim gibi "İstanbul"luların bilmediği "memleket" kavramına merhabaydı benim için. Sonrasında beni ürperten ve garipseten diğer gerçeklik, sınıfımın büyük kısmı imam hatip lisesi mezunuydu. Yani aslında imam ya da hatip olmak için eğitim almış, lise öğreniminin ağırlığı "dini" içerikli olan genç arkadaşlardı. Oysa bu fakülte hukuk fakültesiydi, sonu hakim, savcı ya da avukat olarak bitiyordu. Başka meslek liseleri bu kadar ağır basmamıştı, ne bileyim elektrik, muhasebe vs liselerinden kimse yoktu ya da dikkat çekecek kadar yoktu, varsa yoksa imam hatip.

Biz birinci sınıf çömezlerinin etrafında hemen biten, "kıdemli" gruplar başladı sonra. Yeni gelenleri, kendi aralarına çekmek isteyen "dinciler" ki kendilerine "müstakil hukukçular" adını takmışlardı, ülkücüler, solcular.... Prensip olarak ülkücülere ve solculara yakındım ilk başlarda. Hem ülkemi seviyordum hem de sosyalisttim, ki halen de öyleyimdir, ama gün be gün olayları yaşadıkça kendimi bu iki gruba da çok uzak hissettim. Çünkü her ikisi de ailemin bana öğrettiği Atatürk milliyetçiliğini ve sosyalizmi taşımıyordu. 

Üniversite yıllarımda katıldığım tek protesto gösterisi, amacından sapıp çok farklı noktalara geldiğinde ve bundan sonra uzaktan gözlemlediğim tüm protestoların (öğrenci olaylarının) tabanında yatan her bir uç noktanın ortak tek özelliğinin Atatürk'ten nefret etmeleri olduğunu gördükçe siyasetten, radikalizmden iyice uzaklaştım ve soğudum. Bu okuduğunuzdan sakın ola ki, "inançlı" insanlar/ ülkücüler/ solcular Atatürkçü değildir ve asla olamazlar sonucunu çıkarmayın, ben sadece kendi yaşamsal değerlendirmelerimden hareketle, "radikal"lerden, yani uç noktalardan bahsediyorum. 

Evet, her bir farklı uç nokta Atatürk'ü sevmiyordu, alenen ya da gizlice. Çünkü Atatürk kurduğu sistemde hiçbirine üstünlük tanımamış, ortaya koyduğu "milliyetçilik, "sosyalizim" gibi kavramlarla tüm halkı kucaklamaya çalışmıştı. Diktatörlükle suçlanan bu adam, çağının "diktatörleri" gibi kişisel hırslarına kurban olmadığı gibi halkını da kurban etmemişti. Bunlar benim düşüncelerim tabii. 

Biz üniversitedeyken 28 Şubat süreci yaşandı, üniversitelerde türban yasağı uygulandı vs vs. Türbanlı arkadaşlarım vardı ve bir çoğu yasakla beraber türbanlarını çıkarıp girmişlerdi sınıfa, hatta mezun olduktan sonra tekrar "kapan"mamışlardı. Bir tek Elif, kara çarşafıyla sınıfa gelen bu arkadaş, sonrasında peruk takarak öğrenime devam etti, hep düşündüm, bu "yüzünü kitaptan kaldırıp hocaya bile bakamayan, çekingenlikten öte" arkadaş yarın bir gün savcı, hakim makamına nasıl oturacak ya da avukat olup nasıl savunma yapacak diye.... 

Müstakil hukukçular grubuna baktığımda dikkatimi çeken, bu grupta "kız" olmamasıydı. Bu görüşü destekleyen kızlar sessiz sedasız gelirler, okurlar ve giderlerdi. Erkekli, kızlı hareket etmezdi "dinci"ler. Hatta biraraya gelip yüzyüze konuşan iki farklı cinsi de görmedim diyebilirim. İşte o zaman, bir hukukçu kimliğinin böyle mi olması gerektiğini düşünmüştüm mesela. Erkek ve kadını yanyana kabul edemeyen, kesin çizgilerle ayıran bir kimse ilerde avukat, hakim ya da savcı olduğunda nasıl karar verecek, hareket edecek, adalete yön verecekti. Üstelik o adalet ki, mülkün temeli.   

Sonrasında malum Alparslan Arslan. Biz onunla aynı sınıftaydık, çocuktaki gelişimi, kaymayı uzaktan gözlemlediğimi ve danıştay saldırısıyla resmin netleştiğini söyleyebilirim. Müstakil hukukçulara "yakın" olan bu arkadaş, gelir giderdi derslere. Diğer arkadaşları gibi sessiz, sakin, derinden bir tipti, en azından dış görünüşü öyleydi. Sonraları sınıfa gelmesi seyrekleşti, hatta en son gördüğümde gözleri kan çanağına dönmüş bir haldeydi. Ya sabaha kadar ağlamış ya da uyumamış gibi bir görüntüsü vardı. Demek, "büyük abilerin" kucağına işte o yıllar, belki o günler düşmüştü. 

Müstakil hukukçular grubunda anlam veremediğim türde arkadaşlar da vardı. Bunların sayısı nispeten azdı, hatta acaba yanlış mı değerlendiriyorum, gerçekten "dinci" değil mi bunlar diye düşündüğüm oluyordu arasıra. Çünkü bunlar, diğerlerinden farklı olarak sınıfta kızlarla yanyana oturabiliyordu, yıllık komitesinde çalışıp, "kızlı-erkekli" okul gezileri düzenleyebiliyor, kantinde kızlarla çay içebiliyorlardı. Bu "değişik" hareketleri yüzünden hem "müstakil" arkadaşlarına hem de "bize" tam yanaş(a)mıyorlardı. Benim en çekindiğim arkadaş türü buydu işte. Hakikaten ne olduğu belli olmayan, "her dalda oynayan", gerçek niyetini çözemediğim....

Zamanla "cemaat" kavramı girdi hayatıma. Basından takip ettiğim kadarıyla ve sonrasında okuduğum Şakirt kitabıyla yüzeysel olarak tanıdığım ve nedense beni en tedirgin eden kısım. Kitabın yazarı Barış Müstecaplıoğlu ile bir dönem aynı kurumda çalışmış olmamız da ilginç bir tesadüftür.

Yıllar geçti, "minareler süngümüz" diye başlayan şiirler, "kanlı mı olacak, kansız mı olacak" demeçleri, "demokrasi amaç değil araçtır" söylemleri ardından bir şekilde AKP iktidar oldu.  Vatanın kaleleri birer birer fethedilip,"babasının malı gibi" varımız yoğumuz satılırken, Andersen masallarıyla dolu iddianameler esas alınarak astığım astık kestiğim kestik bir hukuk düzeni almış başını gidiyorken, ben ve benim gibiler hep izlemedeydik, tedirgin bir bekleyiş, ta ki malum Gezi olaylarına kadar. Tam da sesimizi duyurduk, biz de varız derken, olaylar duruldu, demek ok hedefini bulmamıştı.

İktidar boyunca tüm "müstakil" görüşlüler aynı çatı altında toplanmıştı, ama bugün anlıyorum ki bu buluşma da bir yere kadarmış. Çıkarların çatışmaya başlamasıyla, çözülmeler de kendini gösterdi. İzleyen gözler, hisseden kalpler, analiz yapan akıllar zaten sinyalleri çok önceden hafif hafif alıyordu. Gülen'in Gezi olaylarına destek vermesi, iktidar içindeki "çatlak" sesler, facebook'tan takip ettiğim "müstakil" arkadaşlarımın birbirleriyle laf dalaşına girmeleri, hatta bir kısmının Gezi olaylarına aktif olarak katıldıklarını itiraf edip, düne kadar yere göğe sığdıramadıkları AKP'nin "faşizan" bir tavırda olduğunu beyan etmeleri.... Ve derken bu sabah, bugün... Onlarca gözaltı, iddia makamında savcı Zekeriya Öz'ün yer alması, Hakan Şükür'ün hiç de sürpriz olmayan istifası......

Taşlar elbet yerine oturacak. Ama o ana kadar, aynı paydadan gelen ve ortak noktaları Atatürk'ten nefret etmek olan bu iki grup birbirinin ne kadar kirli çamaşırı varsa serecek. Ve maçı alan, faaliyetlerine kaldığı yerden devam edecek. Ta ki??? Ta ki BOP gerçekleşene kadar mı, ta ki şeriat gelene kadar mı (ki buna artık inanmıyorum), ta ki ülke bölünene kadar mı? Resmin bundan sonrası benim için tamamen karanlık..... Gözlerim görmeyecek, kalbim hissetmeyecek, aklım çalışmayacak kadar karanlık....

Bu son gelişmeler, beni zerre kadar sevindirip umutlanmıyor. İsterdim ki, gidişata dur diyen cumhuriyetin "gerçek" sahipleri olsaydı. İşin ilginç tarafı, kimin masum kimin suçlu olduğunu da bilemiyorum, çünkü "anayasayı bir kez ihlal etmekten birşey olmaz" zihniyetiyle ilerleyip, düzmece delillerle insanların yıllardır hapislerde süründüğü bir ülkede hukuka ve adalete inanç da kalmıyor. İşte bu yüzden, "çamur at izi kalsın" mantığıyla hareket edip, 4 yıl içerde tuttuğunuz bir insanı aniden salıvermekle vicdanlarda gerçek "adalet" sağlanmış da olmuyor.

Özel hayatında iftiraların en ağırlarına maruz kalmış, çamurlar atılmış ve izleri ömrüm boyu benimle gelecek bir insan, ardından bir hukukçu olarak, hep şunu derim. "Gerçek adalet, herkes için, hemen şimdi."

Sıradan bir vatandaş olarak, bir yanda filler kapışırken ezilen çimenleri düşünerek içim buruluyor. Van'daki depremzedeler, doğuda kardan kapanan yollar, Trakya'yı basan sel, sokak çocukları, yıllarca çalışıp emekliliğinde maaş kuyruğunda ölenler...... ne çok "acı" ve "gerçek" derdi var bu ülkenin....

Düşünce olarak geldiğim son noktada hayat felsefem şudur; din, dil, ırk ne olursa olsun, zaman ve mekana göre değişmeyen ve asla tartışılmaz evrensel değerler vardır. Bu değerler, insanlığın ortak paydası, yapı taşlarıdır. Çoğaltabilirsiniz, ama azaltamazsınız. İyilik, doğruluk, vefa, adalet, yardımlaşma, paylaşma, sevgi, saygı..... Amma velakin dünya döndüğü ve üzerinde insan cinsini barındırdığı sürece bunları sağlayamamışken, ortak bir zaman dilimini paylaştığımız bu günlerde işlerin değişmesini beklemek nafile Pollyanna'cılık olmuyor mu?

Arkadaşım, maç kaç kaç? Yeni yılda asgari ücret ne kadar olacak? Eğitim sistemi yine değişecek mi? FSM gişelerini daha erken düzenleyemez misiniz, trafik berbat buralarda.......    ha bu arada Defne de kaldırdığı öğlen uykularını yerine koydu, yazdan bu yana da 2 cm uzamış...

Belki en iyisi, "küçük" dünyaların "büyük" olaylarını anlatmaya devam etmek, kim bilir?   

13 Aralık 2013 Cuma

Doğum Gününe 1 Kala

Birkaç gündür İstanbul'u esir alan bembeyaz kar, ardında çamurlu göletler bırakarak eriyor. Bir kış daha geldi, yaşanacak, geçecek. Arkası önce bahar, sonra da yaz.

Bugün 13 Aralık, Defne'nin doğum gününe bir gün daha var. Her 13 Aralık'ta olduğu ve bundan sonra da eminim olacağı gibi, miniğimin doğum hikayesini, ardından yaşadıklarımızı ve şimdilik geride bıraktığımız 3 "koca" ve "küçük" yılı düşünmemek elde değil.

Salıdan bu yana doğru düzgün evden çıkmadığımızdan, ikimiz de bayağı bunalmıştık. Zaten ana yollarda kar sorunu da olmadığından bu sabah Defne'yi yuvaya götürüp kendimi, doğum günü hazırlıklarına verdim. Hatta yüzsüzlük edip bugünlüğüne öğle yemeğini yuvada yedirmelerini rica ettim. Azıcık kendimle kalmak, sessizliği dinlemek istedim, hiç olmadığım bir şekilde "bencil" olmaya çalışmak yeni yılki ilk hedeflerimden (bu da bir başka yazının konusu olsun). 

Doğum günü menümüz belli ve çoğunlukla hazır, ama itiraf etmeliyim ki bu sabah itibariyle "ben" hazır değildim. Günlerin verdiği yorgunluk, ev hanımı olmanın en büyük dezavantajı çocuktan bağımsız bir hayatın olmamasının verdiği kısıtlanmışlık hissi, saç-baş dağılmış fiziksel felaket görünüm derken doğum günü sevincini hissedemiyordum bir türlü. 

Bana kalan üç saatlik sürede kuaföre gittim, Defne'ye bir hediye daha aldım, basit birkaç market alışverişini yaptım ve 3 senedir en çok istediğim öğlen yemeğini ısmarladım kendime. Eski işyerime çok yakın bir lokantada, en sevdiğim yemeklerden birini şöyle "dur, otur, hadi yesene, dökülecek bi dakka" olmadan, kendi kendime, ağır ağır yedim. Bu çok uzun ve çok kısa 3 saatin sonunda acayip dinlenmiş ve yenilenmiştim. "Doğum günü nerede, hadi başlasın müzik" modunda lokantadan çıkarken, benden daha mutlusu yoktu sanırım.

Hatta bununla da kalmayarak, kendimizi eve attıktan sonra, sabahın 6,5'unda hortlayan canavarımı bir şekilde uyutmayı başarıp internete dalınca "haha işte budur ev hanımı annenin ideal hayatı" diye oynamak istedim sevgili takipçim.  

Bu vesileyle nice yaşlara minik Defnik, sağlık, huzur ve başarı dolsun hayatın. Bahtın hep açık olsun....

11 Aralık 2013 Çarşamba

Kardan Adam Yapalım mı?

Madem "yuva" hayatı başladı, madem öğle uykuları rafa kalktı, madem hava buz gibi, eve tıkılıyız o zaman evimizde keyifli zaman geçirmeye çalışırız. Bundan böyle başlıklar, çocukla evde yapılabilecek basit el işleri de içerecek. Ufkumuz sonsuza kadar genişleyecek, yaratıcı olmak ve üretmek zamanı.

Öncelikle, Defne sanatsal faaliyet yapabilir duruma geldiğinden bu yana, elime geçen temiz ve düzgün durumdaki bazı malzemeleri (karton, renkli/desenli kağıt, kurdele gibi) saklıyorum, market- mağaza broşürlerine, eski dergilere farklı gözlerle bakıyorum. Gerekirse taklit yeteneğimi de kullanıyorum.

Bence 2,5 yaşına gelmiş bir çocuğun evinde; ucu yuvarlak makas, pritt, renkli el işi kağıtları (10'lu paketler halinde satılıyor), renkli karton kağıtlar mutlaka olmalı. Gerisi hakikaten yeteneğinize, hayal gücünüze kalmış.

Aslında daha basitlerle başladık evdeki sanatsal faaliyetlerimize. Elimdeki bloknotlardan temiz kağıtlar kopardım. Diğer yandan elimdeki eski dergi ve broşürlerden Defne'nin hoşuna gidebilecek resimleri (hayvanlar, yiyecekler, taşıtlar vb) kestim, yapıştırmak için Pritt'i çıkardım. Masaya serdiğimiz çalışma kağıdının üzerine hepsini yerleştirdim. Defne herbir kağıda istediği resimleri Pritt'le yapıştırdı. Kağıtlar dolduğunda, arka yüze Defne'nin her iki elini çizdik, tarih de atıp sevdiklerimize hediye ettik.


Gelelim kardan adama. Defne'nin yuvada yaptığı gayet profesyonel bir havası olan kardan adamdan esinlenerek, evdeki stok malzemelerimizden kendi kardan adamımızı yaptık. Gayet amatörce yaptığımız, el emeği göz nuru bu çalışmamız arşive geçsin.

İki beyaz kartonu bir küçük bir de büyük yuvarlak olarak kestik. Baş ve gövde olarak birbirine zımbaladık. Siyah kartondan gözler, turuncu el işi kağıdından burun kestik, evdeki fiyongu baz alarak renkli kartondan fiyonk kestik. Defne bunları yine Pritt'le yapıştırdı. Yıllar evvel aldığım dolap bekleyen çiçekli boncukları da düğme niyetine yine Pritt'le yapıştırdı. Başına da siyah kartondan şapka kesip, zımbaladık. Ve işte kardan adamımız hazır......  İsterseniz kardan adamınızı, şapkasını delgeçle çift delik delip, bu deliklere kurdele takmak suretiyle sanat sahibinin oda kapısına ya da sokak kapınıza asabilirsiniz.

İçimizi ısıtan güzelliklerin asla yok olmaması dileğiyle. #direnkardanadam!!!!!  

10 Aralık 2013 Salı

Kaptan Phillips (film önerisi)

Gerçek bir olaydan uyarlanan bu film, Somali açıklarında gemisi önce saldırıya uğrayan ardından da rehine olarak alınan bir kaptanı anlatıyor. Başrolde Tom Hanks var.

Filmi seyrederken, üstelik "yaşanmış" olduğunu bilerek seyrederken, teknoloji sayesinde küçüldüğünü düşündüğümüz aslında bu koca dünyada ne çok hikaye olduğunu, insanların "para" için "kişisel hırsları" için neler yapabileceklerini hatırladım. Ve evet, hiçbir hikaye tek taraflı değil. Bir tarafta "masum Amerikalı" varken diğer tarafta "kötü" ama bu kötülüğü aslında temel ihtiyaçlarını karşılayamamaya dayalı bir Somalili var. İşte bu yüzden düşüncelerimin uç noktalarına dokundu seyrettiklerim. Elbette hiçbir "neden", "suçu" haklı kılmaz, ama paylaşmak, yardımlaşmak varken, "komşun açken sen tok uyuma" varken neden ezelden beri bu dünya düze çıkamıyor diye düşünmemek elde değil.

Bunun yanısıra, bir ülkenin, zor durumdaki vatandaşı için seferber ettiği gücü, kaynağı, aldığı riski gördüğümde, doğup büyüdüğüm, yaşadığım ve muhtemelen de öleceğim kendi ülkemde "insan"ın hakikaten hiçbir kıymeti olmadığını bir kez daha fark ettim. Bu acı gerçek de yüzüme buz gibi çarptı.  

Filmin kategorisi, dram ve gerilim türü olarak yapılmış. Ama bence gerilim kısmı çok da ağır basmıyor. Aksiyon tutkunuysanız ve özellikle benim gibi "gerçek" hikayelerden hoşlanıyorsanız kaçırmayın derim. Uzun zamandır bu kadar sürükleyici ve akıcı bir film seyretmemiştim.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Son Zamanlar

Uzunca bir zamandır bloguma uğramadım, es geçtim, erteledim, elim varmadı yazmaya, dilim varmadı söylemeye. Çünkü kelimelerin kifayetsiz kaldığı noktalarda dolaşıyordum. Gerçi halen daha o noktalardayım ama sanırım artık hareket edebilecek kıvama gelebildim.

Koca bir yaz, ardından sonbahar geçti, sessiz sedasız. Bu sessizliğe inat hayatımız gayet renkli ve yeniliklerle doluydu aslında.

Defne yuvaya başladı, ikinci azı dişlerini (bilmeyenler için son süt dişlerini) büyük tantanalarla birer birer patlattı ve sonuncu dişi çıkarken feci bir gribe yakalandı, ilk kez saçlarını kestirdi, Bayram'da gittiğimiz otelin çocuk kulübünde harika dans şovları yaptı (oysa daha geçen sene şaşkın şaşkın diğer çocukları seyrediyordu), ilk kez "annecim/babacım seni çok seviyorum biliyor musun" dedi, ilk kez "seni özledim" deyip sarılmalara başladı, ilk kez kesip biçmeli yuvasal etkinlikler yaptı, bunları eve getirdi, büyük bir keyifle herkeslere gösterdi..... ve maalesef son birkaç gündür "öğle uyku"larını kaldırıp bizi yeni bir boyuta, şimdilik bilinmez ve henüz taşları yerine oturmamış bir düzene taşıdı....  

Bense uzun bir aradan sonra ilk kez "birey" olmanın tadını hatırladım. Defne'nin yuvaya gittiği zamanlarda kendime ait birşeyler yapmaya başladım, evle ilgili ne zamandır ihmal ettiğim konulara giriştim. "Dışarda hayat varmış yahu" denecek kadar "kapanmış"ım meğer. 

En istikrarlımız eşim de, Defne'yle keyifli anlar yaşamanın tadını çıkarıyor. Artık oyunları anlam ifade eden minik kızıyla vakit geçirmek daha başka. Özlemek ve özlenmek, sevmek ve sevilmek ve küçücük, saf bir yürekten bunları duymak "baba" için çok değerli olmalı....

Özetle böyle olmakla beraber paylaşmayı istediğim ayrıntılar çok. Mesela Defne ve İngilizce, ben ve bulamadığım yayınlar, internet üzerinden alışveriş, yeni okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, düşünüp düşünüp sonunda bulduğum içimi en ısıtan o eski kareler ve kaldırılan öğle uykusunun evimize yaptığı atom bombası etkisi..... 

Şimdilik sadece akşamları güncellenecek bu blog, tabii anne tüm günün yorgunluğundan bayılmadığı ya da Muhteşem Yüzyıla kendini kaptırmadığı sürece.... 

İyi geceler bloggerlar !    

6 Aralık 2013 Cuma

Pascal Campion

Dün gece hayli ilerleyen bir saatte, bloga dönmeye karar verip, bir iki şey karaladıktan sonra ve üstüne yorumlara bakıp, olumlu mesajlar alınca moralim yükseldi. Hiçbir şey olmasa sırf beni mutlu eden, canı gönülden gelen o güzel ve anlamlı yorumlar için yazmaya değer. Teşekkür ediyorum kendilerine (kim olduklarını biliyorlar)....

Beni gülümseten bir anıyı yazmak isterdim ama şu son zamanlarda geçmişime dönüp baktığımda,  daha çok haksızlık ve vefasızlık damgasını vuruyor hayatıma, dolayısıyla şimdilik bizatihi bana ait olmamakla birlikte içimi ısıtan bir çizeri paylaşmayı uygun görüyorum.

Kendisi Pascal Campion. Bence harikulade bir çizer. Çekirdek ailesinden esinlenerek karikatürize ettiği, sempatik, insana umut veren, gerçek sevgiyi hissettiren çizimleri var. İlgilenenler için internet sitesi bu linkte. İngilizce biliyorsanız, kısa kısa başlıkları da var çizimlerinin.

Tesadüfen keşfettiğim ve neredeyse her gün tıklayıp yeni çizimini merak ettiğim bir yetenek. Belki biraz "evli, mutlu, çocuklu" çizimleri var ama çift hayatını ya da arkadaşlıkları güzel işleyen çizimleri de mevcut.

Şimdilik favorilerim,

The Dance, bir babayla kızının "aşk"ları ancak bu kadar güzel, naif ve dokunaklı anlatılabilir sanırım. Eşim bu çizimi evde tekrar etmek suretiyle, Defne'nin doğum gününe yetiştirmeye çalışıyor.

Ginger, uzun zamandır ara verdiğim ve geri dönsem de bir daha asla aynı tadı yakalayamayacağımı düşündüğüm arkadaş toplantılarını anımsatıyor bana. Uyumu, mutluluğu, serbestliği....

Siteyi biraz turlarsanız eminim hoşunuza gidecek bir iki parçaya rast geleceksiniz.

Sevgi ve ışıkla.....

Kaldığım yerden....

Upuzun bir aradan sonra başlamak zor geliyor. Ne desem, hangi birini anlatsam, nasıl girsem geliştirsem ve bitirsem...

Defnenin yuva maceraları, bayram tatilimiz, mevsimsel hastalıklar, yaptıklarımız, yapamadıklarımız, yıllar sonra kendime ayırabildiğim gerçek anlamda zamanlar, hatırladığım hobilerim, okuduğum kitaplar, etkinlikler, karar ve kararsızlıklarım, hayatıma damgasını vuran hayalkırıklıklarım, tükenmişlik hislerim ve elbet alışkanlıklar....

Babam ve oğlum filminin bir sahnesi vardı hafızamdan asla silemediğim, hayatı - olacakları nasıl engelleyemeyeceğini anlatan. Babaya "tut " diyordu Şefik Sezer, oğlana ise " koş ve babanı devir, geç" ve Çetin Tekindor o sahnenin sonunda anlıyordu ki olacakla öleceğin önüne geçemiyorsun, ne yaparsan yap. "Faydası yok sözlerimin, bildiğini okuyor hayat, her nasıl olsa..." Diyor ya Gripin bir şarkısında aynen de öyle.......

Tam 1 ay olmuş bloga dokunmayalı, benim gibi sık yazan biri için çok uzun bir süre. Öyle ya da böyle elim varmadı yazmaya, sebepleri bana kalsın diyelim.... Neticede, bir şekilde başladım ya yeniden, gerisi gelir ne de olsa değil mi?




5 Kasım 2013 Salı

Hayata Dair

Öyle böyle şöyle günler geçip gidiyor. Her geçen gün, yeni birşeyler öğretiyor, yeni farkındalıklar yaratıyor bende. Zorla değil, güzellikle kabul etmek gerekiyormuş bazı şeyleri, ama kabullenmek için de demlenmek gerekiyormuş sanırım. Önce akıl sonra ruh kabul ediyormuş. Ve en güzel, en anlamlı şey "anne" olmakmış. Kendinden, herşeyden, herkesten çok onu düşünmek, geçmiş ve gelecek bağlarını onunla kurmak, "geleceği" yaşamakmış. Sırf onun için mutlu, umutlu, huzurlu olmak, değilse de "mış" gibi yapmakmış. Anne'lik, zor da olsa keyifli bir zanaatmış.

Ve aslolan "insan"mış. Somut ve soyut hayatı var eden, güzelleştiren, anlamlandıran "insan". Yoksa o, bu ya da şu değil. "İnsan" varsa sofralar daha keyifli, hayat daha coşkulu, dört duvar "yuva"ymış. Varsa yoksa "insan"mış. "İnsan" yoksa, gerisi teferruatmış.

Severek takip ettiğim bloglardan biri, "tüm bloglarda bir rehavet olduğunu" yazmış. Nasıl da haklı, kim bilir güz yorgunluğudur belki, belki son ılık havaların tadını çıkarmak, koca kışa hazırlık yapmaktır telaş. Ya da benim durumumda olduğu gibi, "yine yeniden merhaba hayat"tır..... kaldığım yerden....

1 Kasım 2013 Cuma

Eylül'dür.....

Kasım'ın başında ne işi var bu şiirin demeden okumanızı dilerim. En sevdiklerimden, en hüzünlülerden biridir. Ama hayat'tır işte. "Her sonun aslında bir başlangıç olduğunu" bana daima hatırlatan hayat......

Eylüldür,

Yaprak,
Doğduğu dal’ı son kez kucaklamakta,
Annesiyle helalleşircesine,
Sonra bir gelin misali,
Rüzgarın kanatlarından tir tir
Yerin göğsüne doğru inmekte,
Ve düşmekte hafif hafif,
Bağrına,
Yanaklarını okşamakta elleriyle toprağın,
Sarılmakta, öpmekte,
Sonra serilmekte,
Toprağın serin koynuna.
Ağustostan kalma sıcak teniyle.
Sonra bitmekte,
Toprak olmakta.
Hiç doğmamışcasına.

Eylüldür,

Gökyüzü, hüzün deryasında,
Ha boğuldu, boğulacak,
Kara kara bulutlar yaklaşmakta
Bir çığlık kopmakta birden,
Gökyüzü ağlamakta,
Aşıklar ıslanmakta,
Sırılsıklam.

Eylüldür,

Göç etmekte kuşlar, sürü halinde,
Veda şarkısı çalmakta,
Eski bir gramafondan,
Ve bir sessizlik kalmakta.
Yadigar, o güzel yazdan.
 
Serkan Uçar

31 Ekim 2013 Perşembe

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın meşhur romanı değil konum. Konum bizim ev ve değişen "düzen"imiz. Daha evvel yazmıştım bir yerlere. Bu saatleri ayarlama işi bize yaramıyor demiştim, protesto etmiştim, nafile, yetkililere yine sesleniyorum huzurunuzda "Rica ediyorum lütfen her sene bir ileri bir geri oynatmayın düzenimizi, tam da -aha da oldu bu iş- derken başa sarmayın çabalarımızı, fedakarlıklarımızı, sınamayın sabrımızı". Saatlerin yeniden ayarlanmasıyla, geçen her gün yepyeni saatlerde kahvaltı ve yemeğini yiyen, uyuyan ve uyanan minik Defne'nin geldiği son durum şudur; sabah 6- 6,5 gibi uyanma, öğlen 1 ya da 1,5 saatlik uyku ve akşamları 10'da uyuma. Şaka maka değil, zaten uykuyu sevmeyen çocuk, saatlerin alınması ve bizim yeni saate uyum göstermesi için uyguladıklarımız sonucu bu hale geldi. Şikayet değil bu anlattıklarım, bizim evin halleri. Zaten neticede ve samimiyeten söylüyorum ki, her sabah, sağ ve sağlıklı uyandığımız için şükrediyorum, gerisi gerçekten boş.

28 Ekim 2013 Pazartesi

Fırında Kremalı Patates

Ailecek bayıldığımız bir tarif bu. Zaten içinde patates ve krema olması başlıbaşına yetiyor lezzetli olmasına, el oyalamadığı için çalışan hanımlar da şipşak pişirebilirler. "Peki neyin yanına yapıyorsun?" derseniz, tercihen köfte ya da ızgara etlerin yanına. Ya da çok sıkışıksam hayat kurtarıcı bir yardımcı yemek olarak pişiriyorum. Deneyenlerin pişman olmayacağına eminim. Yapılışı şöyle; 4 adet orta boy patatesi soyup önce ikiye bölüyoruz ardından, yarım halka şeklinde, yapabildiğimiz kadar ince doğruyoruz. Doğradığımız patatesleri bir karıştırma kabına alıyoruz. Üzerine tuz, karabiber, 200 ml'lik bir paket kremayı döküyoruz. Ardından bir su bardağı kadar rendelenmiş kaşar hazırlıyoruz. Bunun yarısını da patatesli harca ilave edip iyice harmanlıyoruz. Yarım su bardağı süt ilave ediyoruz. Bir diş sarımsağı soyup ikiye kesiyoruz, kesik kısmını borcamımızın her yanına sürüyoruz, ardından borcaı iyice yağlıyoruz. Kalan sarımsağı patatesli karışımaa doğruyoruz. Tüm karışımı borcama döküp 200 derecelik fırında 20-25 dakika kadar pişiriyoruz. Ardından kalan rendelenmiş kaşarı da üzerine serpip üzeri kızarana kadar aynı ısıda pişirmeye devam ediyoruz. Afiyet olsun !

25 Ekim 2013 Cuma

Dün, Bugün, Yarın.....

25 Ekim 1996 cuma, annemin işyerinde beyin kanaması geçirmesi ve apar topar hastaneye kaldırılması. 25 Ekim- 7 Kasım 1996; büyükbabacığımla, bitkisel hayattaki annemin başında beklememiz. Büyükbabamın beni zar zor okula yollaması, kulaklarımdan hiç çıkmayan "annen geçmiş, sense geleceksin yavrum" lafı... Kardeşimin, dayımlarla kalması. 7 Kasım 1996 perşembe; annemin vefatı. Bir anlamda "oyun perdesinin kapanarak etrafın zifiri karanlığa bürünmesi" 9 Kasım 1996 cumartesi; annemin toprak anasına kavuşması. 25 Ekim 2013 cuma, Defne'yi yuvaya bıraktıktan sonra nostalji amacıyla İstiklal Caddesine gidişim. Hiç planda yokken, çok sevdiğim ve yıllardır uğramadığım filatelist büyüğümün dükkanında saatlerce sohbet edişimiz. Defne'nin çıkışına zar zor yetişmem. Onu alıp eve getirmem, yedirmem, içirmem, uyutmam...... 25 Ekim 2013- .......; son günlerde yaptığım ziyaretler, yaşadıklarım, gördüklerim ve en son bugünkü o uzun sohbet ardından daha farklı yaşamaya karar vermem. En değerli varlığım beynime yatırım yapmayı kafama koymam. Değişim, gelişim, her yaşta öğrenme, yeniliklere açık olma vs vs. Hayat, seni yaşayacağım.....

23 Ekim 2013 Çarşamba

Mevlana'dan

Allah der ki, "kimi benden çok seversen onu senden alırım" ve ekler, " Onsuz yaşayamam" deme, seni onsuz da yaşatırım. Mevsim geçer. gölge veren ağaçların dalları kurur, sanır taşar, canından saydığın yar bile bir gün el olur, aklın şaşar. Dostun düşman, düşmanın dost olur. Öyle garip bir dünya, "olmaz" dediğin ne varsa hepsi olur. "Düşmem" dersin düşersin, "şaşmam" dersin şaşarsın. En garibi de budur ya, "öldüm" der durur yine de yaşarsın. 35 yıllık hayat tecrübemle tamaman sabit olan bu söz, tesadüfen facebook'ta karşıma çıktı. Paylaşmadan edemedim. Pastırma yazı tatlı havasıyla bizi büyülese de, güneş geçtiğinde soğuk içimizi ısırmaya başladı. Yağmurların, karın, soğukların eli kulağında. Yeniden kış geliyor, yaşayıp da görenler için. Görüp de anlayanlar için. Her ne olursa olsun yaşamın ve sevginin kıymetini bilenler için.... Takvimlerden Ekim sonu, fark ediyorum ki 1996 ile aynı günleri yaşıyoruz. O sene de 24 Ekim perşembeye, 25 Ekim cumaya denk gelmişti. Gelmişti de, asıl roman orada başlamıştı. Kalbim küt küt, moralim bazen diplerde, kolay değil 17 sene oldu. Tıpkı alıntıladığım gibi, Allan beni onsuz da yaşattı... Bir zamanlar, o en karanlık zamanlarımda bir yerlere karaladığım gibi, "herşeye inat en çok da sinsi düşmanım karamsarlığıma inat, seni yaşayacağım hayat" Ve 17 sene sonra şimdi ekliyorum, "ve herşeye rağmen mutlu olacağım, mutlu edeceğim hayat"....

4 Ekim 2013 Cuma

Yazdım, Okudum, Dinledim

Rüya gibi bir yazın ardından mevsimlerden sonbahar, üstelik mevsim normallerinin altında soğuklar, erkenden yanan kalorifer, çıkan kışlıklar, karanlık günler.... Ama müjdeler olsun ki haftaya sıcaklık normale dönecekmiş, yani kışa daha var, üstelik pastırma sıcakları olacak daha, sevinin ey ahali!!!

Bu postumda yaz tatilinde yazdıklarımı, okuduklarımı, dinlediklerimi paylaşmak istiyorum. Hem fikir vermesi hem de o sıcacık günleri tekrar yaşamam adına....

Malum Defne'yle uzunca bir süre yazlıkta kaldım, bu yaz verdiğim en iyi ve doğru karardı. Onu uyuttuğum öğlenler ve akşamlar bol bol kitap okudum. Biliyorsunuz internetim yoktu. Ayşe Kulin'in "Dönüş" adlı romanıyla başladım, ancak maalesef bana hitap etmedi, belki roman sevmediğim için ama arkadaki tanıtım yazısının zihnimde açtığı kareleri bulamadım okuduklarımda.

Sonrasında biraz da ingilizcemi unutmamak için eşimin internetten aldığı " Can we still be friends" isimli, yazarı Alexhandra Shulman olan kitabı okudum. Bu da bir romandı ve fena değildi.

Tatilin son demlerinde, bildiğimden şaşmayım prensibime dayanarak, Hıfzı Topuz'un kaleminden Nazım Hikmet'in hayatını okudum. "Hava kurşun gibi ağır" isimli bu kitap bana çok iyi geldi, sadece şiirlerini tanıdığım bu ünlü şairimizin hayatını öğrenmiş oldum. Keyifle okuduğumu söyleyebilirim.

Bol bol bulmaca çözdüm, rahmetli büyükbabam"hafıza-i beşer nisyan ile maluldür" derdi, yani "insan unutur" ben de unutmamak için, tüm kış gazete eklerinden biriktirdiğim bulmacalarımı çözdüm durdum.

Her ne kadar internetim yoksa da sonrasında kullanmak üzere birkaç yazı ve başlık hazırladım bir yerlere. Kimini yayınladım kimi başlığın altını doldurmaya henüz sıra gelmedi.  Mümkün olduğukadar kendimi internet ve bilgisayardan ayrı tuttum bu tatilde, evet belki mecburiyetten amafena da olmadı desem...

Yazlıkta sahil gazinosunda en çok çalınan şarkı Gripin'in "Koklasam huzuru Ege'de" isimli şarkısıydı. Defne o kadar bayılmış olacak ki bu şarkıya, bir gün onu, sözlerini mırıldarken yakaladım. "Kokgasam hujuru egedeeee aşşşkk neyden neyeyeeee" gibi birşeyler diyordu ki, miniciğimi tutup bağrıma bastım. Ve bunun üzerine sevgili müzikseverimle dinlemek ve bu yazı ölümsüzleştirmek için eşimden, doğum günü hediyesi olarak Gripin'in cd'sini istedim. İçindeki herbir şarkıya bayıldım.

Eski usul kasetçalarımızın antenini denize doğru ayarlayıp karşı kıyının, yani Yunan tarafının, müziklerine verdim bizi. Tınılar bizimkilere o kadar benziyordu ki, hatta arada çalan Türkçe şarkıları duyunca gururum kabardı. Tarkan, Sertab, Nil Karaibrahimgil oralarda da popüler ne güzel...

Benim açımdan işte böyle geçti bir yaz. İnternetin olmadığı yıllardaki gibi, dolu dolu, başka açılardan sosyal ve doyumlu. Gel gör ki, biz zamane insanının hastalığı, internet bağımlılığı beni yine esir aldı, hiç de şikayetçi değilim... Hadi bu da bir başka yazının konusu olsun....


3 Ekim 2013 Perşembe

Sütlü İrmik Tatlısı (şeftali soslu)

Yapımı gayet basit, lezzetli bulduğum bir sütlü tatlı daha. Tarifini belli bir yerden almadım, bendeki eski bir tarifi internetten bulduğum bir başka tarif ve eski bir gazete kupüründeki tarifle birleştirdim. Bu yüzden doğaçlamaya yakın diyebilirim.

Gelelim en önemli kısma, benim nazlı gurme ilk yapıldığı gün meraktan bir tane şapır şapır yedi, akşam tekrar verince reddetti ve bu akşam yarısını mideye indirdi, yani bizim ev için geçerli not verilmiş oldu.

Malzemeler;

2 su bardağı süt ( kıvam katı olduğundan gelecek sefer 2,5 ya da 3 su bardağı ile denenecek)
6 çorba kaşığı toz şeker
6 çorba kaşığı irmik
Gözkararı tereyağ

Sosu için; 1 şeftali (rendelenmiş), 2 ya da 3 çorba kaşığı toz şeker (tadına bakılarak miktar değiştirilebilir, 1 tatlı kaşığı nişasta(defnenin pirinç unlu karışımını kullandım), çok az su.

Üzerine, bir miktar dövülmüş fındık.

Yapılışı;

Muhallebi kısmı için; toz şeker ve irmiği tencereye alıp iyice harmanlıyoruz. Ardından azar azar sütü ilave edip karıştırıyoruz. Ocağa koyup, sürekli karıştırarak pişiriyoruz, ateşten alınca tereyağını ekliyoruz. Bu karışımı azar azar tek kişilik kaplara paylaştırıyoruz.

Sosu için; şeftaliyi küçük bir tencereye rendeliyoruz, üzerine şeker ilave edipbir iki taşım kaynatıyoruz. Bir kapta nişastayı çok az suyla eritiyoruz ve şeftaliye ilave ediyoruz. Kısık ateşte Devamlı karıştırarak kıvamlı bir sos olmasını sağlıyoruz. Sosu, borcamlar daki tatlıların üzerine paylaştırıyoruz.

Üzerini dövülmüş fındıkla süslüyoruz.

Afiyet olsun.

1 Ekim 2013 Salı

Ben, Sen, O...... BİZ !

Dün itibariyle yine açıldık,saçıldık. Şapkadan kuş mu çıkacak civciv mi derken, neticede beni hiç ama hiç şaşırtmayan hatta az bile bulduğum bir "demokratikleşme paketi" önümüze seriliverdi. Çok önemli maddeler vardı içinde, ülkemizi ve biz vatandaşları " ileri demokrasiye" götürecek, tam da ihtiyaçlarımıza cevap veren.

Mesela eğitim sistemi netleşti, iş bulma güçlükleri azaltıldı, asgari ücretten vergi kesilmesine son verildi, büyük şehirlerin trafiği çözüldü, temel gıdalar ucuzladı vs vs herbirimizin bekleyip de yıllardır hasretini çektiği güzeliklere kavuştuk, hayırlı uğurlu olsun.

Dün metro girişinde romen bir vatandaşımız, kucağında 5 aylık olduğunu tahmin ettiğim bebeğiyle dileniyordu. Bebek bir yandan koh koh öksürüyordu, belli üşütmüş yavrucağız, ciğerlere inmiş. Hemen yanlarına gittim, "müjdemi isterim" dedim. Başbakanımızın bir paketi var size, romen vatandaşlara enstitü kurulacakmış, bundan böyle güllük gülistanlık. Kadıncağız bir sevindi ki sormayın, meğer yıllardır hasretini çektiği demokratik ülke rüyası gerçeğe dönüşmüşmüş böylece...

Kendi adıma düşündüm sonra. İlkokuldan mezun olalı şaka maka 24 yıl oluyor. Tam 40 kişiydik sınıfta, hatta mezunşyete yakın sanırım 42 idi sınıf mevcudu. Neredeyse her birinin ismini ve o çocuk hallerini hatırlarım. Neyse, sabahları sıraya dizilir önce marşımızı ardından andımızı okurduk, sesimiz yeterince gür çıkmazsa rahmetli okul müdürümüz bize tekrarlatırdı. Avaz avaz haykırırdık. Kimi kez detone olurduk ama okurduk işte. Çok şükür iyi öğretmenlerimiz varmış, bizim ezberden okuduğumuz o her satırı birebir açıp anlatmışlardı özde ne denmek istendiğini. İçeriğini bilmezsen duygusunu anlamazsın, neden o kadar önemli olduğunu kavrayamazsın hesabı. İşte bu yüzden okullarda andımız okutulmayacak artık, artık hedef ileri gitmek değil, sorgulamamak, başkaldırmamak, padişah efendimize sonsuz itaat.

O 42 çocuk ne kadar da farklıydık birbirimizden. Kimimiz hep sınıf birincisiydi, kimimiz kırıklarla dolu karnesiyle evine giderdi, kimimiz sarışın kimimiz esmerdik, ben kıvırcıktım mesela, kısa boylular önde uzunlar arkada otururdu, yaramazlık eden tek ayak dururdu, daha neler neler. Ama bu kadar farkın arasında marşımızı ya da andımızı okurken tek ses olurduk, ben-sen- o biter, biz gelirdi ve seslerimiz birbirine karışır ortalığı inim inim inletirdi. Hiçbirimiz de gocunmazdık okuduklarımızdan, sözlerden, o sözlerin arkasında yatan derin anlamı özümsemiştik çünkü. Birbirimizin farkılıklarıyla değil, birlikteliğimizle meşguldük. Çünkü bölünerek azalır çoklar, parmaklar biraraya gelince yumruk olur ve işte o yumruk, bizi ayırmak isteyenelerin kabusudur.

Bu sabah ilkokul arkadaşlarımla uyandım, onların masum çocuk yüzleriyle, ve içimden andımızı okudum. Hani şu defnenin artık okulda okumayacağı andımızı. Evde ona ezberletmeye başlayacağım ve yaşı geldiğinde anlamlarını tek tek hafızasına kazıyacağım sözleri.....

Sen kimsin bilmiyorum ama ben,

Türküm, doğruyum, çalışkanım

İlkem, küçüklerimi korumak, büyükletimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm yükselmek, ileri gitmektir.

Ey büyük atatürk, açtığın yolda, gösterdiğin hedefe hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim.

Varlığım türk varlığına armağan olsun

Ne mutlu türküm diyene.......


29 Eylül 2013 Pazar

Ardıardına

Bazen kötü haberler üstüste gelir, öyle bir gelir ki, insan diken üstünde bir yenisini işitmeye hazırlar kendisini. Çorap söküğü gibidir, bir an evvel söküp bitsin istersin. Ama "hayat"tır yaşanan, herşeyin bir zamanı, döngüsü vardır. İster kabul eder yaşarsın ister kabul etmez yine yaşarsın, velhasıl olacak olan olur.

Önce Tuncel Kurtiz ardından Turgut Özakman, yine birbiri peşisıra büyük sanatçılarımızı kaybettik. Tuncel Kurtiz için daha evvel yazmıştım, Turgut Özakman için maalesef geciktim.

Kitaplarından bilirdim onu da, Şu Çılgın Türkler'i ve Diriliş Çanakkale 1915'i bir solukta okuyup, benden sonrakiler için kütüphanemde saklamaya almıştım. Vatanını, milletini bu kadar seven, tarihimizi genç nesillerin anlayabileceği, takip edebileceği üslupta anlatan bir yazardı Turgut Özakman. Aslında sadece yazar değil, avukat ve bürokrattı aynı zamanda. Detaylı özgeçmişi, merak edenler için burada.

Nurlar içinde uyusun, dilerim verdiği emekler, yapıtları boşa çıkmaz.

28 Eylül 2013 Cumartesi

Yazlık Usulü Balık

1 Eylül benim gibi balıkseverlerin bayramıdır, çünkü av yasağı kalkar, balık tezgahları açılır ve boy boy cins cins balıkla süslenir. Av yasağı boyunca sadece belli balıkları tüketebilirken, yasak sonrası seçeneğimiz artar.

Bu postumda yazlıkta pişirdiğimiz çipuraların tarifini vermek istiyorum. Aslında "tarif" denemez bence, gayet basit, pratik, benim gibi küçük çocuklu evlerde hızlıca uygulanabilecek bir yöntem.

Temizlenmiş balıkları güzelce yıkayıp suyunu süzdürüyorsunuz. Ardından gövdelerine bıçakla boydan boya bir çizik atıyorsunuz. Sonra balıkların her tarafını limonla ovuyorsunuz. Çiziklerin içerisine, birer dal biberiyle yerleştiriyorsunuz. balıkların üzerine kalın halkalar şeklinde kesilmiş soğanları koyup pişirme saatina kadar buzdolabında bekletiyorsunuz, ardından ızgarada balıklarınızı pişiriyorsunuz. Dilerseniz tuz da ekleyebilirsiniz.

Bizim evde balık, taze ekmek ve bol limonlu patates salatasıyla servis edilir. Artık tercih size kalmış. Şöyle rokalı domatesli bir salata da yakışmaz değil :)

Afiyet olsun !

27 Eylül 2013 Cuma

Güle Güle Tuncel Kurtiz

Bugün bir yıldız daha kaydı hayatımızdan. Sesini ve oyunculuğunu çok beğendiğim büyük usta Tuncel Kurtiz'den bahsediyorum. "Yeni nesilde var mı onun gibisi" demek istemiyorum, çünkü gidenin yeri doldurulamıyor.

Sanat, öyle bir uğraş, öyle bir yetenek ki sanatçı ebedi uykuya yattığından sonra bile yapıtlarıyla hatırlanmakta. Eski filmler, şarkılar, besteler, seslendirmeler, resimler, fotoğraflar, heykeller biz onları yaşattıkça hayatımızda olmaya, sevenlerine keyif vermeye devam edecek.

Sanatçılar ne şanslı ki, belki bu anlamda bir nebze olsun "ölümsüzlüğü" yakalamaktalar.

Işıklar içinde uyu büyük usta.

*** Merak edenler için fotoğraflarıyla biyografisi burada.

23 Eylül 2013 Pazartesi

Dakika 1 Gol 1

Herkes söyledi, ben biliyordum ama bu kadar çabuk beklemiyordum açıkçası. Defne'cik, yuvanın ilk haftasının sonunda nezle oldu, hem de öyle böyle değil. Üstelik haftanın her günü bile gitmediği halde. Konu hastalık olunca neden aranmaz, çare aranır bence. Ama işte insan düşünüyor.

Geçen haftayı gayet keyifli geçiren küçük insanım, cuma günü öğle uykusundan korkunç öksürüklerle uyandı, üstelik 1 saat bile uyumamıştı. Aniden düşen sıcaklık, tatilden henüz dönmüş, sıcacık kumlarda ve güneşte oynamaktan henüz ayrılan Defne'ye iyi gelmedi tabii. Diğer yandan törenler (had safhada iştahsızlık, sınırların ötesinde huysuzluk ve uykusuzluk...)  eşliğinde ikinci azıları çıkarması da bağışıklık sistemini alt üst etti. Baktım biri çıkmış, diğeri dün gece ucunu patlatmış, üçüncüsü sanırım bu gece patlayacak ve sonuncusu henüz ortada yok gibi gözükse de eli kulağındadır.

Defne de haklı. Bir bünyenin üzerine bu kadar gidilmez ki. Gelecekse tek tek gelmeli sıkıntılar. Hem diş hem soğuk hava hem büyük şehrin havası derken güçten düşmemek için bizim gibi "azılı" olmak gerekiyor sanırım.

Velhasıl kelam rüzgar gibi geçen bir haftasonunun ardından ettiğimiz bugün itibariyle çok şükür nezle geçmiş durumda. Böyle devam ederse çarşamba, o yuvaya ben de kendi işlerime koyulabileceğiz.

İkinci azılar, Defne'nin çıkarması gereken son dişleri. Bundan sonra ilkokula kadar (dilerim) diş sıkıntısı yok. İlkokuldaysa süt dişlerinin dökülmsei ve yerine kalıcı dişlerin çıkması var ki, şimdiden düşünmek bile istemediğim dişçi seanslarını önümüze getirebilir.

Öyleyken böyleyken bir kez daha gördüm ki, ilk çocuk hakikaten tecrübesizlik, deneme tahtası. Oysa sık sık kontrol ediyordum, ikinci azılar çıkıyor mu diye. Benim hastalık sandığım sıkıntıların çoğu meğer dişlerdenmiş yine. Bilebilseydim nezlenin önüne geçemezdim ama iştahsızlığına, uykusuzluğuna bu kadar kafa yormazdım, çünkü diş sürecinde bu sıkıntıları yaşayacağımızı biliyordum.

Dakika bir gol bir. Anne ve Defne 0, sonbahar+büyük şehir+ dişler 1 !!!!

19 Eylül 2013 Perşembe

Bir Annenin Tatlıyla İmtihanı

Anne olunca gıda konusunda aklını kaçıranlardanım maalesef. Aman iyi yesin, kaliteli beslensin, GDO'dan ve bilcümle katkı maddesinden uzak kalsın, şeker en büyük düşman derken geldik bugüne. Takip edenler eski yazılarımdan bilirler gıda konusundaki seçiciliğimi ve hassasiyetimi.

Velhasıl kelam, bu yaz özellikle yuva arifesinde, kumsaldaki başka anneleri görerek ve son doktor kontrolünden sonra ipleri kendimce biraz gevşetmeye karar verdim. Yemek ve ara öğün saatkeri ve düzeni, uyku düzeni aynı kalmakla beraber Defne'nin tatlı konusundaki kotasını liberalleştirerek "bırakınız yesin, bırakınız içsin" moduna girdim.

Girdim dediysem, hazır paket dondurmaları, boyalı şekerleri, sanayi tipi tatlıları ve özelllikle çikolatayı tenzih ederim. Bunlar bizim evde hala "cısss".

Peki ne mi yaptım? Yazlığımızdaki gazinonun işletmecilerini yıllardır tanırım, temizliklerine titizliklerine güvenim tam. Yöre Ege olunca işletmecinin hanımı her ikindi lokma döküyordu mesela, ben de günaşırı alıp akşam yemeğinden sonra Defne'ye yedirmeye başladım. Lokma vermediğim günler de birlikte yazlığımızdaki dondurmacı dedeye gittik, küçüklüğümden beri kendi dondurmasını yapan bir işletmeci o da. En azından sanayi tipi değil, tüketim de fazla olunca taze olduğunu düşündüm. 

Bunlar dışında son doktor kontrolü ve aşıda Defne'nin doktoru sütlü tatlılara ağırlık vermemi söyledi. söylemesi onun için kolaydı da benim için yapması zordu, çünkü tatlı yapmayı neredeyse hiç bilmem. Sonrasında internet araştırmaları derken, çok beğendiğim bir siteye tesadüf ettim. Hemen birkaç tarifi not ettim ve kesin dönüşte pişirmek üzere sakladım. Dün öğleden sonra ilk kez vanilyalı pudingi -kendime göre azıcık değişitirerek- pişirdim, sonuç harika oldu. Defne'ye de akşam yemeğinden sonra yedirdim, beğendi. Hatta tatlıya benden daha karşı olan eşim bile son kaşığı hmmmm'lanarak götürünce tarifi defterime taşıdım. 

Site, www.gulaymutfakta.com. Sadece tatlı değil, her tür yemek, çorba, meze, salata vs bulabileceğiniz, fotoğrafları da gayet güzel çekilmiş bir site. Tarifler basit bir dille yapılmış, her evde bulunabilecek malzemeler kullanılmış. Yani benim gibi "çakma ev hanımları" için ideal !

Benim yaptığım şekliyle puding'e gelirsek;

Malzemeler : 1 yumurta, 3 bardak süt, 3.5 yemek kaşığı nişasta (ben Defne'nin muhallebilerinde kullandığım pirinç unlu nişasta karşımımı kullandım), 1 bardak toz şeker, 1 paket vanilya, tereyağ, ilaveten benim kullandığım doğranmış mevsim meyveleri (şeftali, armut ve üzüm)

Yapılışı:

Yumurta, tereyağ ve meyveler dışındaki tüm malzemeyi tencereye alıp harmanladım. Azar azar sütü ilave ettim. Sonra, başka bir yerde çırptığım yumurtayı ekledim ve kıvama gelene kadar devamlı karıştırarak pişirdim. Ateşten indirince tereyağ ekledim.

Kaplara küçük küçük doğradığım mevsim meyvelerini paylaştırdım, üzerine de pudingi döktüm.

Gülay'a, bu çok işime yarayan, tam tutan tarifi için teşekkür ederim !





18 Eylül 2013 Çarşamba

Gökdelen'de Çalışmak

Toplam 10 yıllık çalışma hayatımın son 8 yılı Levent'te bir plazada geçti. İnşaa edildiği tarihte, bölgesinin en yükseği şimdinin alçakları arasında, gökyüzünü delip geçen bir binada, yani gökdelende.

Mesleğim ve bana verilen iş görevi gereği "sabah gir, akşam çık" şeklinde, masabaşı bir çalışma şeklim vardı. Yani yemekleri de binada yediğimi düşünürseniz sabah 9 gibi başlayıp akşam 18'de biten "yarı cezaevi" de denebilecek, "katıklı hapishane" de sayılabilecek bir hayat.

Geçmişe dönüp baktığımda da, içinde yaşarken de ne hak verebileceğim ne de hakkını yiyebileceğim bir çalışma şekli "plaza çalışanı" olmak. Kışın ve bütçe açısından mükemmeldir mesela. Elbiseleriniz, ayakkabılarınız eskimez, yemekhaneyi ve servisi kullandığınız ölçüde aldığınız maaş tamamen size kalır. Hatta işyeriniz sunuyorsa "plaza avantajlarından" da yararlanabilirsiniz. Örneğin sürümden kazanma gayesiyle plaza çalışanlarına belli günler hizmet veren kargo, kuaför, kuru temizlemeci, kitap standı, hatta tıbbi laboratuvar elinizin hemen altındadır. Benim gibi şanslılardansanız plazanızın önünden civar yerlere (AVM ya da lokanta gibi) belli saatlerde ring yapan ücretsiz servislerden de faydalanabilirsiniz. Neredeyse herşey ama herşey bir tık kadar uzağınızda ve plazadan ayrılamamanız üzerine kuruludur acı bir şekilde. Plazada, masabaşında çalışıyorsanız ve servis kullanıyorsanız "sokak"la muhatap olmazsınız. Tıklım tıkış toplu taşıma, sokak tacizleri, kapkaç, baştan aşağı çamura bulanmak ancak ve ancak kabuslarınızı süsler.

Gelgelelim bir parça rüzgarın saçlarınızı okşayıp geçmesine, küçücük bir kuş cıvıltısına, tesadüfen bir arkadaşınızla karşılaşıp iki laf etmeye, mesai saatlerinde yalvar yakar izin almadan basit işlerinizi halletmeye (notere gitmek, tiyatro bileti almak ... gibi) hasretsinizdir. 

Plazada çalışırken bazen, "kapıyı üzerimizden kitliyor bunlar ayol" diye bağırasım gelirdi. Kuşbakışı gözüken denize bakıp, "haftasonu gelse de sahile insem, denizi koklasam" diye heves ederdim. Hele bahar ayları yok muydu bahar ayları, plaza işte o aylar cehennem olurdu bana. Tomurcuklanan ağaçlara, açan çiçeklere, cıvıldayan kuşlara cam bir pencere kadar uzak, bir asansör kadar yakın. Öğle tatili vardı evet ama karnını mı doyuracaksın, çıkıp nefes mi alacaksın hep bir koşturmaydı. Çalıştığım binanın hemen karşısı parktı, öğlenleri mutlaka oraya gider, şanslıysam, sigara kokularının bana erişmeyeceği bir ağaçaltı bulur saatime bakmadan anın tadını çıkarmaya çalışırdım. Hatta Defne'ye hamileyken uyuklardım bile. Yer yoksa ya da duman altıysa villaların arasında aheste beste yürürdüm. Bazen arkadaşlarla civar kafelere gittiğimiz de olurdu. 

Plaza çalışanı olmak sosyal anlamda da gariptir. Her gün hep aynı insanları görürsün, devamlı görürsün, sadece mesai arkadaşı anlamında değil, aynı binayı paylaşma anlamında. Kimiyle ortak iş yaparsın kimini sadece simaen bilirsin. Ama bu rutin de bir süre sonra sıkar insanı. "Yeni"lik, devinim yoktur. Ve bu sıkıcılıktan dedikodu, lakap takmalar başlar. Özellikle kadınlar arasında "bugün ne giymiş, hamileyse çok mu kilo almış, saçını nasıl yaptırmış..." gibi gayet bayıcı ve bence basit kaçan konuşmalar uzar da gider. 

Plaza çalışanlarının açıkça ve ortaklaşa dertlendikleri konuların başında "asansör bekleme" ve "yemek" gelir. Mesai başlasa da bitse de "asansör bekleme" derdi hiç bitmez. Hep geç gelir asansörler, hep dolu gelir, insanlar gideceği yöne binmez vs derken aslında çok basit olan giriş-çıkış bile strese döner. Benim asla stres etmediğim hatta geç gelmesinden memnun olduğum bir objeydi asansör, totoma Japon yapıştırıcısı sürüp koltuğuma çakılmadan önce kimseye hesap vermeden serbestçe ayakta durabileceğim son noktaydı asansör bekleme kuyruğu. Gelsindi, dolu gelsindi hiç fark etmezdi, sakince bekler çevremdeki yakınmaları duymazdan gelmeye çalışırdım.

"Yemek" de benim için benzerdi, yemekhaneden her zaman memnundum, hiçbir zaman aç kalmadığım gibi işi bıraktığımdan beri en çok özlemini çektiğim tek plaza mekanıdır yemekhane. Evet penceresiz, evet belki havasız ama evde yap(a)madığım çeşit yemek, salata, tatlı ve meyve hemen ötemde sadece tepsime konmayı bekliyor. Hiç acımadan yerdim, "akşam az yerim" diye düşünürdüm, tek dikkat ettiğim sağlıklı ve dengeli beslenmekti o kadar. Çünkü bir plaza insanı yediği kadar yak(a)mazsa şişmanlık başlar. Yemekhane ve yemekler de sıklıkla yakınılan konulardı. "Köftenin içi pişmemiş", "dolmanın pirinçleri sert", "neden aynı çorbaya farklı isimler verilip tekrar tekrar yapılıyor", "mantı çıkarmasın bunlar" serzenişlerini gülümseyerek dinlerdim. Çünkü onlar dışında da yenebilecek bir dolu yemek vardı, "maksat yakınmak" değildiyse tabii. 

İçimden, plazaları karınca yuvasına ya da akvaryuma benzetmek gelir. Bir dolu insan sabah- akşam girer çıkar, harıl harıl çalışır, üretir, kaynaşır. Ve bir akvaryum balığı gibi cam bir fanusun içinde döner durur.  

Bir zamanların "plaza insanı", Defne'den sonra "apartman insanı" olmuş durumda ve acı bir gerçeklikle plazadaki 1 saatlik öğlen molalarını deli gibi arar vaziyette. Çok şükür ki, bu sene yuvaya başlamakla bendeniz plaza gazisi bir nebze olsun "özgür"lüğüne kavuşabilecek. Kalanları Allah kurtarsın....      


17 Eylül 2013 Salı

Ev hanımı olunur mu, doğulur mu?

Taktım da taktım bu ev hanımlığına değil mi? Ama yazmadan geçemeyeceğim, dediğim gibi yazmadıkça çıldırasım geliyor.

Bence ev hanımlığı içten gelen birşeydir, marifet ister, öyle sonradan olacak şey değildir. Ya ev hanımısındır ya da değil. Ben maalesef ikinci türdenim, yani numaracıktan ev hanımı, bana kalırsa "çalışmaya ara verdim" tarzı, evde vakit geçiren kadınım ben. Evet yemek yapıyorum, yardımcı gelmediğinde temizlik yapıyorum, bulaşık ve çamaşır, çocuğun bakımı, evin basit diğer işleri, mutfak alışverişi, ama yeterli gelmiyor bunlar.

Annem ev hanımı değildi, yani büyüdüğüm evde örnek alabileceğim bir ev hanımı yoktu. Anneannem ve babaannemi saymıyorum, çünkü birini çok küçükken kaybettim, diğeri de aklım ermeye başladığında yaşını almış, çocuklarını evlendirip eleğini asmıştı. Bu yüzden "ev hanımı" nasıl olur, nasıl olunur konusunda hiçbir fikrim yok, sadece hayal  ve gözlem gücüm var.

İdeallerimdeki ev hanımı eşimin tarafından iki büyük teyze, yazlıktaki komşumuz Güner teyze ve asla unutmayacağım Kadriye teyze. Bu hanımların ortak özellikleri korkunç hamarat olmaları. Sadece mutfakta değil, temizlikte, basit tamiratta, bahçe düzenlemesinde, çiçek yetiştirmekte, dikişte... "Yoktan var edebilmeye" az kalmış kadınlar bunlar. Ne zaman gitseniz evleri pırıl pırıl, her daim ikram edecek cidden lezzetli birşeyleri var, çamaşırları gıcır gıcır, sohbetleri hoş, bunca işe rağmen asla yorgun bitkin değil, hep bakımlı ve güzeller....

Bilmedikleri yemek, yapmadıkları kış hazırlığı yok, "evvelallah her işin üstesinden geliriz" modundalar. Kimi tencerede kek yapıyor mesela, diğeri kızının gelinliğini dikmiş, öteki yazdan kışa bilcümle meyveyi kurutup misler gibi hazırlıyor, berikinin bahçesinde yetiştirmediği çiçek yok....

Bazen soruyorum kendime "bu kadınlar ev hanımıysa ben neyim, ben ev hanımıysam bu kadınlar ne" diye? Cevap y(ç)ok :)




16 Eylül 2013 Pazartesi

Maraton Başladı

Tatile gittiydik, döndüydük, tekrar gittiydik derken, İstanbul'a kesin dönüşümüzü yaptık ve kış maratonu başladı. Bugün Defne yuvaya baba da işe gitti. Yuva dediysem, daha önce bahsettiğim gibi haftanın üç yarım günü gidecek. Oyun grubundan hallice yani.

Deneyimli yuva müdürümüzün söylediği gibi, "kimi çocuk geç alışır, kimi çocuksa hemen alışır ama bir süre sonra bıkabilir, çünkü zamane çocukları çabuk tüketiyorlar". Daha yolun başında olmamıza rağmen nasıl da haklı buldum bu söylediğini. Defne, sanırım çabuk alışanlardan, yaz başındaki oryantasyondan sonra maşallah bugün beni sormamış. Ama bakalım günler ne getirecek. Bekleyip göreceğiz.

İtiraf edeyim bu sabah ondan çok ben heyecanlıydım, nasıl gideceğiz, adapte olacak mı, sıkıntı yaşayacak mı derken, evden çıkarken kalbim gümbür gümbür, gözlerim dopdoluydu. Kendimden bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Ve en acı itiraf, ilk kez bu sabah Defne'nin sabahları erken uyanmasına sevindim(bu sabah 7'de çalar saatten iki saniye önce uyanmıştı, şarkılar söylüyordu).

Defne'yi yuvaya bırakıp müdürümüzle görüştükten sonra tam 1 saatim vardı, 1 saat ve yapmam gereken bir ton iş. Anne olunca, hele de küçük çocuklu olunca insan ne kadar pratikleşiyor, ne kadar hızlı hareket edip aynı anda birşeyleri kotarabiliyor bir kez daha gördüm. Önce eve dönüp öğlen için pilav pişirdim, sonra arabaya yüklenecek eşyaları yükleyip arabayı yıkattım, araba yıkanırken duş için kaydırmaz aldım ve yuvanın yoluna düştüm.

Binlerce kez şükür ki İstanbul trafiği ve park sorunu bu sefer ayağıma dolanmadı, inşallah hep böyle devam eder.

Artık eskisi gibi her çocuk aynı gün okula başlamıyor. Komşumuzun çocukları 2 haftadır gidiyorlarmış meğer, kimi geçen pazartesi başlamış, kimiyse bizim gibi bugün. Ama her ne olursa olsun, okul bu, eğitim yani. Önemini hiç kimsenin gözardı edemeyeceği bir sistem, gereklilik.

Dün bir okulun önüncen geçerken Atatürk büstünün altındaki şu sözler dikkatimi çekti:

" OKUL, GENÇ DİMAĞLARA İNSANLIĞA SAYGIYI, MİLLET VE MEMLEKETE SEVGİYİ, ŞEREFİ, İSTİKLALİ ÖĞRETİR"

Atatürk'e ait bu sözü ilk kez duydum ve çok etkilendim. Dilerim yurdumuzun dört bir yanında eğitime başlayan tüm öğrenciler, her kim olurlarsa olsunlar bu felsefede yetişirler, kendilerine, ailelerine, vatanlarına ve milletlerine hayırlı birer insan olurlar. Minik Defne'm de tabii, en küçük okullulardan.....

14 Eylül 2013 Cumartesi

Kalimera Dostum !

22 Temmuz pazartesi sabahı kahvaltıdan sonra arabaya atlayıp Ayvalık’a gittik. Niyetimiz önce Ayvalık’ta biraz vakit geçirip ardından deniz motoru ile Cunda Adası’na geçmekti. Böylece minik Defne’ye ilk deniz yolculuğunu da yaptırmış olacaktık. Karı koca biz de 3 yıl aradan sonra Cunda Adası’na gidecektik.


Ayvalık’ta Bim’e gelmeden hemen önceki ara sokağa girerek arabamızı park ettik. Yıllardır kullandığımız bu otopark, aslında bir okulun bahçesi, yani otoparkın geliri okula ait. Defne artık pusete binmeyi şiddetle reddettiğinden elinden tutarak Ayvalık’ta biraz gezindik, ardından tostlarımızı yemek ve soluklanmak için her zamanki gibi, Deniz İçi Kafe’ye gittik. Burası, hemen motorların başladığı yerde, deniz kenarındaki lokantaları geçince uçta. Püfür püfür rüzgar alan, sıcağı hissettirmeyen, yıllardır servisinden ve yiyeceklerinden memnun kaldığımız bir kafe. Oturabileceğimiz en uç noktayı seçtik ve birer Ayvalık tostu, çay-limonata- Defne’ye “milli içkimiz” ayran ısmarladık. Bilmeyenler için, Ayvalık tosu büyük tost ekmekleri kullanılarak yapılan arasına sosis, domates, turşu, ketçap- mayonez gibi bilcümle zararlı ve bir o kadar lezzetli ürün katılan, bildiğimiz tostların çok dışında harikulade bir lezzet. Dışı tabii tereyağlı. Siparişlerimizi beklerken, Defne oracıkta yüzen irili ufaklı balıkları gördü ve çok sevindi, geçen yıl burada oturduğumuzda da benzer tepkileri vermişti, ama bu sene balıkları özellikle beslemek istedi. Evden bayat ekmek getirmiştim, böylece o biraz oyalandı, biz de soluklandık.

Yemek faslından sonra motora atlayıp Cunda Adası’na yola çıktık. Ayvalık-Cunda arası motor her saat başı kalkıyor, kalkmadan önce de kaptan uzun uzun düdük öttürerek geç kalan yolcuları toparlıyor. Defne işin bu kısmına, üniformasını giymiş, şapkasını takmış, bembeyaz sakallı kaptana bayıldı. Yol boyunca da uslu uslu oturup etrafı seyretti. İlk deniz yolculuğunu da bu şekilde yapmış oldu.

Hareket etmeye yakın, yolculardan bir amca bize İngilizce olarak kalkış saatini vs sorunca onun turist olduğunu anladık, sohbeti koyulaştırdık. Malum, Türk insanıyız ya misafirperveriz, yardımseveriz. Hemen yörenin meşhur ürünlerinden bahsettik, hediyelik eşya bulabileceği yerleri anlattık, motor saatini tekrar tekrar söyledik. Meğer kendisi Rum’muş, Atina’dan geze geze Midilli Adası’na gelmiş, oradan da günübirlik Ayvalık’a ve tabii Cunda Adası’na. Eşi ona katılmamış, Midilli’de arkadaşlarıyla kalmayı tercih etmiş. 3 torunu varmış, kendisi emekliymiş vs vs.

Cunda’ya gelince amcayla vedalaştık ve kendimizi hediyelik eşya satan dükkanlara attık. Her bütçeye ve zevke uygun, kesinlikle eliniz boş çıkamayacağınız bu dükkanlarda, yok yok. Rüzgar gülleri, buzdolabı manyetleri, takılar, fener ve yelkenliler, Şile bezi elbiseler, her şey her şey. Yazlık için bir rüzgar gülü aldıktan sonra iki buzdolabı manyeti beğendim. Çocuklar için yapılmış bu manyet aslında bir resim çerçevesi. Birini, karşılaşırsak Rum amcaya veririm diye düşünmüştüm, karşılaşmazsak da yazlık evde bırakırdım.

Kısa alışveriş turundan sonra balık lokantalarından aklımıza en yatana yöneldik, balık pazarlığı, fiyatları öğrenme vs derken masamıza oturduk, yemeğimizi yedik. Hesap ödemeye yakın gözüm Ayvalık’a kalkacak olan motora ilişti, bizim Rum amca gayet asık bir suratla motorda oturmuştu. Bizim de geç olmadan yetişmemiz gerekiyordu, apartopar kalkıp koşa koşa motora attık kendimizi. Amcanın yanına yerleşince de neden öyle sinirli olduğunu anladık, meğer lokantada bizimkini kazıklamaya kalkmışlar. Bir bira ve bir porsiyon kalamara 40 lira ödemiş, o kadar sinirli ve mutsuzdu ki anlatamam. Bir daha gelmeyeceğini, tüm arkadaşlarına bu olanları anlatacağını, sinirinden hediyelik eşya satan dükkanlara da gitmediğini anlattı bize. Çok ama çok üzüldük, elimizden geldiğince onu sakinleştirmeye çalıştık ve son nokta olarak bendeki buzdolabı manyetlerinden birini torunlarına götürmesi için ona verdim. "Tüm olumsuzlukların yanında güzel şeyler de vardır hayatta" dedim, "maalesef dünya üzerindeki tüm turistlerin çilesi bu yaşadıklarınız". Dilimden bunlar dökülürken kalbim bambaşka söylüyordu, düpedüz haksızlıktı ona yapılan, hata yapıp kalp kırmak çok kolaydı ama yarım saatlik yolcuğumuzda o kalbi onarmaya çalışmak bir o kadar yorucu ve zor oldu. Adamcağız tam olarak yatışmamıştı motordan indiğimizde ki kendisini polis karakoluna şikayet için attı, ama orada da derdini ifade edemeyince (sanırım polisler İngilizce bilmiyorlardı yine iş bize düşecekti ki adam “of be” diyip kalktı gitti) Midilli motoruna doğru yola koyuldu, biz de kendi derdimize düştük.

Defne’cik ise tüm gün fazlasıyla uyumlu ve tatlıydı. Pusetsiz olmasına rağmen onca yolu bizimle kat etti, dükkanlarda bir şeyleri tutturmadı, ona aldıklarımız ve almadıklarımızla yetinmesini bildi, her zamanki iştahsızlığıyla beni yine üzmüş olsa da uyumlu bir minik yerli turist olmasını bildi. Ve ben şunu anladım ki, kızım hakikaten büyümüş…… annesi ve babası gibi birer gezgin olma yolunda emin adımlar atmakta....

29 Ağustos 2013 Perşembe

Çan Eğrisi

Yazlık sitemizin neredeyse 40 yıllık geçmişi var. Kooperatif sistemiyle başladığından topraktan girenler, sonradan ev sahibi olanlar vs aynı kalıyor gibi gözükse de aslında hep bir devinim içinde. Her yaş grubundan insana yazlık dinlence ve eğlence yeri burası. Çok yaşlılar da çok minikler de var. Bu yüzden plaj, gazino, dondurmacı çeşitli olaylara, manzaralara sahne oluyor. Her bir kare geçmişi ya da geleceği anlatıyor, kimi hüzünlü kimi mutlu.

Anneciğim hayatın bir çan eğrisi olduğunu söylerdi. Doğarsın, büyürsün ve sonunda yaşlanarak bir nevi başladığın noktaya geri dönersin. Benjamin Button’un hikayesinin tam tersi yani….

Doğarsın….. Kimseyi tanımıyorsundur, konuşamıyor, tuvaleti kullanamıyor, yiyemiyor, kendini besleyemiyorsundur. En basit ihtiyaçların için bir başkasının yardımına ihtiyacın vardır. Herkes sana özen gösterir, sabırla bakar, ilgilenir. Bildiklerini öğretmeye çalışırlar.

Büyürsün… Öğrenirsin, öğrendikçe öğrenirsin, hep bir şeyler vardır önünde. Gezilecek yerler, kazanılacak para, girilecek sınavlar, aile olma, yiyip içme zevkleri, izlenecek filmler, gidilecek sergiler, sonsuz gibi gözüken zaman…..

Ardından yaşlanırsın…. Arkanı dönüp baktığında kısa gibi gözükse de aslında upuzun bir yol katetmiş olduğunu görürsün. Gezdiğini gezmiş, aileni kurmuş ya da kuramamış, yemiş-içmiş, sınavları atlatmış ve en önemlisi tercihlerini yapmışsındır. Artık yolun sonu yaklaşmıştır, en azından bir bu kadar “macera” daha yoktur yaşanacak. Fiziken de ellerin titremeye başlamıştır, isimleri-ilaçlarını- adresleri o kadar kolay hatırlayamıyorsundur, merdivenleri inip çıkmak bir kenara bazen yataktan doğrulmak bile zor gelmeye başlamıştır, ayakkabılarını bir başkasının bağlamasına seviniyorsundur. Özen isteyen, sevgi ve şefkat bekleyen minik bir bebekten farkın beyazlaşmış, yer yer dökülmüş saçların, takma dişlerin, pörsümüş cildindir.

Evet bir çan eğrisidir hayat. Başladığın noktaya seni geri getirir. Sanırım önemli olan tüm dönemlerde mutlu olabilmek, mutlu edebilmek ve yaşama sevincini kaybetmemek....

** Bu yazı, sabahları erken saatte kocaman bir can simidine girerek denizin tadını çıkaran hayli yaşlı amca ve onun refakatçisi için yazıldı. Ona, yaşama sevincine, deniz ve yüzme aşkına ve bana öğrettiği hayat dersine teşekkürlerimle ……

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Adalet, Mülkün Temeli'dir

(Zuladaki yazılardan biri)

Buradaki haberi okuduğunuzda ne düşünüyorsunuz? Okuduğunuzu nasıl, ne şekilde anlıyorsunuz?

Evet palalı bir adam vardı, İstiklal'de terör saçtı, bir kadını tekmeledi, polis ona müdahale etmedi. Bunlar yaşananlar, peki ya sonrası?

Bir şekilde polis onu olay anında gözaltına almadı, aslında almalıydı çünkü ortada fiilen işlenen bir suç vardı ve polis de suçun yanıbaşındaydı. Hani evinize hırsız girse ve polis apartmanın koridorundan sadece seyretse, hırsız çalsa çırpsa yükleyip götürse ve polis sadece seyretse. İşte buna benziyor, ama işin daha vahimi adam resmen yaralama/öldürmeye programlıydı. Cana kast yani, hani mal yerine konur da can?

Neyse dağıtmayayım konuyu. Adam bir şekilde, olay mahallini terk ediyor, ama TCKN'sine kadar her şeyi ortada. Kamuoyu baskısı vs derken gözaltına alınması icap ediyor, "e bir soralım bakalım neymiş derdi" hesabı. Ve adama telefon edilip karakola davet ediliyor. O da davete icabet edip tırıs tırıs karakola gidiyor.

Haber metni aynen şöyle " Vali Hüseyin Avni Mutlu, palalı saldırganın teslim olmadığını, gözaltına alındığını söylerken Sabri Çelebi'nin ifadesinde, polisin kendisini telefonla çağırdığını söylemesi de tartışma yarattı. Üst düzey bir emniyet yetkilisi, "Bu da bir gözaltı yöntemidir. Kişinin kaçmayacağına yönelik bir değerlendirme yapılmış ve telefonla aranmış ve gelmiştir. Bugün yapılan bir uygulama değildir. Daha önce de bir çok olayda uygulanan bir yöntemdir."

Hukuken doğrudur bu, kimi durumlarda telefonla adliyeye, karakola vs davet edilebilirsiniz. Ha gitmezseniz o zaman zorla götürülürsünüz, o ayrı.

Ben Sabri Çelebi denen adamı tanımam, tanımak da istemem. Ama emekli askerleri, bürokratları, doktorları, yazarları yaptıkları işlerden, verdikleri hizmetlerden ötürü tanırım. Bu ülkeye yıllarını vermiş, gayet çetin koşullarda hizmet etmiş, yeri gelmiş kelle koltukta ailelerinden uzak yaşamak zorunda kalmış, emekliliklerinde ya da mesleklerinin zirvesinde sabaha karşı neredeyse pijamalarıyla yataklarından kaldırılarak, yanlarına neredeyse hiçbir kıyafet almalarına izin verilmeksizin, alelacele bilgisayarları ele geçirilerek, apar topar adliyeye oradan da cezaevlerine götürüldüklerine şahit olduktan sonra, "kimi kandırıyorsunuz siz yahu" diye bağırmak geliyor içimden. Beni, okuma yazma bilen, vicdanı olan bu halkı aptal mı sanıyorsunuz? Kendi namıma evet apolitiktim, susuyordum, belki korkumdan belki bıkkınlığımdan ama artık yeter, bu yaptıklarınız, "adalet" derken "ikiyüzlü" uygulamalarınız bir noktada sona erecek ve işte o noktada yerlebir ettiğiniz adalete, hukuka, insanca duygulara muhtaç hale geleceksiniz. Bu Ramazan günü Allah'tan en büyük dileğim o günü görebilmek.

Biliyordum, biliyorum ve artık iyice eminim ki bu ülkede adalet, hukuk, sistem hiç bir şey yok. Ve işte o yüzden aslında var sandığımız devlet de yok.

Bu arada, hani şu Anayasa'yı değiştirelim hikayesi var ya. Özellikle "dokunmak/değiştirmek" istedikleri ilk beş madde şöyle;

    I. Devletin şekli
MADDE 1.– Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
 II. Cumhuriyetin nitelikleri
MADDE 2.– Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
 III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti
MADDE 3.– Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır.
 IV. Değiştirilemeyecek hükümler
MADDE 4.– Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.
 V. Devletin temel amaç ve görevleri
MADDE 5.– Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. 

Bunları değiştirip yerine ne koymak istiyorlar? Kendilerine oy veren o meşhur % 50 bu maddelerin değiştirilmesini de onaylıyor mu? Yoksa "biat" kültürüyle her şeye eyvallah mı diyor?

27 Ağustos 2013 Salı

Sonsuza Uzanan Listeler

Hem unutkanım hem deli gibi programlıyım hem mükemmeliyetçiyim ama sonunda hiçbir şeyim galiba :)

Defne'den önce ya da sonra değişmeyen, pardon Defne'den sonra daha da uzayıp detaylanan, tatil öncesi hazırlık listelerimden bahsediyorum. Her sene, "bu senekini çöpe atmayayım da gelecek seneye kolaylıık olsun" diye saklamak üzere hazırladığım, ama toplanmalar bittikten sonra da "Allah kahretsin beni, çok deliyim nefret ediyorum programlı olmaktan" diyerek yırtıp çöpe attığım, asla vazgeçemediğim listelerim...

Eşimin "bir ele geçirsem hepsini yok edeceğim" diye yarı şaka yarı ciddi söylendiği (ama her seferinde son anda "iyi ki yapmışsın" dediği), kağıt ve kalemi birarada gördüğünde kendinden geçip delicesine karalamaya başlayan Defne'nin de hedefinde olan, benimse her ikisinden fellik fellik kaçırdığım biricik listelerim...

Tatile çıkmamıza haftalar varken yaptım son listelerimi mesela. Haftasonu bir öğlen Defne uyurken, onu babasına emanet edip en yakın kafeye gittim, bir bardak çay&kurabiye eşliğinde çıkardım dosya kağıdımı, döktürdüm de döktürdüm. Sayfayı bile bölerek organize ettim, sonra katlamaya kıyamayıp çantama dikine yerleştirdim özenle. Ah ben, ah ben.. Defne böyle olmamalı, nasıl yapsam da kendime benzetmesem bu küçüğü bilemiyorum....

Liste başlıklarımız ve detaysız halleri şöyle;

Defne için alınacaklar (kıyafet, ayakkabı + ateş ölçer + oyuncak + kitap + kırtasiye + aşı kartı + ilaçlar + güneş kremi, toka, tırnak makası, tarak)

Benim için alınacaklar (kıyafet, ayakkabı + bilgisayar + fotoğraf makinesi + şarj aletleri + kozmetik ve toka)

El çantama koyulacaklar (Defne ve bana yedek kıyafet + Defne için ince örtü + Defne'nin yol oyuncakları + ıslak mendil + yazlığın anahtarları + selpak + acil durum için bisküvi, su, sakız, bardak, çöp için poşet) - yok anacım bu çanta benim filan değil, ayrıca çanta da değil ikinci bavul-

Araba buzluğuna koyulacaklar .......

Yazlıktaki marketten alınacaklar .......

Genel olarak götürülecekler (müzik CD'si .... )

( Küçücük kafamda deli gibi organize olmaya çalışırken benden desteğini esirgemeyen eşime, kendi eşyalarını bana toplatmadığı için ve Defne'ye bu sene bezi bırakarak hepimizi bez derdi ve masrafından kurtardığı için sonsuz teşekkürler... )

( Ve bir itiraf, küçükler için yapılmış minyatür bavullara çok özeniyoruuummmm )

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Sensiz de Oluyormuş Ayol !

Başlık için kısacık düşündüm, "ne seninle ne sensiz mi olmalıydı" derken onsuz da olabileceğine karar verdim bir anda.

İnternet konusu yani, neredeyse hepimizin evlerinde ve işyerlerinde vazgeçilmezi, "şekerim google'dan önce ne yapıyorduk biz?" diye sorup durduğumuz ne onunla ne de onsuz yapamadığımız bence çağın mucizelerinden alışkanlık, kolaylık, hobi, iş artık ne derseniz.

Tatile çıkmadan önce cep telefonu operatörümdeki taahhüdüm bitmişti, yeniledim, içinde küçük bir internet de olan ekonomik bir paket seçtim. Zaten cep telefonumdan internete girme alışkanlığım yok, sadece lap top eski usul. Kendi kendime dedim ki tatile giderken şöyle kocaman bir paket internet alırım, oralarda habersiz, yazısız kalmam. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı, bana yeni paketimi satan pazarlamacının da eksik bilgilendirmesiyle 16 Temmuzdan düne kadar internetsiz kaldım. Evet bir istisnayla, 24 temmuz günü kafeden bağlandım ama açıkçası o sıcakta denize girmeyi tercih ederdim.

Üstüne, gazete almamaya da karar verince hepten bihaber kaldım bu "kötü" dünyadan. Ne mi oldu? Cehaletin denizinde mutluluk kulaçları attım, öğürtülerden asap bozukluklarından gözüme uyku girmeyen geceler yerini derin uykulara, tatlı rüyalara bıraktı. Herşey tozpembe değildi elbet, ilerki günlerde anlatacağım bir ufak kazamız var mesela. Ama olsun, internetsiz de hayatta kaldım, Defne uyuduğunda sıkılmadım. Sadece blogumu ve takip ettiğim blogları ve bazı internet sitelerini özledim. O kadar....

Kıştan zulaladığım bulmacalarımı çözdüm, birkaç kitap okudum, Penguen aldım, bazı bazı ben de uyudum, geceleri balkonda ışıkları seyrederek çekirdek çitledim.... vs vs. İnternetsiz yaz tatilleri gibiydi yani hayatım, hayal meyal hatırladığımız o asla sıkılmadığımız, internetsiz zamanlar, Defne'canımın hiç bilemeyeceği yıllar.

Ve İstanbul, hala haber okumuyorum, ama eşim anlattı biraz olanları, onu susturmadan önceki kısmen duyduklarım beni çok üzdü, ama asla şaşırtmadı. Birkaç gün sonra yine Ege'ye gideceğiz inşallah, huzuru koklamaya devam edeceğiz, internetsiz ayol !

25 Ağustos 2013 Pazar

Yaş 35

* bu yazı teknoloji yokluğunda hazırlanıp taslaklara kaydedildi... Birkaç günlüğüne İstanbuldayız, kaldığım yerden devam :)

29 Temmuz 1978 günü sabaha karşı dünyaya gözlerimi açmışım. Hukuki tabirle, "sağ ve tam olarak doğarak, kişilik kazanmışım"....

Bugün benim doğum günüm. Defne'mle yazlığımızdayım, eşim İstanbul'da bize para kazanmakla meşgul. Bizse ana-kız, deniz-güneş-kum, komşulara laf atmaca, bahçe sulamaca, bol bol "Defneeee dur, beni bekle" demece hayatlarımıza devam ediyoruz. Eminim İstanbul'da olsaydım, doğum günü yazım biraz bunalım kokardı, ama mis gibi Ege'de, deniz kenarında, yazlıkta, minimum teknoloji ile bunalıma girmek zor.

Yaş 5... Sanırım yine yazlıktaydım. Annem ve babamla. Kardeşim henüz doğmamıştı. Annemler, deniz çok soğuk diye beni sokmamışlar, beni kumsalda yaşlı bir teyzeye emanet ederek kendileri denize girmişti. O kadar içime oturmuş ki hala aklımdadır bu yaptıkları :)

Yaş 10... Annemle babam boşanmışlar. Büyükbabamla Tuzla'dayız. Annem iş dönüşü servisle geliyor kaldığımız yere. Elinde çok istediğim pul defteri, o zamanlar en büyük hobimdi pul biriktirmek. büyükbabama gelen bayram tebriklerinden, bana gelen mektuplardan keser, özenle suda bekletir sonra da pul cımbızımla itinayla çeker alırdım birbirinden renkli resimli pulları. Hepsi ayrı bir hikayeydi, ayrı bir anı. Kimi damgalı, kimiyse damgasız, yurtiçi, yurtdışı Alllah ne verdiyse. Sonra kurumaları için masanaın kenarına yapıştırır, bir süre beklerdim. Bazıları kururken kıvrılırdı, işte o zaman sinir olurdum çünkü düzelteceğim derken yırtılan ya da kırılan olurdu. Sonundaysa kuruyanları itinayla pul defterime yerleştirirdim. Pul koleksiyonu yapan çocuk var mı bilmiyorum, postaneyi kullanmayalı bir asır oldu, fatura dışında mektup almayalı da. Defne'nin ilgisini çekecek mi bu hobi, yoksa annemin tahta bebeklerine baktığım şaşkınlık ve anlamsızlıkla o da benim koleksiyonuma mı bakacak.  

Yaş 15 .... Annem, kardeşim ve ben yazlığımızdayız. Anneme belli etmesem de, "keşke doğum günümde bir sürpriz olsa" diye geçiriyorum içimden. Ve akşamına annemle kardeşim çok sevdiğim şeftalili pastayla çıkıyorlar karşıma. Mutluluktan uçuyorum.

Yaş 20... Annem öleli iki sene olmuş, hayat anlamını yitirmiş. Doğum günümden nefret ediyorum, kutlanmasın diye kimseye söylemiyorum bile. Ama büyükbabacığım benim doğduğum günü unutmuyor ve bir tekne kiralayıp küçük bir gezinin ardından beni Marco Paşa'nın Köşkü'ne götürüyor. Hiç unutmayacağım bir gezi ve boğaz havası beni dünyanın en mutlu torunu kılıyor.

Yaş 25... Yine yazlıktayım ve yalnızım. Büyükbabam öleli 2 sene olmuş, kardeşim nedense unutmuş o sene doğum günümü. Tam inzivaya çekilip bunalım takılmaya çalışırken, arkadaşım Duygu bir organizasyon yapmış. Akşam hep beraber bölgenin tuzlasına gidiyoruz. Hala beni sevenler olduğunu düşünüp mutlu oluyorum.

Yaş 30... Evleneli 1 sene olmuş, eşim beni çok güzel bir yere akşam yemeğine götürüyor. Manzara ve yemekler müthiş, "hayat yaşamaya değer sanırım"....
 
"Yaş 35, yolun yarısı eder" demiş şair ama dilerim benim hikayemde yolun yarısı etmesin. Sağlık, mutluluk ve sevdiklerimle dolu daha uzun bir ömür bahşetsin bana inandığım yüce güç !

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Roma

İtalya’nın en kalabalık şehri ve başkentidir. İstanbul gibi yedi tepe üzerine kuruludur. Roma’da, Katoliklerin ruhani lideri Papa’nın yaşadığı bağımsız bir devlet olan Vatikan da yer almaktadır.


Roma gezimiz maalesef, sadece bir tam gün sürdü. Rehberimizin, birlikte yaptığımız gezi sonrası, elimize tutuşturduğu Roma haritasını takip ederek, bilmece çözen çocuklar, iz üzerindeki dedektifler gibi, neredeyse bütün tarihi bina, çeşme, dikili taş ve kiliseleri bulduk. Kiminin içerisine girebildik, kimiyse kapalıydı dışarıdan bakmakla yetindik.

Bol bol fotoğraf çektik, hem de her şeyin fotoğrafını…. Susuzluğumuzu, çeşmelerden akan içme sularıyla giderdik, yorulunca da yine o çeşmelerin kenarlarına oturup meyvelerimizi yedik. Sonrasındaysa hevesle haritamızı alıp, kaldığımız yerden keşfetmeye devam ettik. Hatta bulduğumuz küçük bir marketten makarna alışverişi bile yaptık….

İnsanın, hiç bilmediği bir şehri, elinde bir harita ve yanında sevdiği ile turlaması, hep duyduğu eserleri capcanlı karşısında görmesi tüm yorgunluğa ve açlığa değer. Gece vakti otelimize döndüğümüzde yemek yiyecek halimizin kalmadığını hatırlıyorum… bir daha deseler… EVET, EVET, EVET !!!!

Velhasıl Roma benim için, “her köşeden dönüşte, karşıma yeni bir eser çıkacak” heyecanıyla ılık bir ilkbahar günü keşfettiğim, keşke birkaç gün daha geçirebilseydim diye düşündüğüm şehir.

İşte keşfettiğim/iz Roma......

Aşk Çeşmesi (Fontana di Trevi); mimarı Salvi tarafından 1735 yılında yapılmıştır. Çeşmeye inilen anfitiyatrovari basamaklarda oturmak, bu heybetli sanat harikasını, fotoğraf çekmek ve çeşmeye para atmak için kaynaşan turistleri seyretmek inanın çok keyifli. Bu çeşmeye para atanın Roma’ya bir daha geleceğine dair inanç vardır.

İspanyol Merdivenleri’ne (Piazza di Spagna) oturup soluklanabilir, gelen geçeni izleyebilirsiniz. Üşenmezseniz bu merdivenleri çıkıp sola doğru yürüdüğünüzde, biraz ileride sağda büyük ve güzel bir parkla karşılaşacaksınız. Parkın sonundaysa, merdivenleri inip büyük bir dikilitaşın olduğu meydana çıkacaksınız… öyle diyor bizim harita !

Şehrin en bilinen sembollerinden Collesium, 1. yüzyılda yapılmış amfi tiyatrodur. Neron’dan sonraki İmparator Vespasiano, Neron’un çıkardığı yangından boşalan araziye kurduğu sarayın bahçesindeki gölün suyunu boşaltarak yaptırmıştır. Tente sistemi ile istenildiği aman üstünün kapatılabildiği söylenir. Romalıların burada, değişik hayvan türleri ve insanları farlı kombinasyonlarla dövüştürdüğü bilinmektedir. Hatta Collesium’un kurulduğu yerdeki gölün altında bulunan su kanlarlında değişiklik yapıp, arenayı suyla doldurdukları ve gemilerle deniz savaşları düzenledikleri de söylenmektedir. Ayrıca, gladyatör savaşlarına, gösterilere ve konserlere ev sahipliği yapmıştır. İzleyicilerin statülerine göre tribünlere ayrılmıştır.

Vatikan, Katoliklerin ruhani lideri Papa’nın yaşadığı dünyanın en küçük devletidir. Sabahın erken saatlerinde sıraya girmenizi öneririm, çünkü hakikaten çok rağbet gören bir yer. Ayrıca giderken şort, kolsuz bluz vs giymemelisiniz aksi takdirde içeri almıyorlar. Törenlerin yapıldığı meydan ve elips şeklindeki bu meydanı çevreleyen sütun ve heykeller (eski papaların heykelleriymiş) hakikaten görülmeye değer. Vatikan Kilisesi de öyle, büyük ve ihtişamlı bir bina. Vatikan nöbetçilerinin giysileri, 16. yüzyılda Michelangelo tarafından dizayn edilmiştir.

Rehberimizin anlattığına göre, İtalya halkı (çoluk çocuk herkes), kendi kültür ve değerlerini koruma konusunda çok hassasmış. Bu nedenle de özellikle Amerikan usulü fast food lokantalara karşılarmış. Rehberimizin arkadaşları arasında, ki yaşları 25-30 civarında olmalı, Mc Donalds, Burger King’le henüz tanışmamış kimseler mevcutmuş. Düşündüğüm ve gördüğüm kadarıyla bu doğru, çünkü İtalya gezimizde (üç büyük şehir ve en az o kadar kasaba, küçük yerleşke) Amerikan kültürünü yansıtan fast food zincirlerine az sayıda rastladım. Bunun yerine, birkaç dilim pizza alıp dükkanın önündeki bankta ya da parkta ayaküstü yiyebileceğiniz büfeler ve fiyatları bütçeden bütçeye değişen, İtalyan mutfağını sunan kafeler mevcut.

Pinokyo’nun anavatanı İtalya olduğu için, tahta oyuncaklar satan şirin dükkanlara adım başı rastlayabilirsiniz. Pinokyo’nun Geppetto Ustası’nı da tasvir eden tahta objeler satan bu dükkanlar, hem küçüklerin hem de o ruhu kaybetmemiş büyüklerin ilgisini çekebilir.


*** 2008'de yaptığımız İtalya gezisinin anısına, çok ama çok gecikmeli bir gezi notu....
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac