Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Ocak 2013 Çarşamba

Temel Gıdalar Ucuz Olmalı

Evdeki hesap çarşıya uymadı bugün.

Defne'yle markete gittik. Alışverişimizi yaptık, kasaya geldik ve hesap 100 lira tuttu. Kasiyer kız rakamı söylediğinde bir an dünya durdu ya da bana öyle geldi. Çünkü aldıklarımız gayet ve net "temel" ihtiyaçlardı.

Yani bildiğiniz peynir (beyaz ve kaşar), tereyağ, yumurta (sadece 6 tane), bebek bezi, ıslak mendil, diş macunu.. ne et vardı içinde ne de deterjan. Haaa bu akşam için bir paket cips ve 3 küçük turşuyu saymıyorum, gerçi onların maliyeti de 3 lirayı geçmiyor.

Üstelik yumurta ve diş macununda kampanya olduğu gbi, yumurta haricinde aldıklarımız "organik" ya da "ithal" değil. Hepimizin bildiği, tanıdığı, güvendiği markalar. Market de öyle "kazık" dediklerimizden değil.

Çıkmadan fişi kontrol ettim. Tahmin edeceğiniz üzere rekor bebek bezinde. Bu da demek ki Defne'ciğimin tuvalet eğitimine acilen eğilmesi, bu ailenin bir ferdi olarak ev ekonomisine katkıda bulunmaya başlaması gerekiyor :)

Doğal ve standart ihtiyaçları karşılamak bu kadar pahalıyken, birilerinin, üstelik bu pahalılıktan bence sorumlu olan birilerinin, belli aralıklarla ortaya çıkıp "çok çocuk yapın" demesi beni bir kez daha acıttı. Ve bir kez daha, temel ihtiyaç maddelerinin bu kadar pahalı olmasına isyan ettim....

29 Ocak 2013 Salı

Kullanmadığımız Herşeyi Vermeliyiz

Her sabah olduğu gibi Defne'yle cama tünemişiz. Maksat çöp kamyonunu seyrederken, meyve yeme saatini kolay geçirebilmek.

Veee çöp kamyonu gelir, amcalar inerler kamyondan, çöp evinin kapılarını açarlar, koca koca konteynırları çıkarırlar. Hepsini birer birer boşaltmaya başlarlar. Çöp öğütücüsü çalıştıkça, eldivenli elleriyle biraz daha dibe iterler çöpleri. Bir an, içlerinden biri elini sokar diplere, yüreğim ağzıma gelir, "eyvah elini sıkıştıracak, ne yapmaya çalışıyor ki?" Amca, elini çıkarır, kocaman bir kot pantalon tutuyordur. Şöyle evirir çevirir. Altıncı kattan gördüğüm kadarıyla öyle yırtığı pırtığı yoktur kotun, sadece biraz battal bedendir o kadar. Öğütücü durdurulur. Amca, kotu üzerine şöyle bir tutar. Arkadaşları da yanına gelir, hep birlikte bakarlar, çöpten çıkan kotun olup olmadığını incelerler. Boyu uzun kaldığı gibi, kanımca hayli boldur da. Netice, amcanın hoşuna gitmez ki kotu aldığı çöplerin arasına atar ve bu sefer büyükçe bir tulum çıkarır içerden. "Ne o millet, giyecek mi atıyor çöpe" diye düşünürüm çünkü ortalık pazar yerine dönmektedir sanki. Oysa "çöp"tür almaya geldikleri, hani bildiğiniz "işe yaramayacak" şeyler... içim ezilir.. keşke baksaydım görmeseydim derim... Sonrasında çöpten bir kutu çıkarırlar, içinde ne olduğunu anlayamadığım bir kutu ve onu atmamaya karar verirler, temizce bir poşet bulup içine koyarlar özenle... veee çöp kamyonu geldiği gibi gider....

Nereye mi varacak bu yazdıklarım... Acaba çöpe attığımız şeyler bir başkasının işine yarayabilir mi? Bizim için "çöp" sayılan şeyler bir başkası için "değerli" ya da "elzem" olabilir mi? Bu soruların yanıtı malesef ki evet... Ben bu sabah hep bildiğim bir şeyi belki birkaçıncı kez gözlerimle gördüm ve neden bilmiyorum bu sefer içime daha çok dokundu. O yüzden yüksek sesle söylüyorum, "ATMADAN ÖNCE DÜŞÜNÜN, ATMADAN ÖNCE VERMEYİ - PAYLAŞMAYI DÜŞÜNÜN"

Eski kıyafetlerimi ya da eski olmasalar da artık giymediğim kıyafetlerimi düzenli olarak ayırırım ve veririm. Asla aklım kalmaz verdiklerimde, madem giymiyorum, madem giymeyecek kadar umursamıyorum, demek aslında ihtiyacım yokmuş derim ve veririm. Helali hoş olsun kullanana.

Aynı şey ev eşyaları için de geçerli. Artık kullanmıyorsam, atıl kalmışsa veririm.

Defne'nin kıyafet ve oyuncakları da vakti geldiğinde sahiplerini bulmakta. Bir başka çocuğun o kıyafetleri kullandığını, ısındığını, oyuncaklarla oynadığını hayal etmek bile bana huzur veriyor. Asla saklamıyorum gelecek belirsiz günlere... çok şükür şimdilik durumumuz var, iyi kötü alabiliriz tekrar diyorum verdikçe. Rahmetli anneciğim de derdi, "paylaştıkça çoğalırsınız" diye...

Hatta bize temizliğe gelen teyze soba kullandığı için, sobada yakılabilecek "çöp"leri de onuna ayırıyorum desem, abarttığımı düşünürsünüz belki... ama olsun bu "ben"im işte...

Velhasıl, elimden geldiği kadar saklamıyorum hiçbirşeyi... Hayat, bana sonsuz yaşamın olmadığını çok erken yaşta öğretti, yani istif yapmanın anlamsızlığını, gereksizliğini. Bu yüzden elimden geldiği kadar paylaşıyorum ihtiyacı olduğunu düşündüklerimle.

Bugün çöpçü amcanın bana gösterdikleri çok ama çok dokundu ruhuma. Çöpe atılan o kot ya da tulum belki birinin işine yarardı, nasıl bir vicdansızsın sen diyesim geldi o tanımadığım komşuma.

Etrafınızda gerçek ihtiyaç sahiplerini bulamayacağınızı düşünüyorsanız ya da bu konuda çekimserseniz, ne olur belediyelere, muhtarlıklara, darülacizeye başvurun. Emin olun bu uğraşınız birilerine sevinç olarak dönecek...

28 Ocak 2013 Pazartesi

Tam Buğday Unu Ekmeği

Geçen gün markette un alacakken gözüme Sinangil'in Tam Buğday Unu ilişti. Meğer yeni ürünleriymiş. Beslenme değeri açısından beyaz un yerine tercih edilmesi gerektiğini bildiğim için, alıp denemek istedim.

Bu unla, pizza ve kek yaptım. Hatta pişirdiğim çorbalara koydum. Sonuç gayet iyiydi. Rengi ve görüntüsü itibariyle kepekli una benzediğini söyleyebilirim. Tadı da beyaz una göre daha hafif sanki.

Şimdilerde istediğim bu unla ekmek yapmak...

diyerek hazırlamıştım taslağımı. Aslında yıllardır ekmek yapmak istiyordum ama cesaret edemiyordum. Sonu hüsranla biten poğaçalarım, kurabiyelerim geliyordu aklıma ve onca emeğin ve nimetin boşa gitmesinden korkuyordum. Lakin bu sefer, besleyici bir ekmek pişirmek gayesi ön plana çıktı ve bu linkte göreceğiniz tarifi uygulamaya karar verdim. Hatta site sahibine sorduğum soruların cevabını bekleyemedim bile.

Ola ki tutturamam da atmak zorunda kalırım diye, malzemeleri yarım ölçü kullandım. Ama çok şükür korktuğum gibi olmadı, fırınlarda gördüğüm ve yediğim o mis gibi ekmeklerden biri çıkıverdi karşıma. Belki acemi şansıdır kim bilir.

Gelecek sefere tarifi tam ölçü ile yapmaya karar verdim. Umarım aynı başarıyı yakalarım. Sanırım bir süreliğine beyaz ekmeğe veda ediyoruz...

Tarifi uygularken püf noktalarım;

- Unu, tam ölçüyle kullanmayın. Yoğurdukça ilave edin. Daha az ya da fazlası gerekebilir.

- Hamurun kıvamı ele çok yapışan değil, ele yapışan ama kolay şekil verebileceğiniz bir kıvam olsun.

- Malzemeleri yavaş yavaş ekleyin. Özellikle sıvıları hamurun üzerine bir anda dökmeyin.

- Hamuru mayalandırma süresi çok önemli. Defne'nin kahvaltısı, alt değişmesi, öğle yemeğini pişirmek derken benim hamur 2 saate yakın mayalandı. Sanırım ekmeğin güzel olmasında bunun da etkisi var.

- Ekmek pişer pişmez fırından çıkardım ve soğumaya bıraktım. Böylece içi ıslak kalmamış oldu.

(Fotoğraf maalesef yine yok. Blogger'ın azizliğinden yeni fotoğraf yükleme metodunu henüz çözemedim.)

"Şeytanın Yüzü"- Film Önerisi

Bir film önerisi daha....

İsmini duyunca korku ya da gerilim sanmayın, değil ! 17. yüzyılda Madrid'de geçen filmde, hayli inançlı bir rahibin başına gelenler, bir nevi "şeytan"la tanışması ve yoldan çıkması anlatılıyor. Fransız filmi. Oyuncu kadrosu gayet iyi. Süresi makul, hepitopu 1,5 saat sürüyor. Hayli sürükleyici ve bence ibret verici, değişik bir film.

Merak ediyorsanız, bu linkten ulaşabilirsiniz.

27 Ocak 2013 Pazar

Küçük Meleğim

Bahsettiğim küçük melek Defne... Hani şu, uyku saatlerinde canavara dönüşen, yemek saatlerinde beni peşinden sürükleyen küçük kızım !

Geçen haftasonu öyle şeyler yaptı ki, hüngür hüngür ağlamamak için kendimi zor tuttum, o kadar duygulandım yani.

İçinden mi geldi, farkında olarak ya da olmayarak ben mi öğrettim ya da kız çocuk olmanın verdiği güdüler mi bilemiyorum ama acayip yakın, acayip canım bu çocuk... benim iyilik meleğim....

Cumartesi günü klasik semt pazarı alışverişimizi yaptık, baba poşetleri portmantoya koydu, ellerini yıkamaya gitti. Ben de poşetleri yavaş yavaş mutfağa taşıyıp buzdolabına yerleştirmekle meşguldüm. Küçük melek kendi halinde etrafta geziniyordu. Bir de baktım, portmantoda kalmış son poşeti yarı sürükleyerek yarı taşıyarak getiriyor, bir yandan da " anne al, kaldır dolaba" diyor. Meğer unuttuğum, içinde balık olan poşet. Yani bozulmaya en meyilli, en değerli poşet getirdiği.. "ah be yumurcak" diyesim geldi, "sen hep böyle annenin imdadına yetiş emi !"

Ertesi gün Defne'nin çamaşırlarını yıkadık. En sevdiği işlerden çamaşır asılmasını takip ve yardım etmek için yanımdaydı. Makineyi açtım, içindekileri boşaltacakken fark ettim ki çamaşır sepetini almamışım. Üstelik sepet, ütüleneceklerle dolu. Yani bu durumda Defne'nin banyo kovasını almalıyım. Ben bunları düşünürken Defne ortadan kayboldu, kim bilir neyin peşinde derken bir baktım kovasını getiriyor. "Ah be küçüğüm, nereden bilirsin annenin kovaya ihtiyacı olduğunu, nasıl da hızır gibi yetişirsin". Hemen sarılırım tabii, iyice sıkarım kollarımda, gözlerim dolu dolu.

Maşallah sana Defnoş, hayatımız boyunca hep yanıbaşımızda hep böyle iyilik dolu ol inşallah !

25 Ocak 2013 Cuma

Muckkkkssss (+ 18 değil)

Geçenlerde gazetede çok komik bir haber okudum. Aslında gülerim milletin ağlanacak haline misali bir haberdi bu. Ama olsun ben gülmeyi tercih ettim, en azından şimdilik, çünkü bu gidişatımızla "son gülen iyi gülecek"...

Haber, İran'da iki üst düzey yöneticinin (biri bakan diğeri müze direktörü) asansörde öpüşürken kameralara yakalandıklarını anlatıyordu. Üstelik bu bakan (yani olayın erkek kahramanı) bir süre önce ülkesinde kız öğrencilerin matematik ve fen derslerine katılmalarına "yobazik" gerekçelerle sınır getirmiş bir zatı muhterem.

Birilerinin asansörde öpüşmesi ya da öpüşüp öpüşmemesi beni zinhar ilgilendirmez. Ama sen ülkende "ahlak zabıtası" gibi dolanıyorsan, cinsiyet ayrımcılığı yapıp kız öğrencilerin en basit öğrenim haklarına "yobazik" gerekçelerle kota getiriyorsan, inandığım o yüce Allah da seni işte böyle eder diyesim var. Düştüğü bu hale katıla katıla gülesim var. Ve ona sorasım var, o küçücük asansörde öpüşürken "ahlak" anlayışı, "Allah" korkusu ne olmuştu?

Gerçi bu "değerli" bakanın ülkesinde basına, medyaya korkunç sansür uygulanıyor; dolayısıyla bu durumu basına ne kadar yansımıştır, onu ne kadar zor duruma düşürmüştür bilemeyeceğim.

Bildiğim ve dilediğim tek şey var ki, devletin "herkesin inancı kendisine" anlayışından uzaklaşmaması gerekir. Aksi takdirde işte böyle "ahlak zabıtaları" biz kadınların hayatını karartırken, kendileri "kapalı" kapılar ardında ne işler çevirir....

24 Ocak 2013 Perşembe

Çalışan Anne/Çalışmayan Anne

Defne'nin sürpriz erken doğumuyla kendimi bir anda evde bulmuştum. Değil bakıcı ayarlamak, evde bez bile yoktu, o vaziyetteydik yani. Güya 3 hafta vardı doğuma, biraz uyuyacak, biraz gezecek, son hazırlıkları yapacak, iyi kötü bana destek olabilecek bir yardımcı arayacaktım. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Her çocuk kendi kitabını yazar misali olaylar gelişmeye başladı.

Neticede öyle ya da böyle, ama temelde "erken yaşta annesiz kalmamın" verdiği sıkıntıları tekrar yaşamamak/yaşatmamak adına Defne'ye kendim bakmaya karar verdim. Binbir güçlükle elde ettiğim kariyerimi, kıdem tazminatımı yakarak işten ayrıldım. Sonuçta, 25 aydır "çalışmayan anne"yim.

"Hangi tür annelik daha iyidir" konusunda tabii kesin birşey söylenemez ama kendimce her iki türlüsünün artı ve eksilerini toparlamaya çalıştım. Eleştiri ve eklemelere açığım :)

Çalışan Anne (+):

- Daha programlı
- Güçlü kadın profili ve örneği
- Maddi bağımsızlık ve özgüven
- Öyle ya da böyle çocuktan ayrı vakit geçirebildiği için daha pozitif
- Daha sosyal

Çalışan Anne (-)  

- Büyükanne, bakıcı vs kim bakarsa baksın, aklı hep evde
- Özellikle hastalık gibi ekstra mesai isteyen dönemlerde hep daha yorgun, daha endişeli
- Yetersizlik kaygısı
- Sürekli maraton hali, yorgunluk

Çalışmayan Anne (+)

- Çocuğuna istediği gibi yön verebilme serbestisi
- Zaman ve mekan sınırı olmaksızın çocukla sonsuz vakit geçirebilme
- Çocuğun gelişimini daha yakından takip edebilme
- Daha sakin ve daha az yorgun

Çalışmayan Anne (-)

- Mesleki anlamda gelişememe, ekonomik bağımlılık
- Çocuğa çok endeksli yaşam
- Daha az destek ve anlayış görme
- Bağımsız "birey olma" duygusunun kaybı

17 Ocak 2013 Perşembe

En Büyük Zenginlik

Bence insanın en büyük zenginliği ailesi. İçinde büyüdüğüm çekirdek ailem işte öyle bir zenginlikti benim için. Çekirdek ailem dedimse, annem, kardeşim,dedem,anneannem ve küçüklük dönemimde dayımdır bu çekirdek ailem.

Gün geçtikçe, farklı deneyimler kazanıp görüp geçirdikçe anlıyorum ki, bu insanların ortak özellikleri fedakarlık, dayanışma, yaşama sevinci, demokratik düzen ve umutmuş.

Rahmetli anneanneciğim tam da hastalık yıllarında doğan bana çok iyi bakmış. O zamanlar emekli olan dedem ve henüz çalışmaya başlamamış dayımın da büyük payı varmış bakımımda, ama olsun. Hatırlıyorum ki, gayet şiddetli geçen hastalığını bana hissettirmez, istediğim yemekleri pişirir, su dolu kaplarla oynamama, onu dikiş dikerken seyretmeme izin verir, dedemle pikniğe gideceğimiz zamanlar bize yiyeceklerle dolu sepet hazırlardı. Henüz 5 yaşımda bile değildim öldüğünde, benden saklamışlardı akıllarınca ama ben biliyordum onun gittiği yerden bir daha hiç gelmeyeceğini...

Dayım ayrı bir dünyaydı. Beni oyalamak için en akıllıca çözümü bulmuştu. Bana bıkmadan usanmadan müzik dinletir, şarkı söylettirir ve sesimi kayda alırdı. Kayıtları birlikte dinler ve beğenmediklerimizi yinelerdik. Asla asla sıkılmazdık bundan. Sonrasında gittikçe uzaklaştık birbirimizden ve birkaç sene evvel bir daha hiç biraraya gelemeyecek şekilde yollarımızı ayırdık...

Rahmetli dedeciğime gelirsek, en iyi arkadaşımdı. Hayatımı en uzun paylaştığım büyüğüm olacağını, annemin ani ölümünde bana ve kardeşime sonsuz güç vereceğini nereden bilebilirdim ki küçükken? Bıkmadan usanmadan kitap okurdu bana, eğer okumayı bu kadar seviyorsam eminim onun sayesindedir. Kendisine gelen mektuplardaki pulları kesmeyi, suda kısa bir süre bekletip kağıtlarından temizlemeyi, ardından kurutup biriktirmeyi öğretmişti, çok emek verdiğim ve muhteşem bulduğum bir koleksiyonum var şimdi. Asla zorlamadan, dayatmadan planlı programlı olmayı da benimsetmiştir bana, sanırım bu ayrı bir yazı konusu olmaya değer. Herkesin umutsuz olduğu anlarda, bana sonsuz güvenmiş, beni sonsuz sevmiş ve bunları olduğu gibi hissetmemi, kendimi mutlu ve güvende bilmemi sağlamıştır. Çiçeklerin kopmaması gerektiğini de küçücükken öğütlemiştir bana. "Başka dedeler ve torunları da görsün, mutlu olsunlar, koparmayalım" derdi o sevecen sesiyle... nasıl unutabilirim ki birlikte geçirdiğimiz yılları, gözlerindeki parlaklığı...

Rahmetli anneciğimse, başlıbaşına yaşanacak hazinemdi. Hayatımda onun kadar fedakar, sevdiklerine sonsuz sahip çıkan, güçlü bir kadın görmedim. Herşeyle ama herşeyle tek başına uğraşırdı, asla yakınmazdı. Kendimi özgür hissetmemi sağlayacak ama diğer yandan yaptıklarımı tamamen bilen, takip eden bir otoriteyi nasıl kurduğunu hala merak ederim. Onun sonsuz gibi görünen enerjisinin bu kadar çabuk tükeneceğini hiçbirimiz bilemezdik. Şimdilerde diyorum ki, keşke yaşım daha büyük olsaymış da omuzlarındaki yükü hafifletebilseymişim.. ama hayat keşkelerle yaşanmıyor...

Kendime koyduğum hedef, eşime ve Defne'ye işte böyle bir çekirdek aile ortamı sağlamak. Daima sevildikleri, sonsuz ilgi gördükleri, desteklendikleri, arkalarında-yanlarında dağlar gibi duran bir eş-anne-arkadaş olabilmek... hayatın, bana bunu başaracak gücü, imkanı ve ömrü vermesini diliyorum...

16 Ocak 2013 Çarşamba

"İki"lem- 2 yaş sendromuna devam....

Okuduklarıma göre, 2 yaş civarındaki çocuklarda ikilem/çelişki/kararsızlık da görülebiliyormuş. Bu durum, iki yaş sendromunun getirdikleri arasındaymış. Çocuk, kararsız kalırmış, verdiği kararları değiştirirmiş, bir an istediğini birkaç saniye sonra istemez olurmuş ve bu haline bazen kendisi de tahammül edemeyip sinirlenip ağlayabilirmiş.

İşte bu "traji komedi" olarak adlandırabileceğimiz "oyun", birkaç aydır, özellikle son bir iki gündür bizim evde sahnelerde...

Geçici ve büyümenin doğal süreci olduğunu bilmek güzel, ama gelgelelim bazen tahammül sınırlarını fena zorlamakta :(

Sahne: 1, Oyuncular: Anne, Defne, Baba. Aktivite: Alt temizleme

Defne : Baba temizlesin.
Anne : Babanın işi var kızım ben temizleyeyim.
Defne: (Ayaklarını havaya diker. Yüzünü ekşitir) Babaaaa, hapsın...
Anne: "Sinaaaaan, gel, seni istiyor."
Baba gelir. Defne'nin bezini değiştirmeye yeltenir ve Defne'den yeni bir talimat yükselir: "Anne hapsın, baba gitsin"


Sahne: 2, Oyuncular: Anne ve Defne, Aktivite: Öğle uykusu

Defne: Anne, sırtımı ört.
Anne dolaptan örtü çıkarır, küçüğü örter.
Defne: Bakkaş (başka demek istiyor) örtü, örtsün.
Anne dolaptan başka örtü çıkarır, onu örter.
Defne: Bakkaş örtü anne, mai örtü, kırmızı örtü.
Anne delirmemek için nefes alır. Bakkaş örtü yok kızım bunlar var. Bak üstünde ayıcık resmi var, sarıl uyu vs vs.... Defne debelenir durur, arasıra örtü taleplerini yineler, anne pes etmez.
Sonunda Defne her nasılsa ayıcıklı örtüye karar verir, sahne Defne'nin uyumamak için direnme çabalarıyla bir başka boyuta geçerek kapanır.

Sahne : 3, Oyuncular: Anne ve Defne. Aktivite: Sokağa çıkmak

Anne, önce kendisini ardından Defne'yi kat kat giydirmek niyetindedir.
Anne: Hadi Defne giyinelim bahçeye çıkıyoruz.
Defne, son sürat kaçar. Sokak kapısına gider ve aç diye tutturur.
Anne: Gel odana giydireyim seni. Hava soğuk bıdı bıdı bıdısını anlatır.
Defne: açççççç açççç diye kapının önünde tepinir.
Anne: giyinmezsen gidemeyiz demeye niyetlenir ama fayda etmeyeceğini bildiği için çığlıklar eşliğinde Defne'yi kucaklayarak odasına götürür.

Sahne 4, Oyuncular: Anne, Defne, Baba. Aktivite: Gece uykusu
(En az bir saat süren bu trajik oyundan özet sahneler... )

Defne: baba gelsin, popoma pışpış hapsın.
Baba gelir, pışpış yapmaya niyetlenir. Lakin Defnoş ağlar.
Defne: Baba otursun uyusun, anne uyutsun.
Anne uyutmaya yeltenir.
Defne: Anne örtsün (burada birinci sahne yinelenir)
Anne içinden lahavle okuya okuya küçüğü rahatlatmaya ve bir an evvel uyutmaya çalışır. Bu arada baba, zorla tünetildiği sandalyeden kalkarak, çaktırmadan odadan kaçar.
Defne: Anne su getirsin.
Anne su getirir, Defne küçücük bir yudum alır. Anne suyu kaldırır.
Defne: Deste su içecek anne kucağında içecek.
Anne suyu geri getirir Defneyi kucağına alır.
Anne: Hadi içi suyunu , sonra uyuyacağız
Defne ufak bir yudum alır ya da almaz. Anne suyu tekrar kaldırır. Defne'yi yatağa yatırır.
Defne: "Bacağımı ört, taytı çek" vs vs bıdı bıdılar ve yineleyen taleplerle, yer yer ağlamaların da eşlik ettiği en az 1 saat süren mücadelenin ardından horlayarak uykuya dalar....

Böylece 2 yaş sendromunun "kararsızlık" bacağına "gece molası" verilmiştir...... ev derin bir sessizliğe bürünür, bir gün de böyle geçer gider :)

15 Ocak 2013 Salı

Balkabağı Çorbası

"Yemek, yedirmek işte bütün mesele bu". Hele ki kış aylarında, hele ki mevsiminde tüketmeye programlı bir anneyseniz, üstelik herşeyden yesin, tatsın, alışsın, iyi bir beslenme düzeni olsun diye düşünüyorsanız.

Balkabağı çorbası çok uzuuuun bir süredir aklımdaydı. Ama bir türlü pişirmeye cesaret edemiyordum. Daha önce yazdığım gibi, çocuğunuz iştahsızsa fantaziye giremiyorsunuz, hep klasik hep klasik... Bir de adı üstünde "balkabağı", hep tatlısını bildiğimiz, başka türlüsünü düşünemediğimiz bir sebze. Üstelik mineral bakımından çok da zengin.

Madem tatlısı evimizde yenmiyor, o zaman çorbasını denemeliyim diye düşünürken, önce internetten sonra eş dost arkadaştan aldığım yorum ve pişirme önerileri ışığında dün kendimce bir çorba pişirdim. Bu çorbaya gelen en büyük eleştiri ve uyarı, tadının "tatlı" olmasıydı, dolayısıyla "tatlı" tadını kırmak için birşeyler yapmaya çalıştım.

Sonuç ?

Taburesine tüneyip mutfakta şirinlik yapan Defne, yemek saatinin yaklaşmasıyla iyice acıkmıştı ve o açlıkla 3 çorba kaşığı kadar içti. Tadının "güzel" olduğunu söyledi ama aynı performansı akşam sofrada göstermedi. -pes etmek yok bu akşam tekrar denenecek-

Eşime gelirsek... Başta ne çorbası olduğunu söylemedim, sadece değişik bir çorba yaptım bakalım sevecek misin dedim. Çorbanın rengini gördüğünde havuç çorbası sandı. Tedirgin bakışlarım altında birkaç kaşık içti, beğendiğini söyledi ve içinde ne olduğunu sordu. Balkabağı diyince çok şaşırdı ve severek içti.

Ben de beğendim çorbayı. Lakin klasik mercimek ya da tarhanayı tercih ederim. Aşağıdaki tarifle, "tatlı" tadından hayli uzak ama "tatlımsı" bir his yaratan bir çorba oluyor. İçindeki defne yaprağı bence hoş bir koku ve aroma veriyor.

Bu öğlen, bir kupa çorba ısıttım kendime. İçine kırmızı pul biber ve az miktar çırpılmış labne peyniri koydum. Daha farklı ve yine leziz bir tat oldu.

Akşam Defnoş hanımın performansına göre, kalan kabak ya yine çorba olacak ya da klasik tarifin dışında bir kabak tatlısı.... tatlı yaparsam ayrıca paylaşırım... şimdilik çorbanın tarifi :

Malzemeler: 

Bir dilim balkabağı, yarım çay bardağı pirinç, bir küçük kuru soğan, bir küçük patates, bir diş sarımsak, bir defne yaprağı, bir tatlı kaşığı un (silme), tuz, karabiber, su, tereyağ, kıvam ayarlamak için süt.

Yapılışı:

Tereyağını tencereye alın. Üzerine yemeklik doğradığınız soğan, sarımsak ve balkabağını koyun. Unu serpin. Su ilave edin, kaynamaya bırakın. Kaynadıktan sonra yemeklik doğradığınız patatesi, pirinci ve defne yaprağını ekleyin. Sebzeler yumuşayana kadar pişirin. Pişince blenderdan geçirip, sütle inceltin. Tuz ve karabiber ekleyin.

Afiyet olsun !

12 Ocak 2013 Cumartesi

Kan ve Trombosit Aranıyor- Yardım Çağrısı

İnternetten tesadüfen bulduğum bir blog sahibinin 4 yaşındaki kızı, kemotarapi görüyormuş. Göz yaşlarıyla okuyorum artık yazılanları, o minicik kıza ve ailesine sonsuz dua gönderiyorum...

Kan ve trombosit vermek isteyenler linke tıklayıp aileye ulaşabilirlerse çok sevinirim...

11 Ocak 2013 Cuma

Küçük Kara Balık-Samed Behrengi (kitap önerisi)

Birkaç gün evvel, güzide yurdumda "Fareler ve İnsanlar"ı ve "Şeker Portakalı"nı "sakıncalı" bulan zihniyetler manşetlerde yer almıştı. O kadar üzülmüş ve Defne'nin geleceği için o kadar kaygılanmıştım ki. Kendimce bir tepki göstermek istedim bu olanlara...

Facebook hesabımda yazdım birşeyler. Yok, tatmin etmedi. Ardından "gidip bu kitaplardan birer tane daha alayım" diye düşündüm, vazgeçtim, evde zaten var. Sonrasında aklıma "Küçük Kara Balık" düştü. 80 ihtilalinde ülkemizde yasaklanmış olan ve İran'da halen yasaklı bulunan bu kitabı duymuştum ama okumamıştım, haftasonu hemen gidip aldım ve eve dönene kadar bitirdim.

Esasen çocuk kitabı olarak yazılmış bu kitabın her yaşta okunup farklı tatlar alınabilecek bir kitap olduğuna ve her kütüphanede bulunması gerektiğine karar verdim kendimce.

Küçük Kara Balık, bir balık ninenin torunlarına anlattığı hikayenin kahramanı. Bu minicik kara balık, merak ve öğrenme isteğiyle yanıp tutuşuyor, o güne kadar bildiklerini, ona öğretilenleri sorguluyor ve yeniliklerden korkmuyor. Anladınız mı şimdi kitabın neden bir dönem yasaklandığını ve halen "dar kafalarca" yasaklı ilan edildiğini.

Kitaptaki sevdiğim paragraflardan birini şöyle paylaşmak isterim. Bu paragrafta küçük kara balık, annesiyle konuşuyor ve diyor ki; " Ben yaşamanın nasıl birşey olduğunu öğrenmek istiyorum; durmadan aynı şeyleri yapmak, yaşlanana kadar başka birşey yapmadan yaşamak olamaz, dünyada yaşamanın anlamı bundan fazla olmalı."

Sırf bu cümle bile insanın hayatında bir ışık yakmalı, nitekim benimkinde yaktı. Yeniliğe, değişime daha açık olmam gerektiğini, kendimi ve yaptıklarımı daha fazla sorgulamam gerektiğini düşündüm.

Kitabın yazarı Samed Behrengi'nin hayatı da ilginç. 29 yaşında Aras nehrinde boğulmasının ardında Şah rejimi yanlıları olduğu düşünülüyor.

Demem o ki, "Fareler ve İnsanlar" , "Şeker Portakalı" derken bir gün sıra Küçük Kara Balık'a gelmeden, bu kitabı alın, okuyun, yazarına bir Fatiha gönderiverin....

10 Ocak 2013 Perşembe

Comme un Chef- Fim Önerisi

Geçen hafta tesadüfen alıp seyrettiğimiz bu filmi çok ama çok beğendim. Beğenim, belki ağırlıklı olarak çok sevdiğim mutfakta geçiyor olmasından, belki istediğim halde ülkemin ve kendi iç gerçeklerimden olmadığım aşçılık mesleğine yoğunlaşmasından ama sanırım en çok sürükleyici ve sıcacık bir film olmasındandı.

İzlemek isteyecekler için kısaca özetlemek gerekirse, iki aşçının yollarının bir şekilde kesiştiği, birbirleriyle rekabete düştükleri ama en sonunda ortak amaç olan "lzzete ve başarıya ulaşmak yolunda" beraberce hareket etikleri ve mutlu sonla biten bir film. Yaşı daha büyük olsa Defne'ye mutlaka seyrettirebileceğim bir konusu ve mesajları var.

- Ortak çalış, dayanış.
- İşini sev ve en iyisini yapmaya çalış.
- Mesleğini bil, gelişmeye ve değişmeye her zaman açık ol.
- Nerede duracağını, mola vereceğini bil.

Daha ne olsun?

9 Ocak 2013 Çarşamba

Defne'nin Kereviz Yemeği (yeni)

Defne'nin iştahsızlığından yakınırım ya hep. Bir yandan yakınır diğer yandan da miktaren az da olsa mevsim sebze/meyvesi yemesiyle içten içe övünürüm.

Sen misin övünen, sevinen? Defne'can, geçen sene ve bu kış başında yediği karnıbaharı şiddetle reddettiği gibi, son iki kezdir pişirdiğim kereviz yemeğine de burun kıvırınca beni bir telaş aldı.

Karnıbaharı geçtim ama ya kereviz? Evet, üstüste aynı yemeği yapmıyorum. Haftada birden fazla kereviz vermiyorum ama bizimki bir şekilde yemez oldu işte. Ben içten içe yanar dururken dün öğleden sonra, komşumuzla kızı bize geldiler.

Sağolsun komşum, deneyimli annedir ve tecrübelerime göre eli de gayet lezzetlidir. Ona, bu durumu çıtlattığımda bana kendi kereviz tarifini verdi ve kızının bayılarak yediğini söyledi. Üstelik her öğün et yedirmek için kaygılanmamam, biraz da farklı tatları denemem konusunda beni cesaretlendirdi. Gece heyecanla uyumuşum ki rüyamda, dolaptaki tek kerevizi bir başka yemekte  kullandığımı ve bu yeni tarif için elimde başka bir kereviz kalmadığını gördüm. Artık ne hale gelmişim düşünün !

Neyse, bugün komşumun tarifiyle kerevizi pişirdim, yanına onun söylediği gibi makarna yaptım. Netice, kereviz yemeğini yiyen Defne ve mutlu anne. -gerçi erken sevinmemeliyim Defne sürprizlerle doludur, ama olsun, yeni tarif de bizi bir süre götürür-

Komşumun tarifiyle yaptığım kereviz yemeği;

Bir kereviz, bir havuç ve bir patatesi küpler halinde doğruyorsunuz. Bir küçük soğanı yemeklik kıyıyorsunuz. Varsa bir avuç bezelye ekliyorsunuz. Hepsini tencereye koyuyorsunuz. Üzerine bir portakalın suyunu döküyorsunuz. Çeyrek çay bardağı zeytinyağı, bir küp şeker ilave ediyorsunuz.  Sebzelerle yüzyüze gelecek şekilde su ilave edip pişiriyorsunuz. Pişme esnasında birkaç dal maydanoz ya da dereotu ilave edip sonrasında çıkarabilirsiniz. En son tuzu ayarlanıyor. (havucun biraz diri kalmasını seviyorum)

Kendi tarifimle makarna:  

Bir çay bardağı boncuk makarnayı yapışmaz tava ya da tencereye koyuyorsunuz. Üzerine tatlı kaşığı ucuyla domates ve biber salçası ilave ediorsunuz (sağolsun kayınvalidem her yaz konservesini yapar). Yarım diş sarımsağı doğrayıp ekliyorsunuz. Biraz tuz ve yağ koyuyorsunuz. Diğer yanda 2 çay bardağına yakın su kaynatıyorsunuz ve kaynayan suyu makarnaya boca edip, kapağı kapalı olarak makarna suyu çekip yumuşayana kadar pişiriyorsunuz.

Eski tarifimle kereviz yemeği:

Bir miktar kıyma, yemeklik doğranmış soğan ve küp doğranmış bir havucu fındık yağında çok az çevirip üzerine salça ve su ekliyorsunuz. Su kaynayınca, küp doğranmış bir kereviz ve bir patatesi ilave ediyorsunuz. Varsa bir avuç bezelye ekliyorsunuz. Birkaç dal dereotu ilavesiyle pişiriyorsunuz. En son tuzu ayarlanıyor.

8 Ocak 2013 Salı

Kaç çocuk demiştiniz?

Başbakanımız, yeniyılın ilk günlerinde yine bomba gibi bir açıklamayla gündemdeydi. Benim, "bir yetmez, iki de yetmez, üç eh peh, dört bingooooo !!!" olarak algıladığım bu mesaj; kendi içinde ve mantıken doğru olsa da bence ülkemiz gerçeklerine son derece uzak.

Belki şöyle diyebilirdi, "bakabilecekseniz daha fazla çocuk yapın, yoksa cümleten batacağız !" Gerçi bu söylemi de, yine aile içi düzene ve özel hayata karışmak olarak değerlendirilirdi ama yine de daha makul olurdu.

Daha evvel yazmıştım. En azından benim çevrem çocuk sayısı konusunda "tembel", "üşengeç", "rahatına düşkün" ya da "mantıklı". Çünkü çocuk işi zor zanaat.

Bakması, büyütmesini geçtim, ona iyi bir gelecek sunmak, geleceği bıraktım bugününü garantilemek tam bir dert. Çünkü maalesef ülkemizdeki en temel sistemler (eğitim, sağlık, beslenme vs) hergün her gün değişmekte, değiştirilmekte. Dolayısıyla ne bügüne ne de yarına tam bir güven var.

Mesela, eşimin babaannesi üniversiteye kayıtla girmiş. Bildiğiniz istediği üniversitenin istediği fakültesine gidip kayıt olmuş ve iş bitmiş. Şimdi öyle mi? Yıllar süren hazırlıklar sonrasında birkaç saate sığdırılan sınavlar, yapılması beklenen doğru tercihler.... Mezuniyetin ardından iş bulma telaşı, erkekler için askerlik... derken alınan küçük maaşlar, küçük maaşlara inat büyük hayaller vesair vesair.

Dahası sağlık. Devlet sağlık sisteminin ne kadar zor işlediği, hastanelerin ne kadar kalabalık olduğu ve mevcut çalışanların yetişemediği bir gerçek. Daha geçen gün babama, 15 gün sonraya randevu vermişler, Allahtan ciddi birşey yok, sadece göz damlası yazdıracakmış. Peki ya kemoterapi gib birşey olsaydı?

Beslenme konusu da tam bir yara. Katkı maddeleri, GDO'lar, "etiket yalanları" insanın yediğine de güven duymasını engelliyor.

"Bunlar her ülkede olan şeyler" diyebilirsiniz, ama maalesef dünya üzerinde her anlamda refah seviyesi o kadar yüksek ülkeler var ki.. Değil bugün neler olacağını, yarınlarını biliyor adamlar. İki karış karda sokağa çıkma yasağı ilan edilmiyor o ülkelerde, rüşvet ve yolsuzluk iddiası bile harakiri sebebi, insanlar tüm gün çalıştıktan sonra 5 dakika fazla mesai yapıyorlar ücretsiz, sadece ekonomiye katkı olsun diye, asgari ücretlileri standart hayatın gereklerini karşılayabilecek paralar kazanıyor... daha sayamıyorum.. İsviçre, İskandinav ülkeleri, Japonya bu anlamda örnek alınabilir.    

Demem o ki, sadece "doğurun canlarım" demek, dünyaya gelecek sabinin "kul hakkı" gözetildiğinde bence vicdani değil.  

4 Ocak 2013 Cuma

Defne'nin İlk Ayakkabı Macerası

Defne 14 aylıkken tam olarak yürümeye başladı ve geçen sene 10 Martta Defne'ye ilk "gerçek" ayakkabısını aldık. "İlk adım ayakkabısı" olarak bilinen ayakkabıyı doktorunun tavsiye ettiği bir dükkandan satın aldık.

İşi bu kadar büyütmemizin nedeni, anne-baba olarak bu konuda tecrübesiz ve biraz titiz oluşumuz.  Neticede ortopedik bir ayakkabı alıyorsunuz ve ayakkabıyı giyecek şahsiyetin, ayak numarasını bilmediğiniz gibi, o değerli şahsiyetin ayakkabının ayağını sıkıp sıkmadığı gibi konularda bilgi verme durumu da yok :)

Neyse, mağazaya gittik. Benim hayalimde Defne, en azından ilgi gösterdiği ayakkabıyı işaret edecekti filan. Ama öyle olmadı, kendisi ışıklı vitrinle ilgilenmekle meşguldü, onun yerine biz bir tane beğendik. Ayağına giydirip yürütmek istediğimizde de bize direndi. Bir şekilde ayakkabıyı giydirmeyi başardık ama bir türlü yürümeye ikna edemedik. Sanırım ayaklarının aldığı bu yeni hali yadırgadı, yumuşacık çoraplardan sonra bu sert nesneleri neden giydiğini merak etti. Sonuçta pes ettik ve ayakkabısının tam olduğu konusunda bizi ikna eden, deneyimli satış görevlisi amcaya güvenerek mağazadan çıktık. Tabii, o küçücük ayakkabılara "küçük" bir servet ödediğimiz gerçeğini saklayamayacağım.

Hal böyle olunca, beni aldı bir telaş. "Eyvah bu çocuk ayakkabıyı nasıl giyecek", "giyecek mi", "giyse de yürüyecek mi", "ne yapacağız" derken kendimizi evde bulduk. Konunun üzerine gitmedik, rahatça akşam yemeğimizi yedik ve yemeğin ardından dayanamayıp ayakkabıları çıkardık. Defne'ye giydirdik, yürümesi için yere bıraktık ama nafile. Dizlerimi tutup yürümeyi reddetti. Ayakkabılarna bakıp durdu. "Ne işi var ayacıklarımın bunun içinde" dermiş gibi bir hali vardı. Babayla benim morallerimiz sıfır tabii.

Sonunda bendeniz "hain anne" konuya sıradışı bir çözüm getirdi. Eşime, cep telefonunu uzaktan Defne'ye göstermesini ve gelirse de vermesini söyledim. Çünkü bizimki cep telefonuna deli gibi meraklıydı ve alması tabii yasaktı.

Vee ne mi oldu. İşte komedi burada başladı.

Defne cep telefonunu gördü, yanına giderse alabileceğini biliyordu. Ama ayaklarındaki "pranga"lar buna engel oluyordu. Homur homur söylendi, baktı olmayacak, dizlerimi bırakıp ağır adımlarla telefonun yanına gitti. Eşime, vermesini söyledim. Telefonu eline alınca tüm dünyalar onun oldu. Yaşadığı merak, şaşkınlık ve sevinçle elinde telefon, ayağında ayakkabılar evde gezinmeye başladı. Veee bu şekilde ilk ayakkabılarına alıştı.

Ayakkabıyı aldığımız yaşlı amca, bize genelde çocukların ilk ayakkabılarını yadırgadıklarını, kimilerinin hiç giymediğini ve çok ağladıklarını, Defne'nin bu durumunun normal olduğunu söylemişti. Bize kalsa, gayet basit bir ayakkabı alma ve giydirme işiydi bu, ama konu çocuk olunca herşey bir serüvene dönüşüyor...  öyle değil mi?

3 Ocak 2013 Perşembe

Sincap

Dün gece Defne'de nezle başladı. Tam beş kez uyandı, her seferinde kolay uyudu ama burnunu açmak son uyanışımızda aklıma geldi. 2 yıllık anneyim evet ama ben de hatalar yapabiliyorum işte.

Neyse, son uyanışımızda burun spreyi ve aspiratör sayesinde burnu temizlendi ama bu sefer de uykusu kaçtı. Zaten uyumaya meraklı değildir kendileri. Biraz ağladı, ninni söyledim, oyuncak ayısı ve eşeğini yanına verdim. Yumurcak ikisine birden sarıldı. Veee tam 1 saatlik uğraşımın ardından sabaha karşı 5'te mutlu sona erdik. Defne uyudu, iyice dalması için biraz daha bekledim başucunda.

Işığı kapatıp odadan çıkacaktım ki, birden "sincap" diyiverdi. Korkarak baktım uyanmış mı diye. Çok şükür uyuyordu ve sanırım rüyasında sincap peşindeydi.

İşte böyle birşey anne olmak. Yorucu bir gecenin erken sabahında gülümseyivermek, onu sonsuz sevmek, rüyasında bile hep mutlu olmasını dilemek.

Nezle büyümeden bir an önce atlatır inşallah ve baharda gerçek sincapların peşine düşeriz....

2 Ocak 2013 Çarşamba

Güle Güle 2012

" 2012'yi nasıl bilirdiniz? " diye sorsalar, özellikle birşey diyemem. Ama şöyle bir düşünsem, bakın neler hatırlarım.....

2012 zor bir başlangıç yaptı. Aralık 2011'de Defne 1 yaşına henüz basmıştı, değiştirdiğimiz doktoru ile birlikte değişen düzenimiz, çıkmakta geciken dişleri, iştahsızlığı, uyku sıkıntıları ile girmiştik 2012'ye. Kimsede duymadığım kadar iştahsız ve uykusuz bir bebekti. Bense hep çare, çözüm arayan; tam "buldum" diye düşünürken herşeye sil baştan başlayan Don Kişot, tek başına yel değirmenlerine savaş açmış bir masal kahramanı ! Üstelik Defne'nin doğumundan sonra hayatının merkezinde sadece evi ve ailesi olan, 10 yıllık kariyerini hiçe sayan genç bir kadın. Yaşadığım bezginlik bloguma bile ara vermeme neden oldu, hatta gerçeği söyleyim geri dönmeye niyetim de yoktu.

Peki ne mi oldu? Aylar geçti, zor geçti ama geçti bir şekilde. Defne yürümeye başladı, dişleri birer birer çıktı, uykusu ve yeme düzeni defalarca değişti ve sonunda eskisine göre "çok daha iyi" diyebileceğim bir hale geldi. Yazın yaptığımız tatiller ve en son bayram tatili hepimize yaradı. En güzeli de üçümüz birbirimize daha çok alıştık, huyumuzu suyumuzu daha çok benimsedik.

Yükselen moralim ve büyüyen Defne sayesinde kendime vakit ayırmaya başladım. Artık eve kapalı, hayatı sadece bebeğine ve evine odaklı bir kadın olmaktan uzaklaştım. Uyuyan Defne'yi babasına bırakıp alışveriş ve çay&simit kaçamakları yaptım. Yani "kendime ait hayatımı" biraz yoluna sokmaya gayret ettim. Hatta işi büyütüp, yine uyuyan Defne'yi kayınvalideye emanet edip eşimle birkaç kez öğle yemeğine çıktık. 2 sene aradan sonra yaptığımız bu kaçamaklar çok iyi geldi.

Özetle zor başlayan ama bir şekilde yoluna giren bir seneydi 2012.

Herşey bitmiş değil tabii, 2013'te hala yoluna sokmam gereken şeyler, bulmam gereken dengeler, yenilemem gereken hayat düzenimiz var. Hayatımızın daha iyi olacağına inanmak istiyorum, inancımın körelmesine asla izin vermemek istiyorum, asla umutsuzluğa kapılmamak istiyorum.

Ve 2013'ten hepimize güzellikler getirmesini diliyorum....    
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac