Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



26 Şubat 2015 Perşembe

Grip Salgını ve Kitap Önerisi (Yaramaz Ejderhalar)

Çocuğu olup da bir kışı hastalıksız geçiren aile duymadım, görmedim, var mıdır, hiç sanmıyorum. Defne, kendi kategorisi açısından uzun sayılabilecek bir sürenin ardından hasta oldu, grip mi o mu bu mu şu mu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, lakin feci, dolu dolu öksürük, sarıdan yeşile yeşilden sarıya dönen rengarenk bir burun akıntısı, yağan karın en üst kattaki evimizi kutup bölgesinden halliceye çevirmesi derken uzayan iyileşme süreci ve doğal olarak kendi hayatımı kurma hayallerimin yine derin sulara gömüldüğü bir hafta geçirdik(geçti mi bilmiyorum, ilaçlar bitti, düzeldi gibi ama kim emin olabilir ki sinsi mikrobun yok olduğundan). Kış mevsiminin adını "antibiyotik mevsim" olarak değiştirmek isteyen Blogbabba'ya hak vermeyeniniz var mı? Sosyal medyada ya da arkadaşlarımdan takip ediyorum ki, yine bir salgın var. Üst solunum yolları hastalığı, bol öksürüklü cinsinden kol geziyor. Buna da biz sebep oluyoruz. Hastayı, tecrit etmiyoruz, oysa grip ilaçla değil en etkin olarak yatarak/dinlenerek geçirilir. Zaten hasta insanın halsiz olması, iştahsız olması da bu yüzdendir değil mi? Vücut yemek istemez, çünkü enerji istemez, kalkıp koşacak coşacak hali olmamalıdır ki, yatsın dinlensin, uyusun ki tedavi olsun, en doğal cinsinden, zaten grip ilaçları da bu yüzden uyku yapar, hani beğenip de almayız ya, " ayyyyy uyku yapıyor o ilaaaaçççç kendimi sokaklara atamıyorummmmm". Oysa büyükler iş gailesi çocuklar okul derken hasta olanın evde kalıp yatması fikri herkese nedense "acayip" gelir oldu. Hasta mısın, al ilacı, iç bir bardak portakal suyunu (kan şekerin, enerjin tavan yapsın) at kendini yollara, işin ilginci evden çıkmak zorunda olmayanlar da bu yöntemi izleyip salgına derin katkılarda bulunuyorlar. Bu yüzden kimse ağlamasın, bağırmasın "salgın var" diye, hepimiz ayaklı mikrop yuvasıyız, bu böyle biline. Tecrit şart, acilen, gerekirse devlet eliyle :) -iç güvenlik yasa tasarısına bence gripli insanlarla ilgili bir madde mutlaka eklenmeli. Hatta blogbabanın yukarıdaki linkinde belirttiği gibi kireç dökmeli, dezenfekte etmeli vs vs-

Yaramaz Ejderhalar, İş Bankası Kültür Yayınları'nın güzel kitaplarından biri. "Diren İş Bankası, varlığın ümit veriyor" sloganları eşliğinde anlatmak istediğim bu kitap, bazılarınız için deriiiinnn anlamlar içeriyor olabilir. Bunu okuyunca anlayacaksınız, peşinen söyleyim çocuklara çevre, doğa sevgisi, bilinci vermeyi hedefleyen bir kitaptır kendisi. İşte bu yüzden, Gezi hareketine ilham vermiş olabileceği de düşünülerek acilen toplatılmalı, yakılmalı, yıkılmalı, yok edilmeli, gencecik beyinler böyle düşüncelerle meşgul edilmemelidir(sannırım iç güvenlik paketi buna imkan veriyordur vermiyorsa da bir kere delinmekten birşey olmaz). Şaka bir yana, kitap bence nefis. Çizimleri, seyrederken kaybolabileceğiniz cinste, rengarenk, baskı kalitesi yüksek. Ejderhalarla dolu gezegen, çok yaşanası bir yerken, işler değişiyor. Ve her çocuk kitabında olduğu gibi işler sonunda tatlıya bağlanıyor.

Özet; grip olanlara zulmedilsin, kitap toplatılsın demiyorum; şakaydı :)      

17 Şubat 2015 Salı

Yaramaz Fareler- (çocuk kitabı önerisi)

Bugün, devasal bir kitapçıdan hiçbir çocuk kitabı alamadan ve kendim için istediğim kitabı bulamadan çıkmayı başardım. Alkışlar, bol tezahürat bana geliyor. Evet çocuk kitabı alma konusunda çok seçiciyim, daha önce de anlattığım gibi okumadan, resimlerini ve anlatım dilini önce kendim beğenmeden alamıyorum. Bazı kitapların anlatımı iyiydi ama çizimlerini beğenmedim, kaba ve hantal geldi. Bazıları Defne'ye göre uzundu, kaybolup gidecekti bir yerlerde. Bazıları motomot "şu şöyledir, bu böyledir" içeriğindeydi ki, o tür kitapları hiç sevmiyorum. Belki bu kadar titizlenmek doğru değil, benim hoşuma gitmeyen bir anlatımı ya da çizimleri Defne beğenebilir, ama sonuçta başkasına birşey alırken önce kendi içimize sinmesi gerekmiyor mu?

İşte bu yüzden, eve döner dönmez yapmam gereken tüm işleri bir kenara bırakıp geçtim blogun başına. Uzun zamandır yapmadığım, çocuk kitabı tavsiyelerinden birini yazmaya koyuldum.

Birkaç ay evvel yine 1 saate yakın süren kitapçı ziyaretimde, onlarca kitabı tarayıp Yaramaz Fareler'i bulmuştum. Yazım dili, resimlerin sempatikliği, hikayenin akıcılığı ve doğrudan değil de dolaylı olarak mesaj vermesi, baskı kalitesi çok hoşuma gitmişti. Yazar ve resimleyen Helga Bansch, Avusturyalı bir pedagog, 25 yıl da ilkokul öğretmeni olarak çalışmış. Yazdığı ve resimlediği kitaplar, çeşitli ödüller almış.

Kitap, birlikte yaşamanın mümkün olduğunu anlatıyor. Kahramanız Gülsen Hanım'ın evini fareler istila eder. Gülsen Hanım da onlardan kurtulmak için çeşitli yöntemler dener ve en sonunda pes edip evini terk etse de, sıla hasretine dayanamaz, illa dönecektir evine. Peki ama farelerle nasıl uzlaşacaktır?

Defne, bu kitabı beğendi. Bazı bazı hikayeden çok resimlere dalıp gitti, hakikaten çok espirili, detaylı çizimleri var kitabın. Favorisi, farelerin kaka yapıp Gülsen Hanım'ı çıldırttıkları sayfa oldu, Allah'tan bunu evde benim üstümde denemedi :)

Yarın, muhtemel bir kar tatiline hazırlıksız yakalanmak istemiyorsanız, bu kitabı şiddetle tavsiye ederim.    

15 Şubat 2015 Pazar

Gizem'den Özgecan'a

En başta kendimden ve eşimden, sonrasında da hayatımdaki gerçek anlamda tanıdığım ve iyi bildiğim erkeklerden ve kullanacağım üslup yüzünden okuyacak herkesten özür dileyerek yazıyorum. 

Çok çok uzun yıllar sonra, ilk defa dün gece, kendi evimde, kocam yanımda, kızım kendi odasındayken, kendimi son derece savunmasız, sanki açık kapılar/pencereler ardında, her an birisi başucumda beliriverecekmişcesine hissederek yattım. Baktım olmayacak, bu adamları nasıl öldürebilirim diye düşündüm durdum. Bir tabanca bulup ilk otobüsle gitsem? "Avukatım savunma yapacağım" diye kandırıp içeri girdikten sonra, zehirli ev yapımı poğaçaları yedirsem, malum tabanca filan kullanamam ki? Onların alacağı cezadan çok daha azını alırım ya da belki hiç ceza almam öyle değil mi? Derken uyumuşum.... uyumasaydım çıldıracaktım ya da karakolluk olacaktım....

"Müslüman adam sevgililer günü mü kutlar?" geyiğini arka plana itecek bir gündem vardı dün, keşke olmasaydı da, yılbaşı kutlamaları eleştirilerinden sonra bunu dinleseydim. Evet Özgecan vardı. Hatta bir önceki gün minik Gizem vardı, katili için verilen ceza belli oldu. Yoksa unuttunuz mu Gizem'i? Aaaaa ne çabuk, oysa onun tecavüz edilerek katledilişi de hayli yankı uyandırmıştı, yoksa hergün bir kadın cinayeti artık aklımızda tutamıyoruz mu diyorsunuz? Ayyy hiç önemli değil, Avrupa'da, Amerika'da da oluyor bunlar, merak buyurmayın, Gizem'den Özgecan'a yarın falancaya unutuuuur gidersiniz. Öyle mi?    

Bak şimdi sevgili okur, bu canım, "% 99'u Müslüman" ülkede olaylar şöyle gelişiyor:

Bir kız dünyaya gelir, doğumu şanssızlık olarak görülür, çocuk hesabına dahil edilmez, hakkında "kölen olur" denir. Daha küçücük yaşında "farklı" olduğu bilinç altına işlettirilir. Etek boyu, oturup kalkması, sokaklarda "erkek çocuklar gibi coşarak geç saatlere kadar" oynayamayacağı bellidir. Kimi evlerde annesi, babasına bile değiştirtmez kızın bezini. Babanın "beceriksizliği" değildir neden, "kız alışmasın" diyedir. Genç kızlığa adım atış, kızın iyice eve kapatılmasıyla sonuçlanır, hatta bazen zorla örtülür de genç kız. Malum artık adet görmüştür, bir an önce de evlendirilmeli, evini kocasını bilmelidir. Evlenir, dayak yer, şiddet görür "kocan o, döver de sever de" denilir. Öz ana babası dahil,kimse arkasında durmaz. Tecavüze uğrarsa bu onun suçudur, tez elden hükmü verilmeli, namusu temizlenmelidir, asla ve asla "pipi"nin suçu değildir tecavüz, "pipi" masumdur, yücedir.
Ya da daha "modern" evlerde kız okutulur ama hep "belli bir saatten önce eve dönmesi, onunla bununla vakit geçirmemesi, hatta kimi ultra "modern" ailelerde "elletmesi ama vermemesi" öğretilir. İffet, sadece kadın içindir bu ülkede. Oysa yaşıtı erkekler, çocukluklarını doya doya, kuralsızca yaşamış oldukları gibi cinsel yönden hiçbir sınırlama ve terbiyeye de tabi tutulmamışlardır. O muhteşem "pipi" mutlaka gösterilir falanca amcayla teyzeye. Erkek çocuklar deniz kenarlarında mayosuz, "pipi"lerini sallaya sallaya dolaştıklarında kimse yadırgamaz da kız çocuk bırak anadan üryan gezmek, ıslak mayosu değiştirilecek olsa kırk kat havluya sarılır. Sünnet edilen erkek çocuk için düğünler, merasimler yapılması adetten olmakla beraber, kız çocuğun regl olması saklanacak, korkulacak, kızın aklının başına devşirtilmesini gerektirecek, tokatlanacak bir olaydır. Kimse kızının ilk pedini sallaya sallaya ortalıkta dolaşmaz da sünnet derisi pilava mı atılırdı ne, yoksa bu şakacıktan mıydı? Erkek adam "bekarlığın tadını" "elinin kiri" adı altında çıkarırken, hanım kızımız "namusuyla oturur", "adamı çıldırtmaz". Erkek adam, başörtülü karısının yanında şort mayosuyla denize girerken, karısı ya ona havlu tutar ya da "şans"lıysa haşemasıyla eşlik eder. Adam, denizden çıkınca kıllı göbeğini gözümün içine baka baka kaşır, kadının gözleriyse yerdedir, belki de o sıcakta o pardesünün içinde erimiş gitmiştir de siluet kalmıştır geriye. Erkek adam, gezer tozar gününü gün eder, iş evlenmeye gelince, bir kalemde geçmişini silerek, "tertemiz" bir kızla evlenmek ister. Ve düğün günü erkek adam, geçmişini sembolize eden kapkara bir damatlık içindeyken, hanım kız bembeyaz gelinlikledir, hatta yetmez bir de kan kırmızısı kuşak bağlar beline. Bazı bazı, sabahına kanlı çarşaf da gösterilir iç ferahlatıcı olarak. Kadın, dayak yer susar, çalışıp kazandığı parasını esrarkeş-içkici- kumarcı ya da her işi batıran kocasının eline sayar yine susar, üzerine kuma getirilir yine susar, elinin hamuruyla eteğinin eksiğiyle er kişinin işine karışmaz. Çünkü canına tak edip boşanmak istese, ne olacağını gayet iyi bilir........ tıpkı her gün üçüncü sayfa haberlerinde gördüğünüz gibi, evet her güne düştü, yarın güneş doğacak ve bir sapık, bir kadını öldürecek.    

Kadın ve erkek için farklı ahlak, örf ve adet kurallarının işletildiği, ikiyüzlü, ikircikli, çağ dışı toplumlar asla gerçek adalete, refaha, insan hakları seviyesine ulaşamazlar. Ülkemizin de durumu budur. Yukarıdaki paragraf çok kısa ve yetersiz bir özettir.

Özgecan'ın hunharca katledilmesi, olayın ayrıntıları arasında, beni en çok düşündüren şey, babasının lazım olur düşüncesiyle bu kızcağıza biber gazı vermiş olması. Ben 20 yaşında üniversiteye giderken, kimse bana biber gazı vermedi, oysa ben terör mağduru bir aileden geliyordum. Bu da son 17 yılda, kadının durumu anlamında ülkemin geldiği acı tabloyu gösterir. Peki ya 17 yıl sonra Defne üniversiteye giderken ne olacak? Düşünmek bile istemiyorum. Gerçi belki gidemeyecek, malum Yeni Türkiye hedefinin mihenk taşlarından geçiyorsak çok da "hoş" bir noktaya ilerlediğimizi sanmıyorum.

Bu katliamın ardından işlenen başka suçlar da oldu tabii. Sosyal medyada yağdırılan küfürlerden ziyade bolca "suçu övme suçu" işlendi.  Övmek, "aslansın, kaplansın, iyi ki yaptın" tezahüratları olarak değil, "suçluyu mazur, olayı makul, maktülü hatalı" görmek/görebilmekti bence. "Neden o saatte dışardaydı? Neden minibüste son kadın kişi kalmıştı? Neden ailesinden bir erkek olmadan tek başınaydı? Neden öyle giyinmişti? Herşeyin sorumlusu laik sistem ve bu sistemin dizileridir (bunu söyleyen, eğer silmediyse instagram hesabında Nihat Doğan'dır, herhalde kendisi ve onu şakşaklayan takipçileri İran, Suudi Arabistan gibi şeriatla yönetilen ülkelerin suçlardan ari, cennet olduklarını düşünüyorlar. Aşkı Memnu'nun da 1900 yılında büyük ecdadımız Osmanlı döneminde yani şeri hükümler geçerliyken yazılıp basıldığından bihaberler ya da o kadar cahiller ya da bunları yorum olarak kibar bir dille yazdığımda bu yorumu silecek kadar kolaycılar) Bu olay münferittir, her ülkede olur (hatta bakınız yarın da bir tecavüz yaşanacak, tıpkı güneşin her gün doğduğu gibi) ...... şeklinde yaklaşımlar ve daha da acısı, bu olay özelinde değil ama genel anlamda toplumumuzun ileri gelenlerinin "kadın"a çok düşündürücü, manidar bulduğum yaklaşımları. "Kahkaha atan, kocasız tatile çıkan kadınlar", "Çalışıp erkeklerin işlerini ellerinden alan kadınlar", "evde oturup çocuk yapmayan kadınlar" , "hamileyken sokağa çıkmaya cüret eden kadınlar", "erkeklerle eşit olmayan kadınlar", "mini etek giyip erkeklerin aklını başından alan kadınlar... Bir de, "pembe otobüs olsaydı böyle olmazdı" diyebilecek cüretleri bulunanları nerelere kimlere havale edeyim bilemedim.         

Dün gece itibariyle, vardığım sonuçta, bu toplumun, özellikle de ailelerin baştacı ederek, zıvanadan çıkarttığı erkeklerin çoğunlukla sapık olduğunu ve bu sapıklıklarını kadınlara her anlamda zulmederek bastırmaya çalıştıklarını düşünmekteyim. "Biz o kadar sapığız ki, saçınızın telini, anamızın diz kapağını görmeye tahammülümüz yok" diyemiyorlar da "örtünün" emrini, işte öyle işlerine geldiği gibi yorumluyorlar. Kadınları örterken kendileri şort mayolarıyla denize/havuza girip vücutlarını tüm çıplaklığıyla sergilerken nasıl bir haz yaşadıklarını düşündükçe kusmak istiyorum. Ya da sokak ortasında sevgili "pipi"lerini karıştırırken etrafa attıkları utanmaz, umursamaz bakış yuh artık dedirttiriyor.    

Bizzat yaşadığım bir örnek vermem gerekirse; üniversiteye başladığım ilk yıl, o koca anfide her sabah yer kapmaca vardı. "Çalışkan" öğrenciler, mikrofonu kullanmayan hocaları daha iyi duymak için yarışır, ilk gelenler kitaplarını, kanunlarını koyarlardı ön sıralara, birbirinin yanına. Defalarca bu şekilde yer tuttuğumu ve ders saati gelip de yerime yerleştiğimde, komşu kitabın sahibi "er kişi"nin, usulca, zinhar benimle gözgöze gelmeden kitabını alıp bir başka yere oturduğunu hatırlıyorum. Çünkü o "er kişi" malum zihniyetteydi, yanyana oturup ders dinlememiz bile kim bilir nasıl birşeydi onun gözünde. Kaç kez rencide olmuş, aşağılanmış hissettim kendimi. Ne o, ben sapık mıydım, vebalı mıydım? Yanıma otursaydı, dersin ortasında orasını burasını mı elleyecek, müstehcen notlar mı yazacaktım ona? Ya da o? Dersin ortasında kendine hakim olamayıp deli gibi öpecek miydi beni? En sonunda yer tutmaktan vazgeçtim ama bu insanların verecekleri hükümlere, savunacakları adalete nasıl güveneceğimi düşündüm durdum, işte geldik 17 yıl sonrası Yeni Türkiye arifesine..... Bugünkü aklım ve onca yaşanandan sonra artık kendimi değil, o er kişileri suçluyorum. Derste yanıma oturmayan, koridorda karşı karşıya gelince duvar dibine iyice yanaşıp gözlerini yere eğe eğe geçen, es kaza konuşmamız gerektiğinde asla tokalaşmayıp, gözlerimin içine bakmayan pis sapıklardan iğreniyorum. Çünkü biliyorum ki ben, melekler kadar masumum, hep öyleydim bundan sonra da öyle olacağım. Ama onun gözünde ben, benim kızım, yarın kız torunum sadece "pipi"miz olmadığı için cinsel bir objeyiz, tahrik sebebiyiz, yürüyen "vajina"larız.  

Daha geçen cuma, laik eğitim için boykot vardı, gelen en büyük eleştirilerden biri her zamanki sakız söylem "% 99'u Müslüman olan bu ülkedeeeeeeğğğğğ, salyangoz mu satıyorsunuz, çocukların dinini öğrenmesine neden bu kadar karşısınız, ahirette dinini öğrenmeyen çocuk yakanıza yapışmaz mı siziiiiinnnn, dindar nesil zorunuza mı gidiyor...." du. Oysa sorun din ya da laiklik, dünyevi ya da uhrevi kimlikler değildi. Sorun üst kimlik sorunuydu. Bir türlü kabul etmediğimiz, kendimize yettiremediğimiz "İNSAN" olmak/olabilmek ve sadece "İNSAN" oldukları için tüm insanların herhangi bir din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin eşit kabul edilmesi sorunuydu. Sorun, toplumsal olarak evrensel değerlerimizin olmayışı, erkek sapıklığını pompalamaktan öteye gitmeyen yaşamlarımızdı.

Özgecan'ın annesi olduğumu bir dakika için bile hayal etmeye gücüm yok ama eğer onun adına birşey söyleyebilecek olsaydım şunu sorardım; "Kabataş'ta, Gezi eylemcilerinin cinsel tacizde bulunduğu iddia edilen, kocaman bir yalan olduğu ortaya çıkana kadar sonuna kadar sahip çıktığınız, hakkında demeçler verdiğiniz, kürsülerden hönkürdüğünüz, seçim/istismar/sömürü malzemesi ettiğiniz, asla "neden oradaydı, tüm kargaşa hareketlerinde yaşanır bu tip olaylar, makuldür, neden üstünde duruluyor anlamıyoruz" demediğiniz, hayali bir türbanlı kadınla bebeğine gösterdiğiniz şefkat, koruma ve basın açıklamalarını neden kızımdan esirgediniz? Kızım, kanlı canlı, başı açık olduğu için mi?" Biz, bu sorunun cevabı kadar, geceyle gündüz kadar bölünmüş, birbirinden ayrılmış, ayrıştırılmış, asla iflah olmayacak, kara ipliğin ak iplikten ayrılacağı ana kadar lanetlenmiş bir toplumuz. Bizi bu hale getirenlere fırsat verdiğimiz/vereceğimiz ölçüde de aydınlığa kavuşamayacağımız aşikar. 

Canım vatanımda sapıklık, ikiyüzlülük, riyakarlık, utanmazlık diz boyunu aşmış iyice yukarılara çıkarken, iki gündür, erkek sinek bile görmeye tahammülüm yok. Dolayısıyla, bugünden gayrı gerçek niyetin ne olursa olsun eğer "pipi"n varsa, peşinen, aksini ispatlayana kadar sapına kadar sapıksın ve mesafeni koruyacaksın.

13 Şubat 2015 Cuma

Gerçek Sevgi

Evvelki sene Eylül, Defne'nin yuvadaki ilk günü, alışma günü. Ben içerdeyim, onun beni göremeyeceği bir yerde. Çocuklar bahçede oynuyorlar, Defne de onlarla beraber, birden bir ağlama sesi geliyor. Tanıyorum, Defne'nin sesi bu. Yanına gitmemem gerektiğini bilsem de zor tutuyorum kendimi ve perdeyi usulca aralayarak bakıyorum. Öğretmeni kucağına almış bizimkini, hemen yanlarındaki bir başka çocuğa "Arkadaşlarımızı itmiyoruz Levent" diyor. Demek Levent, Defne'yi itmiş, ağlamanın nedeni buymuş. Defne, öğretmeninin şefkatli kollarında hemen sakinleşiyor. Bense Levent'in yanına gidip ona iki çift laf etmemek için "aklı selim, sakin, olgun anne" rolüme soyunuyorum.

Gel zaman git zaman Levent'in haşinliği devam ediyor. Defne eve geldiğinde Levent'in onu ittiğini söylüyor. Ben de kendimce akıl veriyorum ona. "Arkadaşım yapma" demesini istiyorum, öğretmenine söylemesini istiyorum, Levent'ten uzak başka çocuklarla oynamasını söylüyorum. Günler birbirini kovalarken, nasıl oluyor bilemiyorum ama Levent'le bizim kız çok iyi anlaşmaya başlıyorlar. Defne'nin bana anlattığına göre birlikte domates eve girip evcilik oynuyorlar. Defne kahvaltı hazırlayan, Levent de yiyen oluyor. Yine Defne'nin anlatımlarından anlıyorum ki Levent, iştahlı bir çocuk, rol dağılımı işte bu yüzden böyle. Sonraları, yuvadan gelen fotoğraflarda bu iki bıdığı yanyana görüyorum. Ve bir sabah Defne'yi yuvaya bırakırken, Levent de babasıyla yuvaya geliyor, bakıyorum babası deniz subayı kıyafetleri giymiş, herhalde Akademilerde olmalı diyorum, malum yuvaya yakın.

Araya yaz tatilinin girmesiyle Defne yuvaya ara veriyor. Bir sonraki sonbahar yuvaya döndüğünde Levent artık yok. Yuvadan gelince bana anlatıyor durumu. Günlerce üstüste "Levent bugün gelmedi" diyor "Levent'le oynamayı özledim, arkadaşım ne zaman yuvaya gelecek" diyor , ben de merak ediyorum neden gelmediğini. "En iyisi öğretmenine sor bakalım" diyorum ki net bir cevap alalım. Ve beklenen cevap geliyor, Levent'in babasının tayini çıkmış, dolayısıyla minik göçmen kuş Levent de yeni ildeki bir yuvaya kaydolmuş. Defne'nin bunu kabul etmesi ve Levent yerine başka bir arkadaşını koyması uzunca bir zaman alıyor. Bazen üsteleyerek bana soruyor Levent'i, "ben de onun yuvasına gitmek istiyorum" diyor. Tabii zamanla bu duygusu hafifliyor ve anca yuva fotoğraflarını açıp baktığımızda ya da Levent'ten bahsedildiğinde hüzünleniyor. Sanki büyük biriymişcesine "ne güzel oynardım seninle arkadaşım nerdesin" diye söyleniyor. Gözleri dalıyor.

Gerçek sevgi üzerine çok düşündüm, çeşitli zamanlarda bloga da yazdım ama bunun ne demek olduğunu Defne'yle öğrendim sanırım. Defne'nin arkadaşlarına, bize, bazı oyuncaklarına ve hayata duyduğu sevgi, bağlılık ve şefkat, birçok şeyin göstergesiydi. Öncelikle kendisinin gerçekten sevilen bir çocuk olduğunun farkında olması ve daha da önemlisi en azından bu yaş itibariyle, içinde bulunduğu sevgi çemberine, değer verdiklerini katabilme yetkisine sahip olmasıydı. Bunlar benim için çok büyük nimetler. Dilerim hayatı boyunca gerçek sevginin kıymetini bilsin, kendisine duyulan sevgiyi bozuk para gibi harcamasın, nankörlük etmesin.

Hakikaten sevgi dediğimiz şey, gayet saf, bir çok başka duygudan ya da istekten ari hislerimiz değil mi? Birbirimizi olduğu gibi kabul etme, iyi niyet ve hoşgörü bekleme, hakkında kötü düşünmeme, sadece yardım istendiğinde değil her daim yanında olma, rahatça sırtını dayama ve hoşça vakit geçirme.

Yarına "sevgililer günü" diyorlar. Oysa ben, yarına Defne'nin yuvasından fikir (ç)alarak, sevgi günü demek istiyorum. Elde kim varsa, kim tüm art niyetlerden ve fesatlıktan uzak olarak sevgi doluysa onu sevmek ve bunu kutlamak. Sevdiklerini unutmamak, onları yok saymamak, her daim yanlarında olmak. İşte yarın, özellikle bunun günü.

Gerçek sevgiyle seven/sevebilen ve sevilen herkesin Sevgi Günü kutlu olsun efendim.....      

   

12 Şubat 2015 Perşembe

Ya hepsi ya hiçbiri?

Pek çok kadın gibi benim için de hayat, anne olmadan önce ve sonra olarak ikiye ayrılıyor. Anne olduktan sonra, hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ne kariyerim ne mesleğim ne sosyal ilişkilerim ne aile bağlarım ne ben. Doğumdan sonra, kitabımın baştan yazıldığını ve bu sefer, önceye nazaran müdahale imkanımın pek olmadığını gördüm. Yön vermek istesem de veremiyordum ya da bazen olduğu gibi kabul etmek daha kolayıma gidiyordu velhasıl günler, aylar, yıllar birbirini kovaladı. Defne 4 yaşını tamamladı bile. 

Defne büyürken, yani hayat hızla akıp giderken çevremdeki kimsenin hayatı benim kadar değişmedi. Ben, anne olduktan sonra işten ayrıldım, arkadaşlarımla neredeyse hiç görüş(e)memeye başladım, sosyal hayattan elimi ayağımı çektim, haberleri en sevdiğim köşe yazarlarını bile takip edememeye/etmemeye başladım, bırak dünyayı ülkemde olup bitenlerden aylarca haberim olmadı. Tek derdim, uyuyup ruhumu yatıştırmaktı ama o bile, yani en insani doğal ihtiyaç bile aile ilişkilerimi temelinden zedeledi, neredeyse hiç kimse benim uyumak istememe anlam ver(e)medi. Böyle mi olmalıydı bilemiyorum, belki evet belki hayır ama olan buydu işte. Artık geri dönüp birşeylere farklı yön veremem. Hepsi benim kararım ve kaderimdi, yaşandı ve bitti. 

Geldiğim bu son noktada, tam da "hiçbiri" olmayı kabul etmiş ve kendim için bir şekilde çıkış noktaları bulmaya çalışırken, yeni kabullenişlerle birlikte bu yazıya rastladım. Paylaşan arkadaşımın elleri dert görmesin, bu yazı bana bir iyi geldi bir iyi geldi. En azından anladım ki önce durum kabul edilecek, sonra aheste beste ama kararlı bir şekilde hayata yeniden yön verilecek. 

"Bayan Hiçbiri" kitabının yazarı Aybike Ertürk'ün ropörtajında ve kitabında değindiği gibi, "hepsini aynı anda yapınca kimse madalya takmıyor". Hakikaten de takmıyor. Üstelik takmadığı gibi bir de yetinmeyip fazlasını, üstelik karşılığını vermeyecek kadar fazlasını istiyor, kendinde hak görüyor. Yani didindikçe, uğraştıkça, çabaladıkça bu "vazifen" oluyor da ektiğini biçmeye ya da aynını görmeye gelince, çoğunlukla havanı alıyorsun. 

Geçen dört sene zarfında peyder pey, kendi adıma, 

- önce avukat olmadığımı kabul ettim. İşten ayrıldıktan sonra neredeyse tüm mevzuat değişti, bildiğim herşey bilmediklerime, öğrenmem gerekenlere dönüştü. Azimli ve özverili hukuk öğrencisi ve ardından genç avukat simam, sisler arasında kayboldu. Avukatlık ruhsatım ve diplomam da yatağın altındaki bazada, pamuk prenses uykusuna daldı. 

- sonra yeterince iyi, istediğim gibi bir anne/eş/aile ferdi olmadığımı kabul ettim. Annelik/evlilik/aile bireyliği serüvenimde defalarca hata yaptım, yapıyorum ve bundan sonra da yapacağıma eminim.

- sonra insan olmadığımı kabul ettim. Bir nokta geldi ki, kızımın uydusu haline geldim. Birlikte yiyor, uyuyor, oynuyor ve okuyorduk. Nerede kalmıştı İş Kulelerindeki konserlerim, arkadaş buluşmalarım, az da olsa kuaför ziyaretlerim, okuduğum kitaplar, yani bağımsız bir canlı olarak ben?

Önemli olan nokta şu ki, yukarıda saydıklarımın hepsini hiç bir zaman aynı anda yapmaya çalışmadım. Sanki yapamayacağımı biliyordum, peşinen pes etmiştim. Bu yüzden tükenmişlik sendromu değil de kaybediş acısı yaşadım. Kendimle ilgili var olan herşeyi birer birer kaybederken, bunu kabul etmek zor oldu, ama oldu, öldürmedi, güçlendirdi. 

Bugün biliyorum ki, hiçbirşey bana gümüş tepside sunulmayacak, ben de eskisi kadar genç, azimli ve itaatkar değilim. Dolayısıyla artık ayağa kalkma, istediklerimi, istediğim kadar almaya çalışma, didinme ve uğraşma zamanı. 

Ya hepsi ya hiçbiri değil de, hepsinden azar azar. Anladın sen onu sevgili okuyucu :)        

 

6 Şubat 2015 Cuma

Yarıyıl "tatili" bitiyor mu dersiniz?

Tatil denince aklınıza ne geliyor? Yaz- kış ayrımı yapmadan genel olarak bu soruyu cevapladığımda, bana öğretilen ve yaşamaya alıştığım "tatil", "çalışma" ya da "okuma" günlerinin rutininden farklı olarak hobilerime, sevdiğim uğraşlara vakit ayırmak, uzun bir süredir biraraya gel(e)mediğim kimselerle görüşmek, en çok da dinlenmek, yani yavaşlamaktır. Saate bakmadan, "hadi çabuk", "acele et" demeden geçirilen bir süredir tatil, yani bana ayrılan zaman.

Çevreme baktığımda, yarıyıl tatili öncesi, okulu bu tatile tabi çocuğu olan tüm velileri bir telaş aldı. Bu telaş, sadece "çocuğu kime bırakacağız?" haklı sorusundan ibaret değildi. "Çocuğu nasıl eğleyeceğiz, hangi faaliyetleri yaptıracağız, falancanın çocuğu filanca yapacakmış aman bizimki eksik kalmasın, biz de filan falan yapalım...." vs vs klasik düşünceler, kaygılar, planlar sarmıştı pek çok evi. Hiçbirine haklı ya da haksız diyemem, kimsenin ebeveynlik tercihlerini de yargılayamam ama benim düşünceme göre bir de çocuğun gözünden olaya bakmak gerekir.

Aylardır her sabah aynı saatte uyanan/uyandırılan, hızla kahvaltı edip okula yetişen, okuldan sonra da (bazen) çeşitli aktivitelere "sürüklenen", aktivitelerin arasına ödevlerini, banyosunu, uykusunu, çizgi filmlerini sıkıştıran çocuk, adına "tatil" denen ve "kendisine ayrılan bu sürede" aslında ne yapmak istiyor? Ya da aslında neye ihtiyacı var? İşte bu noktada durup biraz da çocuğun gözünden, empati yaparak bakmak gerekir diye düşünüyorum. Belki oyuncaklarını özlemiştir ya da yatağında uzanıp kitap okumayı ya da kek pişirmeyi ya da bir arkadaşını eve davet edip oynamayı ya da büyükannesiyle pazara gitmeyi ya da cama ekmek koyup kuşları beslemeyi yani klasik anlamda "gelişimi" için çok da "önemli" birşey yapmadan sadece ve sadece tatilini yaşamayı...

Oysa bakıyorum, adı "tatil" de olsa birçok çocuk benzer koşuşturmaya devam ediyor. Hızlıca edilen kahvaltı, ardından yetişilen filanca kurs (okul kursları dahil değil), sonrasında sinema, ardından büyükannede yemek, arkadaş ziyareti derken bence bir güne sığdırılamayacak kadar çok aktiviteyle sonunda hem fiziksel hem de duygusal anlamda yorulmuş çocuk. "Mutlu ve eğleniyor" görüntüsünün ardında ne gizli? Peki ya biz yetişkinler, çalışsak da evde olsak da bu süreçte böylesine bir tempo bizi yormuyor mu da "ah bir tatil bitse de okula gitse" havamızı gizleyemiyoruz.

Kendi yarıyıl tatillerimi hatırlıyorum sonrasında. Annem çalıştığı için kardeşimle evde yalnız olurduk çoğunlukla. Kimi kitap okurduk, kimi oynardık, öğlene doğru yemeğimizi yerdik, TV seyrederdik ki o zamanlar (80'lerin ortasından itibaren) çizgi filmler korkunç kıttı, bazen sıkılıp uyurduk, haftada maksimum iki kez büyükbabamın işi yoksa bizi gezdirirdi, sıkılırdık, yaşımız elverdiğince basit ev işlerini yapıp annemize yardımcı olurduk, ödevlerimizi yapardık ve okulumuzun açılmasını iple çekerdik. Ne benim ne de kardeşimin okula giderken ağladığımızı, istemediğimizi, sorun çıkardığımızı hatırlamıyorum. Bunun birazı mizaçsa birazı da sanırım "tatil"in bize kafi gelmesindendi.

Anne baba olmanın bence en zor yanı bir başkası adına karar vermek ve uzunca bir dönem buna zorunlu olmak. Dolayısıyla bir başkası adına verilen "karar"ların ağır sorumluluğu altında, asıl "karar" sahibinin durumunu öncelikle dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum.

"Tatil"in bitmesine 2,5 gün kaldı, yani hiçbir şey için geç değil.    



 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac