Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Haziran 2014 Pazartesi

Mutfağım ve Ben

Küçüklüğümden beri mutfağı severim. Bir evin en merak ettiğim yeri de mutfaktır. Öyle iştahlı, anacığımın deyimiyle "Agob'un kazı gibi yiyen" bir tip olmadım hiçbir zaman, ama lezzetli yiyecekler (ve içecekler), ön hazırlık safhasından başlayarak yemek pişirme işi, her zaman çok hoşuma gitti.

Babamın, küçüklüğüme dair anlattığı ve benim de gururla dinlediğim bir hikayem vardır. Annemle babam bir akşam domatesli, karidesli pilav pişirmişler ve iki yaşındaki bana yedirmişler. Ben, pilavı ayırmış karideslerin hepsini lüp lüp götürmüşüm, annemle babam da üşenmemiş saymışlar, tam 40 tane. Bizimkiler endişe etmişler tabii, 2 yaşında bir çocuk, kabuklu deniz mahsulü filan (e kardeşim panikleyecektiyseniz neden yedirdiniz :)) Hemen doktoru aramışlar (sene 80, sokağa çıkma yasağı var, tut ki zehirlendim, El Fatiha durumları), zehirlenir miyim, dokunur mu, alerji yapar mı vs onlarca soru sormuşlar kadıncağıza. Doktorum, gülmekle ve "çocuğunuzun harika ve yaşına göre sıradışı bir damaktadı var" demekle yetinmiş.

Küçüklüğüme dair en sevdiğim fotoğraflarım, annemle mutfağımızda çekilenler. Önlüğüm bağlanmış, önümde kurabiye hamuru, arkamda anneciğim, yoğuruyoruz da yoğuruyoruz. Biraz daha büyüdüğümde anneannemin evinde bezelye ayıkladığımı hatırlıyorum. Babaannemle dedemin, mutfaklarında imece usulü yemek yapmalarını seyrederken, bir gün kendi evimde kocamla böyle olmalıyız diye geçiriyorum içimden...

Her zaman ev yemekleri pişen bir evde büyüdüğüm için çok şanslı bir çocuk ve ardından gençtim. Annem iş dönüşü, mutfak alışverişini yapar, ellerinde poşetler yürüyerek eve gelirdi. Geliş saatlerinde cama çıkar beklerdim onu. Daha çalmadan kapıyı açar, elindeki poşetleri alır ve doğru mutfağa giderdim. Annemin yönlendirmesiyle, kaldırır, ayıklar, yıkar, doğrar ve akşam yemeği hazırlıklarına yardım etmeye çalışırdım. Lisedeyken, kış tatillerinde ya da (evdeysem)yazları akşam yemeğini tek başıma pişirmeye de çalışırdım. Klasik ev yemeklerinden bahsediyorum. Türlü, etli dolma, çorba....  gibi.

Büyük ölçüde bu yüzden, 97'de evimizin tüm mutfak işi bana kaldığında çok da bocalamadım. Dile kolay, başta öğrenciyken, sonra çalışırken, sonra evlendiğimde mutfak sorumluluğu tamamen bana aitti. Yani malzeme ne, ne yenecek, nasıl pişirilecek, mutfak alışverişi nasıl organize edilecek..... Yine çok şükür ki yardımcılarım her zaman oldu. Büyükbabam, yemek pişirmeyi bilmese de çok iyi bir yardımcıydı mutfakta. Karıştırır, ayıklar ve çok güzel çay demlerdi. Pişirmeyi bilmediğim tumturaklı yemekleri orduevlerinden ya da misafirhaneden, paket olarak alırdı. Kardeşim de eşim de ellerinden geldiği kadar yardım ettiler mutfak işlerinde. Ve şimdilerde Defne, küçücük taburesine tüneyip maydanoz ayıklamak, sebze/meyve yıkamak, bezelye ayıklamak işlerinde bir numaralı yamağım :)

17 senedir mutfaktayım ama pişirmediğim ya da tüm denemelere rağmen bir türlü başaramadığım ya da denemeye cesaret bile edemediğim onlarca yemek sayabilirim. Mesela reçel. Annem çok güzel reçel yapardı, ondan öğrenmediğime hayıflanırım hala. Ben birkaç kez denedim ve en son, tencerenin dibi temizlenmeyecek kadar çok tuttuğundan vazgeçtim, kayınvalideden geçiniyoruz. Ev yapımı salçalar, asla denemedim, denemeye de çekiniyorum, kayınvalideden geçiniyoruz. Elde açma yufka ya da börek, asla denemedim, deneyeceğimi de sanmıyorum. Zeytinyağlı dolma, bir kez denedim olmadı, bir daha da çok zor, en azından Defne büyüyüp çok vaktim olana kadar hayır....

Annemsiz mutfak denemelerimi hatırladıkça kimi üzülüyor kimiyse düşünüyorum. İlk mutfak yılımda, acaba başaracak mıyım diye telaşlanırken, "birkaç çeşit yap buzluğa at" demişti bir tanıdığım, "okuldan dönünce kolaylık olsun". Birkaç ay bunu yaptım, ama buzluktan çıkan yemekler asla "taze" yemeğin tadını vermiyordu, bu yüzden çabuk bıraktım bu yöntemi. Bir dönem, çok programlı takıldım. Mesela kıymayı çokça alır. Aynı gün bir kısmını kavurur, küçük kaplara bölerek dondurur, kalanını köfte yapıp yine dondururdum. Yemeği doğru yöntemde yapıp yapmadığımı da koklayarak anlardım, güleceksiniz ya da garipseyeceksiniz belki ama çıkan koku, bana doğru yolda olup olmadığımı gösterirdi, annemin yemekleri gibi kokuyorsa tamamdı. Neredeyse tüm boş vakitlerimi alırdı mutfak işi, ama yine de gocunmazdım, kendimi bildim bileli yemek pişirmek beni dinlendirmiştir.

O ilk yılların en büyük eksikliği internetti. Bilmediğim yemeklerin tariflerini sorarak ya da yemek kitap/dergilerinden öğrenebiliyordum, öyle resimli, videolu sanal bilgiye çabucak ulaşmak hayaldi. Bu yüzden internet benim için çok önemli bir bilgi kaynağı. Evet yalan yanlış, tutmayan bir dolu tarif var, ama temelde ne yapmanız gerektiği de üç aşağı beş yukarı internette mevcut.

Yeni tariflere ve lezzetlere de prensip olarak açık olmakla birlikte, genelde bildiğimden şaşmıyorum. Malzemelerin çok karmaşık olmamasına, uyumlu olmalarına dikkat ediyorum. Hele de Defne'den sonra.....

17 seneyi doldurmak üzereyken, gurur duyduğum şey şu ki, mutfakta mükemmel değilim, ama bence gayet iyi yemek yapıyorum. En azından kendi damak tadımıza, tüketim alışkanlıklarımıza uygun ve sağlıklı, mevsiminde.....

Siz de girin mutfaklarınıza, vakit ne kadar dar olursa olsun, en azından yumurta pişirin, makarna yapın, başında duramayacak haldeyseniz fırını devreye sokun ama bir şekilde evinizde sağlıklı yemekler pişirin, hiç kimse için olmasa bile kendiniz için.

Mutfak herşeydir, bir evi "yuva" yapan, insan topluluğunu "aile" olarak sofrada buluşturan temel harçtır. Kıymetini bilelim....          

26 Haziran 2014 Perşembe

İlk Türk Kadın Avukat Lokantaya Gidince

Facebook'ta, eski bir arkadaşım paylaşmış bu haberi. Kaybolsun, unutulsun istemedim. En çok da bir gün Defne okusun diye saklamak istiyorum.

Atatürk hakkında bildiğim şeyler, bilmediklerimden az eminim. Okudukça, araştırdıkça farklı yönlerini görüyorum. "Beni görmek demek fikirlerimi öğrenmek demektir" demişti, ne kadar doğru bu söylediği. Onunla ilgili en hoşuma giden şeylerden biri, kadına verdiği değer. Henüz Avrupa'da seçme/seçilme hakkı yokken bunu biz Türk kadınına tanımış olması, Medeni Kanun'la kadını erkekle eşit haklara sahip etmesi, kadınların erkeklerle omuz omuza mücadele ettiği bir dünya hayal etmiş ve bu hayalini gerçekleştirmek için çalışmış olması. Kim "diktatör" derse sadece bu gösterilebilir, hangi diktatör seçmen kitlesinin artmasını ister ya da vatandaşlarına fazladan hak tanır?

Bir varmış bir yokmuş, 90 sene evvel Türkiye'nin ilk kadın avukatı bir lokantaya gitmiş. Peki neler olmuş? Okumak isteyenler, buraya buyursun.  


24 Haziran 2014 Salı

Çocuk Kitabı Seçerken

Kitap okumak evimizde önemli uğraşlardan biridir. Defne, henüz 6 aylıkken tanıştı kitaplarla. Başını dik tutmayı öğrendiğinde.... Bir yer örtüsü vardı, Defne'yi ona yatırır ben de yanına uzanır sayfaları çevirirdik beraber. Tabii geveze ben, bol bol konuşur, bazen de basite indirgeyerek kitaptaki resimleri anlatırdım ona.

Mama sandalyesine oturmaya başlayınca işimiz kolaylaştı, sandalyenin tepsi kısmına çeşit çeşit kitap koyuyor, bir yandan oyalıyor bir yandan da besliyordum küçüğü. Belki de bu yüzden Defne kitaba, okumaya (doğrusu okutmaya), dinlemeye ve konuşmaya meraklı bir tip oldu çıktı.

Önce kendi küçüklük kitaplarımdan başladım, klasik Mikiler, VakVak'lar. Sonrasında kitaplar satın aldım Defne'ye. Ama yine de baş köşede kendi çocukluk kitaplarım oldu. Devamında, Meraklı Minik girdi hayatımıza. Halen de her ayın ilk günlerinde mutlaka gider alırız, faaliyetlerden Defne'ye uygun olanları yapar, içeriklerini okuruz.

Ama fark ettim ki ilk aldığım kitaplarda bir hata yapmışım ve içeriği okumadan isme bakarak almışım. Oysa bence çocuk kitabı seçerken içini okumak (zaten çok kısalar), resimlerini incelemek ve içinize sinen, küçüğünüzün ilgisini çekebileceğini düşündüğünüz türleri almak lazım. İlk aldığım kitaplar boşa çıkmadı elbet ama ilk aşamalar için erken kaçtığı oldu.

Alacağım kitapların illa bir şeyler öğretme amacında olmasını önemsemiyorum. Klasik çocuk masallarını okumaya özen gösteriyorum, yüzyıllardır okunuyorlarsa vardır bir hikmeti diye düşünüyorum hem de genel kültür olduğu kanaatindeyim.

Aldığım kimi kitaba Defne çok ilgi göstermiyor, o zaman zorlamadan, kitabı bir süre kaldırıyorum. Bazıları bir süre sonra raftan indiriliyor, bazılarıysa hala bekliyor okunacakları günü.

Aslında itiraf edeyim çocuk kitabı almak beni çok yoran bir uğraş. Çoğu kitabevinde çocuk kitapları karman çorman halde ve tabii çok ince oldukları için karıştırmak, bulmak, sonra da bahsettiğim gibi okuyup incelemek gerekiyor. Yani benim için, başlıbaşına bir mesai.

Tay Yayınlarından çıkan kitaplar en az fire verenler, genelde beğeniyorum.Geçenlerde Şişli'de bir kitapçıdan tanesi 1 liraya bulmuştum bu değerli hazineyi. Kağıt kalitesi, dilinin sadeliği, kitabın şekilli kesilmiş olması çok hoşuma gitmişti.

Ne zaman kitapçıya gitsem gözüm Tübitak kitaplarına takılıyor, zamanı geldiğinde acaba ilgisini çekecek mi Defne'nin diye merak ediyorum....  Tübitak'ın hem yapıştırmalı kitapları hem de hikaye şeklinde öğretici kitapları var, yetişkin halimle ben bile faydalanırım eminim :)

Defne, akşam uykularında babasının da kendisine kitap okumasını seviyor, en çok da dünya masallarını. Yapı Kredi Yayınları'nın Her Güne Bir Masal adlı kitabı, Defne doğmadan alınıp kütüphanemizde sahibi küçüğü beklemeye başlamıştı....

Defne ve baba, henüz aşağıdaki karikatürü canlandırmadılar, ama sanırım eli kulağında :)




20 Haziran 2014 Cuma

Çemberlitaş'lı yıllar, selam olsun o güzel insanlara, unutulmaz anılara.......

Üniversitenin ilk yılı bitmişti, tutturdum "staj yapmalıyım, işin teorik kısmı bir yana pratiği de önemli, biryerlerde çalışmalıyım" diye. Aslında hukuk fakültesi bittikten sonradır resmi staj, arada yaptığınız çalışmalar tamamen sizin insiyatifinizedir. Ve o yaz büyükbabamın desteğiyle (o zamanlar) Çemberlitaş'taki Yapı Kredi'nin icra takibi kısmına, "misafir" kadrosunda aldılar beni. (sonrasında bu çalışmayı bir yaz daha yapacaktım)

Yaz döneminde Rumeli Kavağı'nda kampta kalıyorduk ve her sabah Boğaz'ın bir ucundan diğer ucuna gitmem gerekiyordu. "Çingene Vapuru" ya da "İşçi Vapuru" da denen, Boğaz hattı tam bana göreydi, lakin demir alma zamanı sabahın 7'siydi. Bu vapur, her akşam son durağı Anadolu Kavağı'na demirler, sabah 7'ye 10 kala oradan hareketle kıyıyı dolaşa dolaşa Eminönü iskelesine saat 8,5 gibi varırdı. Akşamsa sanırım 18 civarıydı kalkış saati. "İş"imi o kadar ciddiye alıyordum ki, daha ilk gün müdüre durumu anlattım ve erken çıkıp vapurumu yakalamak için izin istedim.

Bana verilen görev, takip memurlarıyla birlikte adliyedeki işleri kovalamaktı. Hatta yaz dönemi olduğundan izindekilerin masalarını geçici olarak da kullanabiliyordum. Yani masam bile vardı. Her sabah memurlar ellerine koca evrak çantalarını alır, beni de peşlerine takarak Sultanahmet Adliyesi'ne yola çıkardık. Hava yaz sabahı serinliğinde, kuşlar cıvıldar, esnaf yeni yeni kepenklerini kaldırır, sağlı sollu pastanelerden fırından yeni çıkmış mamullerin kokusu sokağı kaplardı. Arzuhalciler daktilolarını önlerine koymuş, dilekçe yazdıracakları beklerdi.

O ilk saatler adliye nispeten tenha olurdu. Memurlardan öğrendim nasıl dosya istenir, dosya nasıl incelenir, adliye çalışanlarıyla tanıştım sonra, neredeyse hepsini tanırdım, aralarında "lanet tipler" çok azdı, genelde karşılıklı severdik birbirimizi. Hele arşiv bölümü, 6. İcra'daki İsmail Abi samimiyetleriyle bende ayrı bir yer bırakmışlardı.

Hiç unutmam, bir gün icraya çok yüklü nakit para götürülmesi gerekiyordu. Memurların hepsi birleşti, beni de aldılar aralarına, parayı beraber taşıdık adliyeye ve görevli gelip sayana kadar, para dolu çantanın üzerine beni oturtttular :)  Aralarında da gülüşüp durdular halime.

Hem tesadüf hem de beklenen şekilde ilk ve son işyerim de Yapı Kredi oldu. Avukat olarak çalıştığım ilk sene yine Çemberlitaş'taydım. Tüm çalışma arkadaşlarımı zaten evvelden tanıyordum. O tecrübesiz halimle sorduğum tüm soruları üşenmeden, gocunmadan, beni utandırmadan yanıtlamaları, işlerde bana yardımcı olmaları, bir abi ya da abla gibi destek olmaları bana o keyifsiz icra işini sevdirmişti. Koşarak, uçarak giderdim her sabah işyerime. İstanbul ve yakın ilçelerdeki tüm adliyelere gittim. Akşamları yapılan ertesi günkü iş tevzisinden sonra yolu bilemediğim zaman yine arkadaşlar üşenmeden tarif ettiler nasıl gideceğimi, hangi vasıtalara bineceğimi. Hiçbirinin hakkını ödeyemem.

Çemberlitaş, sadece arkadaşlık ortamı anlamında değil, mekan olarak da harika bir yerdi çalışmak için. Bir kere tarihi yarımada'daydım işte. İlkbahar, yaz aylarında turist gibi hissederdim kendimi. Ayasofya'nın ya da Sultanahmet Camii'nin önünde bekleşen turist kafilelerine imrenerek, mutlulukla bakardım. O kış çok kar yağmıştı, o kadar ki akşam çıkış saatini erkene çekmişti çalıştığım kurum. İşte o yoğun karın altında Sultanahmet meydanı, adliyeye giden o patika, tramvay rayları o kadar güzeldi ki hala gözlerimin önüne gelir, rüya gibi bembeyaz bir kare. Lapa lapa yağan pamuk gibi karın altında yavaşça yürümüştüm adliyeye doğru....

Öğlen yemeklerinden sonra çay içme alışkanlığını, sohbeti, dayanışmayı Çemberlitaş'taki 7'den 70'e, her konumdaki mesai arkadaşım öğretti bana. Yemek için "Aslan" dediğimiz, Kapalıçarşı'ya yakın apartmanlardan birinin üst katındaki bir esnaf lokantasına giderdik bazen. Nispeten pahalıydı orası, yani ticket'la ay sonunu getiremeyeceğiniz türden. Gerçi kimi gün hacizde olur, yemek şansımız olmazdı ama.....

Daha çok merdivenaltı kebapçılara, muhallebicilere, sokak aralarında ev yemekleri yapan yerlere (sonradan kapandığını duyduğum Hanımeli mesela), çok nadir de tarihi köfteciye giderdik. İnanılmaz lezzetli güveçler yedim o girmeye çekindiğim yerlerde ya da tam kıvamında pişmiş bamya, kuru fasulye gibi tencere yemekleri.... Ana sokaktaki yerler daha çok turistik ve pahalı kaçıyordu ama cesaret edip ara sokaklara daldığınızda hiç umulmadık yerlerde umulmadık lezzetlere rastgelebiliyordunuz.          

Bazen öğle yemeğinden feragat edip Kapalıçarşıya ya da Tahtakale'ye atardım kendimi, oralarda kaybolmak her daim çok hoşuma gitmiştir.

Bir de çaycımız vardı, Engin. Eski usul markayla çalışırdı. Kışın kendi karışımı elmalı, ıhlamurlu bir çay hazırlardı ki, içip de ayılmayan, nezlesinden kurtulmayan olmazdı. Engin, sadece nefis çayıyla değil, esprileriyle de gülmekten kırardı bizi. Bir de işi gereği her yere rahatça girip çıkabildiğinden, işyeriyle ilgili tüm dedikoduları, kimin terfi edeceğini, kimin nereye atandığını, ne kadar zam alacağımızı hep ondan duyardık, ayaklı gazeteydi kendisi. Ne tesadüf ve hoş bir olaydır ki, Engin'in babası da aynı yerde çaycıymış. Eski çalışanlarımız onu da tanırlardı.

Akşam iş çıkışı, servis olmadığından Eminönü'ne kadar yürüyüp oradan otobüse binerdim. Cağaloğlu'nun ara sokaklarındaki seyyar satıcılardan meyve alırdım, ciddi indirim dönemlerinde kitap alırdım.

Sadece meslek hayatımın değil, genel anlamda hayatımın en güzel yıllarından biriydi Çemberlitaş'ta geçen zaman. Sonra ne mi oldu? Yapı Kredi önce fona devredildi, ardından ben Genel Müdürlük plazaya gönderildim, ardından Yapı Kredi satıldı ve Koçbank'la birleşti. Kurdeşen döktüğüm o dönemde, tüm o güzel insanlar, güzel anılar dağı(tı)ldı gitti.

Geriye, aklımdaki, gönlümdeki Çemberlitaş'lı yıllar kaldı. Kimi arkadaşla hala görüşürüz, kimiyle görüşmesek bile her karşılaştığımızda kaldığımız yerden aynı samimiyetle devam edebiliriz. Selam olsun hepsine, hayatıma değmiş, unutulmaz anılar bırakmış herkese, vefaya, gerçek sevgiye ve dayanışmaya.......

19 Haziran 2014 Perşembe

Eğer

Yıllar evvel, henüz internet dolayısıyla binbir çeşit paylaşım mecrası yokken, diye başlasın yazım.... insanlar yine de bir şekilde bilgiye, güzel yazılara, yemek tariflerine ulaşır, eski usul fotokopi makinesiyle çoğaltıp elden birbirlerine verirlerdi. Hatırlayanlar parmak kaldırsın !

İşte öyle bir dönemin akşamında, anneciğim iş dönüşü bana A4 kağıda basılı aşağıdaki yazıyı getirmişti. 



Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü
ve bunun sebebini senden bildikleri zaman
sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;

Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir
ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;

Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan
veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen,
ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan,
bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;

Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan,

Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,

Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;

Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından
ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen,
ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür
ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;

Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir
ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen;
ve kaybedip yeniden başlayabilir
ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;

Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile
işine yaramaya zorlayabilirsen
ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden
başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;

Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,
ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;

Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;

Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,
altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;

Yeryüzü ve üstündekiler senindir

Ve dahası

sen bir İNSAN olursun oğlum...
Rudyard Kipling

Henüz lise çağında olan beni derinden etkilemişti bu yazı. O kadar beğenmiştim ki, yine eski usul gardırobuma yapıştırmıştım, devamlı göreyim, aklımdan çıkmasın, okudukça içselleştireyim, yeni anlamlar vereyim diye.  

Son günlerde kafamın içinde yine kırk tilki, düşündükçe düşün, okudukça oku, bazen rutin hayata sonsuz kaptır kendini..... Bir günü ötekine uymayan bir ülke, kan revana dönmüş sınır "komşu"ları, gelecek kaygısı, Defne'nin yaza rağmen bitmeyen boğaz enfeksiyonu, yuvaya ara verişimiz, aldığım/almaktan kaçındığım kararlar, korkularım ve nihayetinde Defne'nin elinde yürüyen uğur böceği..... Siyah beyaz bir karenin en çarpıcı kırmızısı, üstelik siyah beneklisinden :)

Bazen düşünüyorum da, Işid zulmünden kaçıp evsiz barksız, perperişan kalan insanlar yanında benim düşüncelerimin/kaygılarımın nasıl bir gerçekliği olabilir? Ya da yıllarca yargılanıp da bir anda haklarının ihlal edildiğine kanaat getirilen insanların çektiği çaresizliğin yanında benim çaresizliklerim hakikaten çaresizlik midir? Ya da okuyup, düşünüp düzeni eleştirmek isteyenlerin gördüğü zulüm, bana gösterilenden daha mı hafiftir? ........ 

Dedim ya, kafamın içinde kırk tilki, kırkının da kuyruğu birbirine değmeyen kırk tilki. İhtiyacım olan; kırık dökük herşeyi bir kenara kaldırıp yeniden başlayabilme gücü, azmi, kararlılığını bulabilmem. Sahip olduğum kudret damarlarımdaki asıl kanda, genlerimde ve ruhumda saklı bunu biliyorum..... 

  

   

16 Haziran 2014 Pazartesi

İlkbahar Etkinliği


Zuladaki yazılardan biriyle idare ediverelim yine..... 

Yağmurlu bir günde Defne'yle yaptığımız etkinliklerden.....

Kahverengi kartonu A4 büyüklüğünde kestim. Defne, hediye ambalajından kestiğim çiçek ve kelebek resimlerini Pritt'le yapıştırdı.

Sonrasında yine kartondan çiçeğin parçalarını kestim, Defne yine Pritt'le yapıştırdı ve resmimizin köşesine iliştirdik. Yukarıdan delgeçle delip kurdeleyle sokak kapımıza bağladım. Akşam işten dönen plaza babasına baharın geldiğini müjdeledik.....  

10 Haziran 2014 Salı

Karışık Deniz Mahsullü Makarna

Geçenlerde kızı babaannesine satıp, eşimle İkea'ya gittik, Defne'nin odasına bir ünite almamız gerekiyordu. İkea çok sık gittiğimiz bir yer değil, hem evimize uzak hem de en son ailecek gittiğimizde Defne feci grip olmuştu.

Alışverişimiz bitince fırsattan istifade, kendimi İsveç gıda marketi reyonuna attım. Yıllar evvel yine İkea'dan aldığım ve başka hiçbir markette bulamadığım karışık deniz mahsullerinden almak istiyordum. Nitekim buldum da.
Bu dondurulmuş paketin içinde, ayıklanmış deniz tarağı eti, (kabuklu ve kabuksuz) karides, midye ve mürekkep balığı var.

Bir yanda makarnayı demlerken* (evet makarnayı haşlayıp sonra suyuyla uğraşmıyorum), paketin içini süzgece alıp yıkadım ve suyunu süzdürdüm. Diğer yanda, doğranmış iki diş sarımsağı biraz zeytinyağında azıcık kavurdum. Üzerine irice bir domatesi rendeledim. Domates suyunu iyice bırakıp kaynamaya başladığında süzgeçteki muhteviyatı ilave ettim. Azıcık taze çekilmiş karabiber ve tuz ilave ettim.
Deniz mahsullerinin piştiğine kanaat getirince yarım paket çiğ krema ilave ettim ve kaynama noktasına kadar pişirdim. En son, sos ve makarnayı karıştırdım.
İkea ünitesinin kurulumu, Defne'nin yemeği, ardından bizim yemeğimiz derken vakit hayli geç olduğundan flash'lı korkunç bir fotoğraf oldu ama idare ediverin artık.

Örtünün üzerindeki turuncu noktacıklar, yağ lekesi değil, yemek yerken resim yapan Defne'nin örtüme layık gördüğü "uğur böceği noktacıkları"ymış, kendisinin yalancısıyım efendim. (Carioca marka kalemlerin yarattığı bu şaheserler yıkanınca çıkıyor Allah'tan)......

Yorgun ama gururlu babaya ve yeni odasının sevinci yüzüne yansıyan kızıma böyle bir sofra yakışırdı ancak... Ben mi? Annenin canı patlı'caaaaaannnn demiştim ya :)


Not: Bu seneki doğum günüm bayrama denk geliyor, "muhteşem ikili"ye duyurulur diyeceğim ama biri inatla blogumu okumuyor diğerinin okuma yazması yok. Ah ben nerelere gidem???  

7 Haziran 2014 Cumartesi

Suyun Öte Yanı'ndan Bir Arda !

2002 Ağustos, yeni iş mekanıma giriyorum. Bir plazanın 15. katındayım, manzara beni büyülüyor. Yıllarımı geçireceğim bu binaya ve içindeki pek çok kimseye asla alışamayacağımı bilemiyorum o ilk gün. "Hadi gel sana kahve odasını göstereyim" diyor, yoncamın tam karşısından komşu'm. Belki hissediyor çektiğim yabancılığı, ortamın bana "biraz ağır" kaçtığını ve kurtarıp beni "nefes" odasına götürüyor. "Oysa benim geldiğim yerde eski usul çaycı vardı" diyorum, ne kadar "banal" kaçtığımı hesap etmeden, "makine çayı kahvesi eh işte idare ediyoruz" diyor komşum. Çok güzel saçları var, hoş bir kız, içim ısınıyor hemen. Ama yine de mesafemizi koruyoruz ilk etapta, malum iş hayatında dost edinmek pek de kolay değil.

Gel zaman git zaman, aslında aile büyüklerimizin de dolaylı olarak tanıştığını öğreniyoruz, suyun öte yanlarından. Yıllar evvel, büyükbabamla yaptığım Trakya gezilerinden kalan hatıralarımı canlandırıyor arkadaşım. Lüleburgaz'dan bahsediyor en çok, sonra Enez'den, yıllık izin dönüşü çektiği ayçiçeği tarlalarının resimlerini gösteriyor bana, hayallere dalıyorum..... Çok da güzel fotoğraf çekiyor.  

Aramıza ilk katılan Defne oluyor ve şimdi de Arda... Beni bu sene 3. kez manevi teyze yapan en küçük yeğenim.... Birkaç hafta evvel Defne'yle, Arda'mıza "hoş geleceksin" ziyaretine gittiğimizde görüyorum onu en son. Ve içim kıpır kıpır. Buradan kilometrelerce uzaklarda, arkadaşımın annelik telaşları yaşadığını düşünüyorum bazı bazı. "Ah" diyorum "bu mesafeler...." Sesine, dostluğuna, yakınlığına hasret bırakıyor insanı.

Suyun öte yanından bir Arda geldi gümbür gümbür. Güzel bir insanı anne, bir diğer güzel insanı da baba yaptı. Hoş geldi, sefalar getirdi......

4 Haziran 2014 Çarşamba

Hazine Avcıları (The Monuments Men)

İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen bu film, gerçek bir olaydan ve romandan uyarlanmış. Bir grup tarihçi ve sanat uzmanı, Naziler tarafından ele geçirilen/kaçırılan sanat eserlerini bulmak ve kurtarmakla görevlendirilir. Bu tehlikeli ama bir o kadar da önemli görev için seçilen kadro, aslında askerlikle yakından uzaktan ilgisi olmayan kimselerdir. Zaman zaman, gerçek askerlere savaşın ortasında, sanat eseri "avcılığının" önemini anlatmakta zorlansalar da, bence savaş olgusuna başka bir bakış açısı getirmiştir bu insanlar.

Bu anlamda, film isminin Türkçe'ye "avcılık" olarak çevrilmesi bence hayli manidardır. Ortada bir av ya da avcı değil, kurtarılmaya çalışılan, insanlık tarihine mal olmuş değerler söz konusudur. Orjinal ismi, "Anıt Adamlar", yani Monuments Men'dir.

Savaşlar, sadece insanları öldürüp, sağı solu yıkmazlar. Ulusların zenginliklerini, ortak geçmişlerini ve bundan sonraki geleceklerini de yok etmeye yöneliktirler. Bu filmde de, Nazi'lerin çeşitli ülkeleri işgalleri sırasında, kiliselerden, müzelerden, toplama kampına yolladıkları Yahudilerden (ç)aldıkları ve Hitler'in kurmayı hedeflediği müzesine götürmek istedikleri tarihi eserlerin, altınların kurtarılma hikayesi işleniyor. Kimi eser kurtarılıyor, kimileriyse artık savaşı kaybeden Nazi askerlerince yok ediliyor, kimileri halen kayıp..... Son sahneler, gerçek görüntülerden oluşuyor, bu kısım da çok hoşuma gitti.

Filmin, oyuncu kadrosu sağlam, görüntü ve efektler gayet iyi. Konusu sürükleyici ve seyri keyifli.

Filmi seyrederken ister istemez, aradan geçen onca yıldan sonra, Irak'ın ABD tarafından "demokratikleştirilme projesi" kapsamında Bağdat Müzesinden, Saddam Hüseyin'in saraylarından ve ismini bilemediğim başka yerlerden (ç)alınan, götürülen ve asıl sahipleri Irak halkına teslim edilmeyen eserleri, değerleri düşünmedim değil....

Keza Bosna Savaşı sırasında acımasızca bombalanan Mostar Köprüsü için yazılan şarkı kulaklarımda çınladı.

Ve aynı şekilde Taliban'ın, din adı altında, Afganistan'daki güzelim eserleri yok etmesi gözümün önüne geldi.

Nihayetinde kendi ülkemde, herhangi bir savaş olmaksızın yıktırılan İnsanlık Anıtı'nı düşündüm.....

Düşünüyorum... hala suç değilken düşünüyorum.... öyleyse hala varım .......

Keyifli seyirler !


1 Haziran 2014 Pazar

Çilek nedir, ne değildir?

Bir apartman çocuğu olarak büyüyen ben, çileğin toprakta yetiştiğini öğrendiğimde sanırım ortaokuldaydım. Kamptaydık, denize doğru uzanan toprak alanda annem çilekleri gördü ve bana gösterdi, itiraf edeyim o güne kadar çileğin nerede yetiştiğini düşünmemiştim, sadece yeme kısmıyla ilgilenmiştim.

Yine bir apartman çocuğu olarak büyüyen Defne'nin ise durumu farklı. Defne, geçen yazdan beri çileğin toprakta yetiştiğini biliyor, babaannesi sağ olsun her yaz saksılara çilek ekiyor ve toplayarak yeme zevkini Defne'ye bırakıyor. Tam bir çileksever olan kızımın çok şükür çilek alerjisi yok, yani ağzına tıkıştırmak için türlü numaralar üretmem gerekmeden şapır şupur yediği ender gıdalardan. Bana da kolaylık, hem vitamin hem mineral bayağı zengin bir meyve.

Geçen haftalarda Defne'yle yukarda gördüğünüz "çilek etkinliği"ni yaptık. İnternetten print ettiğimiz devasal çilek resmini, el işi kağıtlarıyla renkli hale getirdik. Bir yandan da çileğin nerede yetiştiğini, nasıl toplandığını ve yıkandığını konuştuk.

Bu sene yediğim en lezzetli çilek, pazarda kıyıköşede bulduğum "reçellik" diye satılan minicik olanlardı. Defne'nin çocuk doktorunun da tavsiyesi küçük çilektir. Tarla çileği ya da Osmanlı çileği olarak bilinen tür yani. Fiyatı nispeten fazla olabilir ama emin olun iri kıyım çileklerden çok lezzetli, üzerine şeker dökülmüş gibi.

Çilek etkinliğinin tam da mevsimi, hadi apartman çocuklarımız öğrensinler bayıldıkları bu meyvenin gerçekte nerede yetiştiğini....

 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac