Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Ocak 2014 Perşembe

Bebek ve Çocuklarda Göz Muayenesi

Bu önemli konuyu neden daha evvel yazmamışım bilemiyorum. Göz, insan hayatında bence en önemli duyu organlarından biri. Dayımdan biliyorum ki, göz görmeyince herşey ama herşey maalesef yarım kalıyor.

Defne doğup bir yaşına geldiğinde çocuk doktorumuz, onu göz doktoruna götürmemizi söyledi. Herhangi bir şikayeti ya da rahatsızlığı yoktu ama gçz kapaklarından biri hafif kısılı gibiydi. Üstelik eşim de ben de gözlük kullanıyoruz ve benim ailemde göz tembelliği var. Bilenler bilir, göz tembelliği ilerde görme kaybına neden olabilen ve eğer çocuk daha evvel göz doktoruna götürülmezse, ne yazık ki çocuk ilkokula başlayıp da tahtayı göremediğini söyleyene kadar ortaya çıkmayan bir hastalık. Erken teşhis burada da hayat kurtarıyor ve belli egzersizlerle göz tembelliği aşılabiliyor ya da daha aza indirgenebiliyor.

Neyse, çocuk doktorumuzun tavsiyesiyle gittiğimiz göz doktorundan çok memnun kaldık. Doktor tavsiye edilmez ama ben, insanlığından, çocuklara yaklaşımından, "keselim, biçelim, ameliyat edelim, gözlük taktıralım" yaklaşımında olmadığından adını burada vereceğim. Etiler Dünya Göz'deki Elvan Yalçın hanım hakikaten bizi çok memnun etti (ediyor da).

Velhasıl, Defne'nin göz kapaklarından biri daha kısıktı ve bu da göz tembelliğine yol açabilecekti, bu yüzden doktor "göz kapama" egzersizi verdi ve işi biraz zamana bıraktı, düzelmezse ameliyat filan dedi ki çok şükür buna gerek kalmadı. Göz kapama, eczanelerde satılan bu iş için özel üretilmiş bantlarla yapılıyor. Tabii çocuk durursa, gözlerini kapatmanıza izin verirse. Biz çareyi tv açarak bulmuştuk, zaten günde 1 saat filan yapılması gerekiyordu ama birkaç kez yaptıktan sonra Defne bize izin vermeyince egzersize devam edemedik.

Altı ayda bir yaptırdığımız rutin kontrollerde herşey gittikçe iyileşti, egzersizi maalesef yapamamamıza rağmen. Ve ocak'ta gittiğimiz son kontrolde kısıklığın neredeyse sona erdiğini öğrendik, ama kapama işini yapmamız konusunda doktorumuz çok ısrarcı oldu haklı olarak, çünkü göz tembelliği riski de vardı. Dolayısıyla Defne'nin artık 3 yaşına gelmesi avantajını da kullanarak tv açma kandırmacasıyla göz kapa işini yapmaya çalışıyoruz. Zaten günde 1 saat yapılması gerekiyor.

Bu arada, "madem tv açıyoruz bari öğretici birşeyler seyrettirelim" anlayışıyla ufak ufak İngilizce başladık Defne'ye, ama bu başka bir yazının konusu olsun.

Benim tavsiyem, çocuğunuzun bariz göz problemi olmasa bile mutlaka göz doktoruna götürün, göz muayenesi zor birşey değil, işin uzmanı göz doktorları gayet rahat ve kolay hallediyorlar. Göz damlası dışında herhangi bir müdahalede de bulunmuyorlar. Bahsettiğim gibi, göz/ görme yetisi çok önemli insan hayatında ertelemeye gelmiyor.

Sağlıklı günler dilerim....

Okumak isteyenlere; 

Etli pazı sarma

Şehzadeler Şehri Amasya

Eşekli Kütüphaneci (Fakir Baykurt)

28 Ocak 2014 Salı

Akıntıya Karşı

Defne'yi yuva bıraktığım sabahlardan birinde Boğaz'a indim. Tecrübemle sabittir ki, deniz insanıyım ben. Hava nasıl olursa olsun kıyıda uzunca bir yürüyüş yapmadan uyanamayanlardan, deniz kokusunu içine çekmeden yaşadığını hissedemeyenlerden..... Yine böyle bir yürüyüş sırasında, kafam binlerce soru işaretiyle doluyken, havanın tadını çıkarmaya çalışıp Defne'nin çıkışını kaçırmamaya odaklanmışken gördüm onu.....

Boğaz'ın tam da en akıntılı mahallerinden birinde, dalgalar hafif hafif birbirine çarpıp köpükler yaratırken gözgöze geldik karabatakla. Durdum, kendisine "fazla gelen" akıntıya karşı yüzmek için yoğun bir çaba sarf ediyordu, ancak çabasının karşılığında güçler eşitti. Ne ileri gidebiliyordu ne de pes edip geri....... birbirimizle bakışırken ve ben merakla bu işin sonunu beklerken birden cuppp diye suya dalıverdi. "Aha işte" dedim kendi kendime, herşeyin bir çözümü var, belki suyun altında akıntı o kadar güçlü değil ve o dar boğazı bu şekilde atlatıp dinginliğe çıkacak iç güdüleriyle.... 

Akıntıyla düello eden karabatak bana çok eskilerde kalmış siyah beyaz bir fotoğrafı hatırlattı. Bir sandalda iki genç, mayoları üstlerinde, omuz omuza vermişler, küreklere asılmışlar.... yüzlerinde coşkulu bir gülümseme... Arkalarında beton yığınıyla işgal edilmemiş mis gibi Boğaz, ıpıslak saçları bildik Boğaz rüzgarıyla savruluyor..... Gencecikken ortak olan hayatlarının sonuna kadar böyle asıldılar küreklere, ne badireler atlattılar ne zaferler kazanıp neler kaybettiler.... Anneanneciğimle büyükbabacığımdır onlar, biri Boğaz çocuğu diğeri sonradan da olsa Boğaz aşığı bir adam....

Akıntıya karşı yüzmek (bazen dalarak işi kotarmak) ya da birlik olup akıntıya karşı küreklere asılmak değil midir hayat? Yani pes etmemek, yanındakine el vermek ve bazen de içgüdülerini dinleyip "doğru olan çözümü" izlemek.... Hayat, sonu gelmeyecek sandığımız devinimleriyle, her fırsatta bize "mücadele" etmeyi öğretmiyor mu zaten?


Merak Edenler İçin;

Balkabağı Çorbası 

Cumalıkızık

Hamilelikle Duygusallık ve Bebeğe Nasıl Bakılır?

İştahsız Minik Annelerine Öneriler

Comme un Chef (film önerisi)





   

26 Ocak 2014 Pazar

Yaşam Notlarım

2009'da sadece yemek ve gezi üzerine yazmak için başladığım bloguma isim düşünürken, kendimi ve yazacaklarımı kısıtlamak istememiştim. İşte bu yüzden blogumun ismi "yaşam notlarım". Yani ben ne yapıyorsam, ne düşünüyorsam, ne hissediyorsam, ne yiyip içiyorsam o.

Seçtiğim ismin çok doğru bir karar olduğunu bana zaman gösterdi. Önce çok istediğim hamilelik ve Defne'nin doğumu, ardından hayatımın boyut değiştirmesi annelik olgusunu tanımam. Hiç istemediğim halde, kayıtsız kalamadığım ülkemin gündeminin beni "güncel" konularda yazmaya zorlaması vs vs.

Blogumun sol üst köşesinde, kategoriler var, bunlara tıkladığınızda alt başlıklara ulaşıyorsunuz. Örneğin gezi notlarının alt başlıklarında İstanbul içi, dışı ve yurtdışı der. Ya da gebelik notlarının altında ilgili haftaya göre yaşadıklarım, tavsiyelerim yer alır.... Tabii bunların hiçbiri "uzman" gözüyle değil, pratik, tamamen benim deneyimlerime odaklı yazılar.

Uzun bir zamandır sadece yazmaya odaklandım, kategori işini es geçtim, daha evvel yazdığım yazılarıysa tekrar hatırlatmadım takipçilerime. Dolayısıyla şimdilik bir süre eski hızımda yazmak yerine biraz kategorizasyon biraz hatırlatma yapacağım.

Bu itibarla, birkaç yeni ana başlık açıyorum. Böylece yaşamnotlarım'ı okuyup da sadece kitap, film ya da güncel siyasetle ilgilenenler ya da o konuda fikir almak isteyenler arayıp durmasın, tabii ben de neler yazıp çizdiğimi kolay bulayım.

Hadi o zaman, meraklıları için eskilerde kalmış birkaç yaşamnotu ile devam edeyim....

- Büyük Saray Mozaikleri Müzesi  

- Foça

- Şanlıurfa Boranisi

- Gebelik serüvenindeki ilk üç ayım

- 1- 2 yaşındaki çocukla kışın evde yapılabilecekler

24 Ocak 2014 Cuma

Döne Döne Zaman

Bir yerlerde yazmıştım, benim için takvimler hep ileri diye, yıl dönümleri yok diye. Ne kadar dirensem de, uymam gereken "gerçek" hayatta var bu döngüler. Yok sayamıyorum ki....

Bugün 24 Ocak 2014, Mumcu- Okkan ve diğer aileler için acılarının yıl dönümü mesela....

Oysa biz bu sabah 5,5'ta uyan(dırıl)dık, Defne daha fazla uyumak istemiyordu, güç bela kendi yatağımıza taşıyarak 7'ye kadar yarı uyur yarı söylenir vaziyette ikna ettik kendisini. Kahvaltı, ardından herkesin evden çıkması, babanın işe, Defne'yle benim yuvaya, sonrasında benim neredeyse 1,5 yıldır gitmediğim Çarşı'ya (Beşiktaş) nostalji turu düzenlemem, değişen ve değişmeyen yerleri fark etmem, klasik çay ve tost, sahilde deniz havası, kışın ortasında ılık havanın tadını çıkarmam, hakikaten mutlu olmam, kimi yerde boğazımın düğümlenmesine engel olamamam.... Saatin dolması, Defne'nin yuvasına gidip hiç beklemediğim şekilde, miniğimin ilk karnesini elime tutuşturmaları, ilk dönemde yaptıkları tüm faaliyetleri içeren dosyayı da vermeleri, sevinç, şaşkınlık, karne nedir henüz (çok şükür) bilmeyen Defne'nin olaya anlamaz yaklaşımı, mahmur gözleri, yine ılıcık hava, mis gibi bir kış..... Arabada eve yollanırken radyoda dinlediğimiz öğle haberlerinde, malum yıl dönümlerini hatırlatmaları, her iki bombalı saldırıyı, ailemin ve benim yaşadığımız yıkıntıyı, bu ülkenin pırıl pırıl değerlerinin binbir parça olan bedenleri, geride bıraktıkları....

İşte böyle değil mi hayat? Kimileri birşeyleri yaşarken, senin bambaşka şeyleri yaşaman, aynı günlerde farklı duyguları hissetmen, sevinç ve kederin bir olması.....

Oysa takvimler hep ileri gitse, bir yaşadığımızı bir daha yaşamasak, güzel günlerin de acı günlerin de yıl dönümü olmasa? Bir de böyle denesek hayatı nasıl olurdu?

1992'deki doğum günümde büyükbabamla ikindi haberlerini seyrederken aldığımız acı haber, benim 14 yaşımda ilk kez nefret ettiğim ve bir daha kutlamayı reddettiğim doğum günüm.... Kardeşimin doğum gününün hemen ertesinde ölen annemin, bizleri ikilemde bırakan "ölüm yıldönümü".... 17 Ağustos depremi sonrası, "orda içki içilip alem yapılıyordu" diye lekelenen Gölcük askeriyesinde yitirilen onca canın yıl dönümü..... Güzellikleri de sayarsak, eşimle tanışıklığımızın 20. yılı, Defne'nin ilk karnesi, uzunca bir süredir ilk kez gittiğim canım Çarşı.....

Bugün kayıtlara göre 24 Ocak 2014. Benim içinse, asla "dön"meyecek güzel bir gün.... Yaşadığımız mutlu anların tadını çıkarmak dileğiyle, herkese iyi haftasonları....  

22 Ocak 2014 Çarşamba

Kedi'dir kedi !!!

Bilenler bilir, kamu görevlisi olmak zordur, kolay gibi gözükse de zordur. Özellikle dönem dönem taşınmanızı gerektiren bir mesleğiniz varsa. Sadece asker değil, polis, öğretmen, doktor, savcı, hakim ....vs, bazen görev süresi dolunca, bazen kendi isteğiyle başka bir yere tayin edilir. İşte bu nedenle, devamlı taşınmak zorunda olan insanlar, kendilerine ayak uydurabilecek eşlerle evlilik yaparlar. Eş de ya aynı meslekten olur (ki eş durumundan birlikte tayin olabilsinler) ya da çalışmaz.

Evin "baba"sı malum haberle eve (ya da lojmana) geldiğinde, bir kenarda bekletilen boş kutular her an gitmeye hazır, tecrübeli ellerle doldurulmaya, "aman her yere uysun" zihniyetiyle alınmış çoğu katlanabilen, katlanınca da fazla yer işgal etmeyen eşyalar birer ikişer yola hazırlanmaya başlar. İşte bu "büyük göç", ailenin zor durumda kalmaması için genelde yazın olur. Yani normal koşullarda yer değiştirmeler yazındır. Böylece okuyan çocuklar derslerinden kalmaz, yeni yerdeki yeni okullara kayıt için makul bir süre olur, diğer eş çalışıyorsa o da tayin için gerekli başvuruları yapar vs vs. Klasik hikayelerdir bunlar. Baştan bilinen, kabul edilen......

Peki ya şimdi? Öyle ya da böyle, haklı ya da haksız, 17 Aralık'tan bu yana neredeyse her gün birilerinin (üç değil beş değil toplamda kaç yüz kişi oldular, kayıt tutabileniniz varsa yazsın) görev yerleri değişiyor. Kimi aynı ilde farklı görevlere getiriliyor kimiyse il değiştirmek durumunda kalıyor. Hani aileler? Okuyan çocuklar, yeni doğmuş bebeler, çalışan eşler, tutulan evler, tam da yeni yeni oturan düzen, "daha birkaç sene buradayız" diye yaptırılan perdeler ....... ?

Kelle kelle yapılan bu hesapların ardında insan vardır, insan. İki dudağın ardından çıkan sözler koca bir aileyi, yaşamı etkiler. "Üç beş Mehmetçik" dersiniz, "biri gider biri gelir" dersiniz de, o üç beş Mehmedin ya da diğer görevlinin ardında ne hikayeler vardır? Verilen tüm kararlar sadece ilgili kişiyi değil, o kişinin ailesini de etkiler. Sadece "baba" mı taşınacak, sezon ortası okul ayarlanabilecek mi, ayarlanacaksa çocuk adapte olacak mı, gidilecek yerde lojman var mı, çift kira ödenebilecek mi, eş durumundan bir yılda iki kez tayin olabiliyor mu ......... ?

"Amaaan" diyorum bazen kendime, "bana ne ya"? "Ben mi taşınıyorum, Allah yardımcıları olsun". Yine de akşam başımı yastığa koyduğumda, benim huzurumu hissetmeyen tertemiz yürekleri düşünüyorum. Bencil değilim, olamadım (inşallah maşallah 2014 hedeflerim arasındadır)... Tanısam da tanımasam da yüreğime yük olur bilmediğim hikayeler....

Dilerim biri çıkar ve pirincin taşlarını ayıklar kor önümüze. Sonra da milletçe arkasından söver dururuz. Anasına babasına kendisine laf eder dururuz, dururuz da Allah'ın da sopası yoktur. Kışın ortasında yağdırmaz o yağmuru, karı, akşam karanlığı çökünce huzur vermez ruhlarımıza, Hızır'ı yollamaz bereket bekleyen topraklarımıza.... komşusu açken kendi tok uyuyandan razı değildir inandığım yüce güç, benden de değil, senden de, ondan da... değiştirmeye gücü olup da bu gücü kullanmayan herkesten de....

O akşam başı önde gelir adam, kupkuru sesiyle "toplanın gidiyoruz" der, buz gibi bir hava eser "yuva"da.... La Fontaine'in "masal"ı işte böyle başlar...

21 Ocak 2014 Salı

Ba(ğ)zı Şeyler

Ortak hayatta ba(ğ)zı şeyler vardır ki, olmazsa olmazdır, değiştirilemez, değişmesi teklif dahi edilemezdir. Sadakat, saygı, iyi niyet .... ve daha global baktığımızda adalet. 

Hukuk fakültesine girdiğim, okuduğum yıllarda da "adalet" bağımsız değildi, her zaman hep "haklı" olan kazanmıyor, "işini bilen"/ "gemisini yürüten kaptan" tabiri caizse malı götürüyordu. Ama özellikle son yıllarda yaşadığımız onca olay, göz altına almalar, yargılama safhalarında yaşananlar, verilen hükümler hangi görüşten olursa olsun bence "vicdan sahibi" bir insanın kanına dokunacak cinsten. Gazetelere konu olaylarda verilen hükümler için hangimiz çıkıp "aha işte adalet yerini buldu" diyebiliyoruz, "suçlu" ilan edilen kişinin gerçekten "suçlu" olduğuna kanaat edebiliyoruz? Sizi bilmem ama benim içime sinmeyen, aklıma takılan, vicdanımı sonsuz yaralayan o kadar çok örnek var ki. Bu yüzdendir ki, çok uzuuuun bir süredir benim için bu ülkede "at izi, it izine karışmıştır" ve maalesef öyle bir karışmıştır ki, bundan sonra pirincin taşını kim nasıl ayıklayacaktır, ayıklayabilecek midir bence bilinmezdir. 

İşte bu yüzden, o bazılarının beğenmediği, "makbul" görmediği, göremediği önder,  "Adalet mülkün temeli" demiştir. Mülk, bu deyişte "devlet"i temsil eder. Hani özellikle başımız sıkıştığında hastanesine, polisine, adliyesine ve sair kurum ve kuruluşlarına başvurduğumuz, "baba" gibi arkamızda durması gereken, haklıysak bizi koruyan- kollayan, haksızsak da en adil cezayı vereceğine güvenmemiz gereken "kutsal" oluşum.   

Balyoz, Ergenekon, Oda TV davaları, 17 Aralık operasyonu, 17 Aralık'tan sonra ne hikmetse bir türlü yerli yerine oturmayan taşlar, aranmasına cevaz verilmeyen silah ve mühimmat dolu tırlar, makam aracına bindirilip arkası sıvazlanan ve örtülü örtülü korunan çocuklar, gidenler gönderilenler, giderken bakla bakla açıklama yapanlar.... Hanginiz, hangimiz güvenebiliyoruz adaletin gerçekten tecelli ettiğine, edeceğine? Kim bilir hangi masum haksız yere yatıyor içerde, hangisi evlat kokusuna hasret, hangisi dört duvar arasında en amansız hastalıklarla boğuşuyor ve en acısı hangisinin gönlünde asla tamir edemeyeceğimiz kırgınlıklar var? Hangi masumu iftiralarla karalamış, alnına leke sürmüşüz?  

Blogumu takip edenler bilirler maalesef biraz karamsar olduğumu ama karamsarlığım kadar gerçekçiyimdir de. Belki de bu yüzden açık açık söylüyorum, bence "adalet, iflas etmiştir bu ülkede." Eğer polis, savcının emrini yerine getirmiyorsa, savcının emri kendisine dokunanlar açısından "kanun dışı" sayılıyorsa, her gün birilerinin görev yerleri değişiyorsa, adalet; yaptığın eyleme göre değil arkandaki güç odaklarına göre farklı tecelli ediyorsa, bugün doğru bildiğin yarın külliyen yanlış ilan ediliyorsa, ben ki sıradan ve zavallı vatandaş sadece ve sadece kuru fasulye ve patates fiyatlarıyla ilgilenmeli, aman kızım hasta olacak diye piyasada "çok rahat bulunan" grip ilaçlarını ilk fırsatta evde stoklama amacıyla yaşamalıyım, öyle değil mi? 

Kahrolsun o ba(ğ)zı şeyler öyleyse...   

16 Ocak 2014 Perşembe

Filateli - dünden bugüne, bugünden yarına

İlkokula gidiyordum, büyükbabamla geçirdiğim klasik yaz tatillerinden biriydi. Annem İstanbul'da işteydi, küçük kardeşim de onunla beraber. Büyükbaba torun tüm gün ne yapsak ne etsek, vaktimizi kaliteli geçirsek derken; standart kitap okumalar, az buçuk çizgi film (hani sadece TRT 1 vardı ya, haftada birdi o Heidi'ler, Clementine'ler), tabii ki ikimizin de bayıldığı yüzme, benim kumda oynamalarım, gel gör ki özellikle öğle sıcağında kaskatı uygulanan "sokağa çıkma yasağı" geldi mi, akan sular dururdu. Teyzem küçücükken ölmüş ya güneş çarpmasından, evde yangın çıksa öğle vakti anca o şekilde çıkılabilirdi sokağa. Öğle uykusu da eski tadını bırakmayınca büyükbabam çareyi beni "işe almak"ta buldu.

Bayramdı, bir sürü tebrik kartı vardı ona gelen, cevaplanması gereken. Önce ona gelen tebrik kartlarından başladık, zarflardaki pul kısımlarını kesmemi, pullu kağıtları önce suda bekletmemi ardından dikkatlice pulları çıkararak masanın kenarında kurutmamı istemişti. İşte böyle başladı benim pul koleksiyonu (yani filateli) merakım. Arada zaiyat veriyordum tabii, ama önemli olan bu değildi, hobi, eğlence, vakit geçirme, öğrenme.... Gel zaman git zaman mevsimlerden ne olursa olsun postacının yolunu dört gözle bekler, ayrıca büyükbabamı tembihler oldum. "Aman pullu zarfları bana ayırın".... En sevdiğim hediye pul defteriydi, annem bir de pul maşası almıştı bana.

Zamanla yurtdışından mektup arkadaşlarım oldu. Kimini bizzat da tanıyordum, böylece yerli malı pullarıma beynelminel pullar da eklenir oldu. Okul dönüşü pür telaş posta kutumuzu kontrol eder, hatta küçük zarflar kalmasın diye postakutumuzun altını iyice yoklardım. Tüm pullar yukardaki işleme tabi tutulur ve kuruduktan sonra defterdeki yerini alırdı.

"Bak postacı geliyor" şarkısının coşkuyla, gerçekten hissederek söylendiği, postacı amcanın hangi gün hangi saat geleceğini mutlaka bilip takip ettiğim yıllardı. Ve ne acıdır ki, el yazısı bir mektup ya da kart almayalı neredeyse yüzyıl geçti...

İlerleyen yıllarda, benim defterler tozlu raflara kalktı, zaten mektup da yerini "mail"leşmeye bırakmıştı. Zarf ve kağıt almaya, postaneye gitmeye gerek yoktu, bir "tık" yetiyordu iletişim için. Teknoloji nelere kadir işte burada yatar cevabı.

Nasıl oldu hatırlamıyorum avukatlık stajını yaptığım sene filateli merakım yeniden uyandı ve o sene büyükbabamın ölümüyle yine rafa kalktı. Ta ki Defne hatun büyüyüp "okullu" oluncaya ve benim, "ev evlikten çıktı nerden girişsem" deyip işe kütüphaneyi düzenlemekle başlamama kadar.

Pul defterlerimle karşılaşmak, yıllar sonra eski bir dostu görmek gibi oldu benim için. Her birinin ayrı anısı vardı, sonrasında "neden devam etmiyorum ki" diye düşünüp Tünel'deki profesyonel filatelistimin yolunu tuttum. Dakikalarca sohbet ettik, en çok pullardan konuştuk, daha doğrusu o konuştu ben dinledim, kimi öğrendim, kimi öğrenemedim kafam karıştı vs vs. Hatta, yukarıdaki pul çıkarma metodumuzun tamamen bir facia olduğunu öğrendim ki, amacımız pul biriktirip zengin olmak olmasa da kim bilir ne hazineleri heba ettim diye kendi kendimi yedim durdum.

En sonunda Defne'nin doğum yılından itibaren ilk gün pullarını biriktirmeye karar verdim. Oysa bir zamanlar hedefim kendi doğum yılımdı hatta 1978, 1979 pullarım tamdır, sonraki yılların neredeyse hepsi eksiktir. Aradan geçen yıllarda eski pullar iyice değerlenmiş, çalışmadığım için bu şekilde bir koleksiyona ayıracak bütçem yok.

PTT'nin filateli servisine üye oldum. Sitedeki formları doldurup fakslıyorsunuz, ardından üyelik ücretini ve pul ücretini yatırıyorsunuz ve eski usül PTT kargosunun yolunu gözlemeye başlıyorsunuz. Ankara'daki ofis çalışanları telefonda gayet detaylı ve net bilgi veriyorlar. Yine de eksik kalan pullarınız olursa ve bütçeniz varsa güvendiğiniz bir filateliste başvurup tamamlama şansınız var.

Filatelistimin söylediği gibi, pul biriktirme sadece "maddi" gaye güdülerek yapılan bir iş değil. İnsana kültür katan ve beynin devamlı işlemesini sağlayan bir hobi. Pullarımı gözden geçirdikçe, büyütecimle baktıkça ister istemez merak da uyanıyor. Örneğin "Sayıştayın 150. yılı" demiş, demek Sayıştay Osmanlı zamanında kurulmuş diyorsunuz. Ya da ne bileyim Yunus Emre ile ilgili bir pulun üzerinde kısa bir dizesine yer verilmiş. Böyle böyle derken insan ansiklopedi açma (modern tabirle google'lama) gereği duyuyor ve böylece "öğreniyor".

Maliyetlere gelirsek; pul defteri (doldukça alınır) + pul maşası (bir kez alınır) + büyüteç (bir kez alınır) + PTT abonelik (25 lira,sonraki alışverişlerden düşer) + her yıl için yıllık pul poşeti (yani ilk gün pulları) maksimum 100 lira = 200 lirayı geçmeyecektir. Üstelik materyal hazır olduktan sonra yıllık pul bedeli toplam 100 lira civarında. Yani aylık 10 lira bile değil.

İlk gün pulları yerine tematik pulları da biriktirebilirsiniz. Tek yapmanız gereken, istediğiniz temayı seçmek ve o temadaki pulları toplamak. Örneğin Fenerbahçe'liyseniz takımınızla ilgili pullar, klasik Atatürk pulları, çiçek pulları vs. Ama benim tavsiye edeceğim, "yıllık pul poşeti" olarak tabir edilen ilk gün pulları.

Defne büyüdüğünde "pul" onun için ne anlama gelir bilemiyorum, ama şimdilerde bu eski hobim benim için beynimi çalıştırmak ve rutine binip balatalarımı yakmamak için iyi bir kurtarıcı gibi gözüküyor.

14 Ocak 2014 Salı

Kış Salatası


Semt pazarımızda kendi bahçesinde yetiştirdiği bilcümle yeşilliği ve az da olsa sebzeyi satan bir teyze var. Tezgahı hep neşeli, kendisi güler yüzlü. Pazar günü kendisinden ilk kez kuzu kulağı aldım. Daha evvel duyduğum ama hiç denemediğim bir ottur kuzu kulağı. Tadı bayağı mayhoşmuş, neredeyse limon yemişim gibi yüzüm ekşidi. Salatamıza karıştırdığımda bu ekşiliği hissetmeden afiyetle yedik. Pazarcı teyze, kuzu kulağının yemeğini de yaptığını söyledi, haftaya sorayım bakalım nasıl oluyormuş.

Her akşam ve hafta sonu öğlen yemeklerinde üşenmeden yaptığım bu salata hakikaten çok lezzetli. Malzemeleri ayıkladıktan sonra sirkeli suda 15 dakika kadar bekletip iyice yıkıyorum ve suyunu süzdürüp doğruyorum. Daha iyi temizleniyorlar gibi geliyor.

** Malzemeler; 5-6 yaprak kıvırcık, 1-2 yaprak akdeniz salata, bir avuç maydanoz, 1 turp, 1 havuç, 2-3 dal taze soğan, 3-4 yaprak kuzu kulağı, limon + tuz ve zeytinyağı.

Tüm malzemeyi güzelce yıkıyoruz, turbu küp küp doğruyorum, havucu rendeliyorum. Salata  kasesinde karıştırıp üzerine klasik sosu gezdiriyorum.

Afiyet olsun ! 

** Buzdolabının durumuna göre bu salataya, ıspanak/ roka/ beyaz lahana/ nar taneleri de eklenebiliyor. 

12 Ocak 2014 Pazar

Büyük Kumar (Runner Runner) - film önerisi

Yapım yılı 2013 olan yabancı bir film bu. Oyuncuları arasında Ben Affleck ve Justin Timberlake var. (Evet çok yakışıklılar itiraf ediyorum. Eşim sağ olsun okumaz blogumu korkum yok o yüzden)

Justin Timberlake, zehir gibi bir zekaya sahip genç bir üniversite öğrencisi. Okul harcını çıkarmaya çalışırken, kumarda varını yoğunu kaybedip, bir kumar sitesinde çalışmaya başlıyor. Ülke ve hayatını değiştiriyor. Başta herşey çok "yolunda" giderken, zamanlar işler değişiyor tabii.

Film, macera türünde ve gerçek bir hayattan alınmamış. Çok sürükleyici, merak uyandırıcı ve bence dersler içeren bir film. O kadar ki, Defne büyüdüğünde mutlaka seyrettireceğim filmler arasına girdi bile.

"Hayallerin için hayatının ne kadarını feda edebilirsin?" sorusuna güzel cevaplar verdirten, hakikaten de "bir lokma bir hırka" prensibinin ne kadar gerçekçi olduğunu gösteren bir film.

Kesinlikle tavsiye ediyorum.

9 Ocak 2014 Perşembe

Şifa Niyetine

Dönüp dolaşıp başa sardığımız grip hikayemizde hayatımıza yeni katılan ikiliden bahsedeceğim şifa niyetine. Küçük bebek ya da çocuklarınız için kullanmadan önce lütfen doktorunuza danışın.

Buğuseptil; evet yılların buğuseptili. Doktorumuz hatırlattı ve son gidişimizde yazdı reçeteye. Doğrudan burna değil, odaya yapmamızı ve tüm hane halkı olarak solumamızı istedi. Yapılışı gayet basit. Yayvan ve derin olmayan bir tencerem var, onu yarısından fazlasına kadar suyla dolduruyorum ve ağzını kapatarak suyu kaynatıyorum. Kapağı hiç açmadan buğuseptili yapacağım küçük odaya gidiyoruz. Odanın kapısını kapatıyoruz. Tencerenin altına nihale koyuyorum ve defne'nin erişemeyeceğim bir yükseğe yerleştiriyorum. Kapağı hafifçe aralayarak iki tatlı kaşığı buğuseptili döküyorum ve kapağı açıyorum. Tencere soğuyana kadar odada vakit geçiriyorum. bunu günde 3 kez tekrarlıyoruz. Özellikle öğlen ve gece uykularında fayda gördüm diyebilirim. Hastayken bana da iyi geldi, ferahlattı.   

Tavuk Suyuna Çorba; hepimizin bildiği, tüm griplilere önerilen lezzet. Blogumu takip edenler, malum nedenlerle, ailecek tavuk yemediğimizi biliyorlar. Ama bu sefer doktorumuzun tavsiyesiyle pişirdim. Defne bayılarak içti, ben de gıdalarımıza GDO ve hormon karıştıranlara bir kez daha lanet okudum içimden. Çorbanın tarifi basit ve herkesçe biliniyor ama yine de yazayım. El büyüklüğünde bir parça tavuğu, iki diş sarımsak ve tane karabiberle haşladım. Suyunu süzdüm, etleri incecik doğradım. Suyu tekrar oacağa aldım, biraz içme suyu ekledim ve tekrar kaynattım, tencerenin ağzını açık bırakarak yarım su bardağı tel şehriye ilave ettim, arasıra karıştırdım. Bu arada tavuk etlerini de koydum. Şehriyeler yumuşamaya yakın altını kapadım ve yarım limon suyu ekleyip tuzunu ayarladım. (yumurta sarısı ya da maydanoz koymadım, isteyen ilave edebilir tabii)

Tüm hastaların bir an evvel iyileşip eski sağlık ve neşelerine kavuşmalarını diliyorum.... 


7 Ocak 2014 Salı

Gribim, gripsin, grip

Bu kış bitecek, bu grip geçecek arkadaş, yok bunun çaresi. Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler.... Önce bahar gelecek ardından yaz. Sürekli tenhada bekleyen grip mikrobu anasını da alıp gidecek bu diyardan..... Analı kızlı direniyoruz gribe, direnmek ne kelime topyekün savaş halindeyiz.

Geçtiğimiz cuma öğleden sonra yine yeni yeniden ateşlenme belirtileri gösteren Defne, cumartesi sabahına 38 ateşle uyanıp, öğlen uykusunda ateşi 39 olunca soluğu doktorda aldık. "Bu da yeni bir hastalık" dedi doktoru, "üşütmüş". "Ayol üşütecek ne var, sıkı giydiriyorum, terlemesin diye özeniyorum" vs vs derken anladım ki ilk grip bir şekilde üsteleyip duruyor ve biz neredeyse 2 aydır aynı mikropla dönüp dolaşıp mücadele ediyoruz. Yuvanın ilk senesindeyiz ya, bir de üstüne bu herkesleri hastanelik eden beter virüs ortalıkta, bırakın karı yağmur bile düşmüyor İstanbul'a, ne olacak halimiz?

Cumartesiyi bu moral bozukluğuyla geçirince, daha fazla dayanamadım ve sinyal sinyal üstüne sonunda hasta oldum. Velhasıl 4 gündür internetten, hayattan, herşeylerden kopuk vaziyetteyim. Kayınvalidem sağolsun yetişti imdadımıza, yemeğimizi yaptı, ben uyurken Defne'yle ilgilendi de bugün biraz kendime gelebildim. Çok şükür daha iyiyim, ama eli kulağında mikrobun hissediyorum. Vitaminler, ilaçlar, bol sıvı tüketmece ama işte grip bu illa yatmadan geçmiyor. Üstelik öyle bir hastalık ki tüm kemiklerini sızım sızım sızlatıyor insanın.

Genel gidişatımız böyle olmakla birlikte, 4 gündür ülke gündeminden uzak kalmanın beni ne kadar mutlu ettiğini fark ettim yine. Tıpkı yazın uzak kaldığım 2 ayda olduğu gibi, bir mutluluk bir huzur, sanki Norveç'te yaşıyorum. Veee günlerden salı, haberleri açtığımda, birkaç günde tüm güncelliğimi yitirdiğimi, olayların en azından benim açımdan "takip edilebilir" boyuttan çıktığını görmüş bulunuyorum. Tek dileğim, ülkesini gerçekten seven, iyiniyetli ve dürüst insanların yönetime gelmesi, tabii eğer hala varlarsa....

Ve en önemlisi, hasta olan herkese acil şifalar diliyorum, emin olun yalnız değilsiniz, tanıdığım çoğu çocuklu aile feci şekilde grip ya da yeni atlatmışlar ya da bizim gibi atlattık sanıp tekrar tekrar hastalanmışlar. Elbet bitecek bu kış, güneşli günleri göreceğiz hep beraber.....


2 Ocak 2014 Perşembe

Kim, kimdir?

Hakkında resmi ve gayrı resmi, gerçek ya da yalan, kimi kez hafiften "dokunan" onca yazı bulunan büyükbabam Hüseyin Doğan Özgöçmen, gerçekte kimdir, birinci ağızdan duymak ve gerçekleri öğrenmek için okuyunuz. Bu yazı ve bilgilendirme, benim için büyükbabama çok gecikmiş bir vefa borcudur. Çünkü dönem dönem internete her baktığımda ölümünün üzerinden onca sene geçmiş olmasına rağmen bazı köşe yazılarına (en son Dilipak'ın bir yazısında adı geçiyordu) aşağıda bahsedeceğim şekilde konu olması beni çok ama çok rahatsız etmektedir. Elinde kanıtı olan vakit kaybetmeden mahkemeye koşabilir, ama çamur atıp da iz bırakmak hiçbir şekilde affedilmeyecek bir suç ve günahtır..... Biraz uzun ama "gerçek" bir "hikaye" ile "kim, aslında kimdir?"  

Yıl 1916, büyükbabam Drama'da doğmuş. Drama, o yıllarda Osmanlı topraklarında Kurtuluş Savaşından sonraysa Yunan topraklarında kalan bir yerdir. Babaannesi, ablası ve annesiyle avlulu bir evde otururlarmış. 1. Dünya savaşında Galiçya cephesine giden ve kendisinden bir daha haber alamadıkları babasını hiç hatırlamıyor, sadece tüccar olduğunu duymuş. Annesini kaybettiğinde de 2 yaşındaymış. Bu yönüyle anasız, babasız büyümüş diyebiliriz. Ailesiyle Yunan mezalimini yaşayan büyükbabam, yaşadıklarını onca ısrarımıza rağmen anlatmamakta sonuna kadar direndi. Sadece iki olay anlattı ki hatırladıkça kanım donar. Bunlardan ilki, bir sabah ekmek almaya giderken, Rum bir adam büyükbabamı yakalamış, ayakkabı ve çoraplarını çıkarmış ve çıplak ayaklarını kor halindeki küllere bastırarak yakmış. Diğeriyse, amcasının Rumlar tarafından gözlerinin önünde öldürülmesiydi. Büyükbabam bunları sadece bir kez anlattı, hep şunu derdi "yeni nesiller kin ve nefret duygularıyla büyümemeli, bizler çok şey gördük ve kaybettik, dünya değişiyor, bunları bilip ne yapacaksınız."

1924'e gelindiğinde, babaannesi ve ablasıyla birlikte mübadelede gemiyle Türkiye'ye göçmüşler, Tokat'a yerleştirilmişler. Yanlarında bavullarından başka hiçbirşeyleri yokmuş, babaannesi Drama'da oturdukları evin tapusunu ve evrakını almadığı için mağdur olmuşlar sonrasında. 8 yaşına kadar yaşadığı Drama'da az buçuk Rumca da öğrenmiş büyükbabam, ama birkaç kelime dışında bize bildiğini hiç belli etmezdi, sanırım o yılları hatırlamak istemiyordu. Tam da o zaman Tokat'ta, askeriye özellikle öksüz ve yetim çocukları eğitmek ve ilerde subay yetiştirmek için topluyormuş. Büyükbabam kendi başına gidip yazılmış ve böylece askeriyeye girmiş, evlenene kadar yatılı kalmış. Anlattığına göre sınıfın en küçüğüymüş, arkadaşlarının büyük kısmı da kendi gibi yetim, öksüz çocuklarmış. "Asker olmak dışında alternatifim yoktu bu yüzden de mesleğime dört elle sarıldım" diye anlatırdı hep, bir de Atatürk'e hep dua ederdi, en çok da "o olmasaydı benim gibi kimsesiz çocuklar heba olurdu, serseri olurdu" diye.. 1934'te subay çıkmış ve resmi kayıtlardaki görevlerinde bulunmuş.

Gayrıresmi olarak anlatmaya devam edersem, bir 30 Ağustos kutlamasında anneannemle tanışmışlar ve 25 Mart'ta Süloğlu'nda evlenmişler(yılını tam hesaplayamıyorum). Resmi kayıtlarda doğum günü 25 Mart olarak belirtilen büyükbabam aslında doğum gün ve ayını bilmezdi. "Eşimle evlendikten sonra doğdum, aile hayatını öğrendim" dediği için nüfusa 25 Mart tarihini kendi yazdırmıştı. Bir de soyadı kanunu çıktığında hiç düşünmeden "özgöçmen" soyadını seçmişti kendisine, insan özünden kopmamalı diye.

İlk çocukları 1939'da dünyaya gelen teyzemi, 1940 Ağustos'unda güneş çarpmasından kaybetmişler. Hem anneannem hem de büyükbabam için çok büyük bir acı olmuş bu. 1941'de dayım dünyaya gelmiş, ama maalesef doğumda yaşanan doktor hatası sonucu dayım küçük yaşta her iki gözünü de kaybetmiş. 1947'deyse annem dünyaya gelmiş. 

Her asker ailesinde olduğu gibi bizimkiler de Türkiye'nin çeşitli yerlerinde görev yapmışlar. Tüm bunlar arasında büyükbabamın unutamadığı Erzurum'daki göreviydi. Annem o sırada çok küçükmüş, Erzurum'da en soğuk kışlardan biri yaşanıyormuş. Büyükbabam geceleri kalkıp annemin nefesini koklarmış, soğuktan dondu mu acaba diye, hatta ayna da tutarmış, ayna buharlanırsa nefes alıyor demekmiş.   

Görevi sırasında yaşadığı en büyük olaylardan biri, Kıbrıs Harekatı sırasında 1. Ordu Komutanı görevinde olmasıdır. Çünkü işler büyüyüp Yunanistan'la savaş gündeme geldiğinde tüm Trakya'yı ve sonrasında İstanbul'u koruyacak ordunun komutanıdır kendisi. Kayıtlarda olmamakla birlikte, bu dönem büyükbabam ağır bir zona geçirir. Hastalığına ve çektiği onca ağrıya rağmen görevini bırakmaz, annemin deyimiyle her sabah kalkıp traş olup kravatını sıkı sıkı bağlayarak makamına gidermiş. Zona gibi hastalıkların esas dayanağı psikolojiktir, geçirdiği hastalığın en büyük nedeni, olası bir savaş durumunda yaşanabilecekler, vermesi gerekecek kararlar, emirler, bunların sonuçları vs vs olmalı diye düşünüyorum. İnsan, asker olsa bile neticesinde "insan" işte, hele de "vicdan" ve "sorumluluk" sahibiyse.

1975'te emekli olduğunda ve sonrasında 2001'de öldüğünde, anneannemle oturdukları ev (ki bu ev anneanneme aitti), o dönemlerde çok popüler olan kooperatif sisteminden aldığı bir ev ve yazlıktan başka malı yoktu. Ki yazlığın son taksitlerini annem kendi maaşından ödemiştir. Bunlardan bahsetmemin nedeni, rahmetlinin çeşitli internet sitelerinde "holding generali", "batık generaller" listesinde yer almasıdır ki hepsi düpedüz yalan ve iftiradır.

Büyükbabamın emekliliği ve anneannemin hastalığı birbirini izler. Gençliğinde İstanbul boğazını yüzerek defalarca geçen anneannem romatizmadır, çeşitli hastalıkları vardır ve büyükbabamın emekli maaşı hastalıklara ve evi geçindirmesine yetmemektedir. Annem çalışmaya yeni başlamıştır, evlenmek üzeredir(diğer evde oturacaktır), dayımsa sağlık durumundan çalışmamaktadır. Tam o sıralar büyükbabam kendisine gelen bir teklifi değerlendirir,Yapı ve Kredi Bankası'nın Yönetim Kurulu üyesi olur. Bu görevine 1999 ya da 2000 senesine kadar devam eder.

İşte "suç"landığı, iftira yediği nokta da budur. Her kesimden emekli, emekli olduktan sonra çalışmaya devam edebilirken, emekli bir generalin yönetim kurulu üyesi olarak çalışmaya devam etmesi nedense bir grup düşüncenin (gerek Dilipak gerekse aşırı sol gruplar vs) içine sinmemektedir bir türlü. Adam, vazifedeyken çalıp çırpmadıysa ve emekli olduktan sonra bir şekilde çalışmayı seçip tercihini de bu görevden yana kullandıysa bunda yadırganacak ne vardır? Kaldı ki, bunun bir açıklaması da olamaz. Namusla çalışmak hiçbir zaman kınanacak, yadırganacak bir durum değildir.

Bu arada dayım da çalışmaya başlar. Kendisi, büyükbabamın da gayretiyle sözlü imthanlardan geçmiş ve ilkokul diploması almıştır, bir hastanede santral memuru görevini yerine getirmektedir.

Benim doğumum, anneannemin 64 yaşındaki ölümü, dayımın evlenmesi, annemin boşanması derken her ailenin yaşadığı sevinçler, sıkıntılar, burukluklar bizim ailede de yaşanır. Ama takvim 1984'ü gösterip "terör" gerçeğinin yavaş yavaş uyanmaya başlayarak, 1990 başlarında terörist sol örgütlerin faaliyetlerini iyice arttırması ailemizin üzerine karabulut gibi çöker.

Her ne kadar 1975'te emekli olmuş olsa da, sıkı yönetim komutanlığı yapmış olan büyükbabam maalesef bu örgütlerin "hedef"lerinden biridir. Bizden gizlemeye çalışmakla birlikte sessiz telefonlar aldığı, tehdit edildiği, gün be gün kendisine verilen koruma ve gönderilen uyarı mektuplarının arttığı, değiştiği, öncesinde silahsız şoförün silahlandırılması yanına koruma eklenmesi, hepimizce aşikardı. 1990'ların başında tedirgindik, haklı olarak tedirgindik. Ama nedense sıranın bir gün bize geleceğini hiç düşünmüyorduk. Annem kardeşimle bana, büyükbabamın görevdeyken "insanlık suçu" işlemediğini, tüm görüşlere eşit mesafede davranmaya çalıştığını, "önce insan" prensibini güttüğünü söyler dururdu. Zaten ben de 15 yaş civarındaydım, büyükbabamın elinde büyümüştüm, nasıl bir insan olduğunu biliyordum, kimsenin "nefret" besleyemeyeceği biriydi bana göre.  

Öyleydi ya da böyleydi, "rahat" değildik. Büyükbabamın kendisi gibi yıllar evvel emekli olmuş silah arkadaşlarına birer ikişer suikastler yapılıyor ve sonunda kurtulan olmuyordu. Adnan Ersöz, Kemal Kayacan ilk sayacaklarım ve evimize bomba gibi düşen üzüntüler arasındadır.

Çok çeşitli tedbirler vardı alınan, almamız istenen, ama işte "insan" faktörü işin içinde oldu mu ve insan kendini "iyi" bildi mi karşısındakini de öyle sanıp "bana olmaz" dedikten sonra ipler şeytanın eline geçiyordu. Oysa bir gittiğimiz rotayı bir daha uzun bir süre kullanmıyorduk, büyükbabam koruması olmadan evin altındaki bakkala bile gitmiyordu, sahilde yürüyüş yapamıyorduk mesela, perdelerimiz hep kapalıydı, telefonda açık açık konuşmuyorduk, sessiz telefonlara sessizlikle cevap veriyorduk vs vs. Asla korku değildi bu yaşadıklarımız, korkacak birşey değil, tedirgin olacak birşey vardı ortada. Çünkü terör, korkutmaz, tedirgin eder ve iliklerinize kadar işler. Yıllar geçer, herşey olup biter, ama hala dikiz aynasından, takip edilip edilmediğini kontrol eder insan....

Sonunda 10 Eylül 1993 günü terör büyükbabamı yakaladı. Dayımı işten almaya gittiği sırada, Barbaros Bulvarında saldırıya uğradı ve mucizevi bir şekilde yaralı olarak kurtuldu. İki korumasından biri de yaralıydı, teröristlerden biri de yaralı olarak yakalanmıştı. Tüm balistik bilgilerine tersti bu yaşanan, hemen yanağından giren kurşun delip geçmiyor, büyükbabamın ağzının içine düşüyor ve elinde kurşun büyükbabam yürüyerek dispansere gidiyor ve ilk müdahalesi yapılıyor. Haberi aldığımızda yazlıktayız, apartopar İstanbul'a dönüyoruz, annem çok şaşkın ama bir o kadar da metanetli, korkunç sakin.
 
Annem büyükbabama refakat ediyor ve birlikte, sonradan öğrendiğimiz üzere Ankara Gata'ya gidiyorlar, 1 hafta 10 günlük tedavi ve ameliyat sürecinde kendilerinden haber al(a)mıyoruz. Telefonla bizi aramaları yasak, güvenliğe aykırı. Yine sonradan öğrendiğimiz kadarıyla büyükbabamın ameliyatında, bir tetikçi daha, girmeye çalışırken yakalanıyor, basın yasağı geliyor. Büyükbabam, o dönemki suikastlerden sağ kurtulan tek isim......

Hayatlarımız bir daha asla aynı değil, yüksek sesle konuşmuyoruz ama en küçük kuzenimden en büyük olanımıza kadar hep bir huzursuzluk, güvensizlik, tedirginlik kalıyor. Büyükbabam en suskun olanımız ama fark ediyorum ki gözlerindeki ışık sönmüş. Bir insan kendisinden ve yaptıklarından ne kadar emin olursa olsun, birileri açısından öldüresiye nefret uyandırmış olmanın darbesini ağır bir şekilde yaşar herhalde. Suikastten sonra söylediği tek ve en önemli söz şuydu sanırım, "bunu yapanlar, ben emekli olduğumda henüz çocuktular."

Annem,kendince ek tedbirler almaya çalışıyor. Bir süre büyükbabamın evine gitmemi istemiyor (malum eve baskın olabilir), onunla aynı arabaya binmemi, birlikte orduevine gitmemizi istemiyor..... klasik "anne telaş"larını güdüyor, acayip sinirleniyorum ve bir gencin vereceği tepkiyle karşılık veriyorum. "Öleceğimi bilsem yine de onunlayım" diyorum. İnsanın ilk aşkından kolay vazgeçmesi mümkün mü?

Olaydan 3 yıl sonra annem sürpriz bir beyin kanamasından ölüyor. Büyükbabam için hayatının şoklarından biri daha. "Duyan kulağım, işleyen elim, gören gözüm" dediği biricik kızı 49 yaşında öldüğü gibi ardında beni ve kardeşimi bırakıyor. Büyükbabam o yıl, güvenlik nedeniyle askeri lojmanlara taşınmış, kardeşimle ben de oraya taşınıyoruz. Ve ortak hayatımızın son 5 yıllık dönemine giriyoruz.

Büyükbabam son nefesine kadar sadece biz ailesine değil, kendi açısından değer verdiği kurumlara da destek olmaya çalıştı, burslar verdi. Sayısız vakfa ve derneğe üyeydi. Altı Nokta Körler Vakfı, Şehitlikleri Koruma ve İmar Vakfı, Yıldız Sarayı Vakfı ilk aklıma gelenler. Tüm yaşadıklarına rağmen, arkadaş toplantılarına gider, bizlerin doğum günlerini, yılbaşlarını coşkuyla kutlamaya çalışırdı. Bana her zaman umut ve ışık aşıladı, rahatlıkla sığınabileceğim bir liman oldu.

Ağustos ayı onun için her zaman önemli bir ay olmuştu. Bilenler bilir, askeriyede terfiler, atamalar ve emeklilikler Ağustos ayında belli olur. İlk çocuğunun ölümü de Ağustos'tur mesela, 13 Ağustos. Kendisi de bence yaşadığı tarihsel döngüye uyumlu olarak 15 Ağustos 2001'de eceliyle, yatağında vefat etmiştir.

Ve ne ilginçtir ki, 1993 yılında kendisine suikast emri veren Dursun Karataş, 25 Mart'ta doğmuş bir kimsedir ve yıllar sonra yine bir Ağustos ayında kanserden ölmüştür. Hayatın "tesadüf"lerden ibaret olduğunu düşünenler için birşey diyemem, ama benim gibi görmek isteyen gözü, işleyen aklı ve hisseden kalbi olanlar için bu paragraf kesinlikle tesadüf değildir.

Kendisine "paşa" denilen, gıptayla bakılan, bir eli yağda bir eli balda sanılan "paşa"lardan birinin gerçek hayatı, sansürsüz olarak ve ilk ağızdan özetle işte böyle. Elbet kimse hatasız, günahsız değil, ama bir tek gün bile şüphe etmeyeceğim gerçekler büyükbabamın vatan sevgisi, namusu, haysiyeti ve şerefidir. Ölümünden yıllar sonra bile yazılarıyla onu rahatsız edenlerin elleri kırılsın diyor ve kendilerini üst paragrafı tekrar okumaya davet ediyorum.....

Adalet, ilahi ya da bu dünyadaki elbet tecelli edecek ve o zaman, asılsız iddialarla karalamaya, yok etmeye çalıştığınız canlar yakanıza yapışacak.... 

1 Ocak 2014 Çarşamba

Düğün Çorbası

Özellikle kış iftarlarında rahmetli büyükbabacığımın en sevdiği çorbaydı bu. Tarifi defterimin tozlu sayfalarında kalmış bu eşsiz lezzeti, hem besleyici hem de şifalı olduğu için Defne'ye pişirdim. Çok şükür ki severek içti, dilerim tez zamanda tam anlamıyla toparlanır artık....

Malzemeler; el büyüklüğünde 1 parça kuzu kol, soğan, sarımsak, 2 çorba kaşığı un, 2 çorba kaşığı yoğurt, yarım limonun suyu, 1 yumurta, tuz, karabiber.

Yapılışı; öncelikle eti yıkayıp, bütün soğan ve sarımsaklarla yumuşayana kadar haşlıyoruz. Sonrasında eti sudan çıkarıyor ve didikliyoruz.

Kalan suyu süzüyoruz, pişmiş soğanı çıkarıyoruz(sarımsakları bırakıyorum.) Et suyunun ağırlığını kırmak için biraz su ilave ediyoruz.

Diğer yanda, yoğurt, un, limon suyu ve yumurtayı iyice çırpıyoruz. Sıcak et suyundan azar azar ilave ederek bu bulamacı ılıştırıyoruz ve devamlı karıştırarak çorbaya ilave ediyoruz. Kaynayana kadar karıştırıp en son tuzunu ayarlıyoruz.

Servis sırasında isteyen karabiber kullanabilir.

** Ben kolaya kaçıp eti ince ince didiklemiyorum, çorba pişince hepsini blenderdan geçiriyorum. Böylece Defne'nin yemesi daha kolay oluyor. Ancak misafirlik bir sunum olacaksa kesinlikle uğraşıp ince ince didikleyin derim.

Afiyet olsun,  
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac