Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



29 Mart 2013 Cuma

Lohusalık

İster hurafe deyin ister batıl inanç deyin bence geçmişten gelen her inanışın, uygulamanın ve deyimin altında ufak da olsa bir gerçeklik yatar. Ölümdeki 40'tan ziyade, doğumdaki kırktan bahsetmek istiyorum, yani lohusalıktan, kendi lohusalığımdan...

Hakikaten dedikleri kadar vardı, erken doğum yapmış olmak ruhumu nasıl yaralamışsa, sezaryen dikişleri de acayip zorluyordu beni.

Erken doğum yaptığım için kendimi suçluyordum, keşke daha erken doğum iznine ayrılsaydım diyordum, böyle hazırlıksız yakalanmasaydık 37. haftada diyordum ama ne zamanı geri alabilirdim ne de olanları değiştirebilirdim. Günler geçtikçe zor da olsa bunu kabullendim. Ruhsal olarak da lohusalığın verdiği sıkıntıları yaşıyordum, hormonal değişiklikler, özellikle süt hormonunun etkisi beni daha duygusal yapmıştı. Bunun normal olduğunu bilmekle birlikte, bazen kendime dayanamıyordum, herşeyin bir an evvel eskisi gibi olmasını istiyordum. Ne zaman uyusam kabus görüyordum, gördüklerim o kadar canlı, o kadar gerçekti ki uyumaya korkuyordum. Hatta bir gece rahmetli annemi görmüştüm rüyamda, harika bir elbise giymişti, gülümseyerek bana geliyordu, kollarını açmıştı, belli ki sarılacak ve öpecekti beni, yüzümü kaldırdım, "anne" dedim ve yüzüm sopsoğuk birşeye değdi, uyandım. Meğer yüzümü kaldırınca salondaki kanepenin arkasına çarpmışım. Kıştı, ev soğuktu, sesime Defne de uyanmıştı... bunun gibi sonu gelmez, acı veren rüyalar yüzünden uykularım çok kalitesizdi. 

Sezaryen dikişleri yüzünden yataktan kalkmakta acayip zorlanıyordum, Defne'yi emzirirken de mutlaka yastık kullanıyordum. Doğumdan önce çok hareketli olan bana, bu durum da batıyordu açıkçası. Kendimi hasta ve aciz gibi hissediyordum. Ve yine dua ediyordum kırk çıksa diye.

Günler öyle geçerken 17. günlük başlayan kolikle, ağlama krizleri ve uykusuzlukla tanıştım. Kötü olmakla birlikte kendi lohusalığımı unutup küçüğümü teselli etme ve uyutma telaşına düştüm. Kırk gün sonra geçer diye boşuna ümitlendiğim bu süreç, 4,5- 5 ay kadar sürdü.

Hiçbir blogda lohusalık sıkıntılarının yazıldığını görmedim. Bu yüzden de sadece benim sanıyordum bunları yaşayan, ama arkadaşlarımla konuştukça öğrendim ki çoğu kadında yaşanan durumlarmış. Ruhsal gel gitler, fiziksel sıkıntılar, bebeğin dünyaya, annenin bebeğe alışma süreci, ailenin ve ilişkilerin aldığı yeni boyutlar.... Yani 40 diye boşuna söylememiş eskiler. Amma velakin acı gerçektir ki, kırk çıkınca da sihirli bir değnek herşeyi düzeltmiyor, sadece hayatı kolaylaştırıyor.

Bu yazının, lohusalık sıkıntıları yaşayan tüm yeni annelere ışık olmasını diliyorum... Benim o dönem bulmakta çok zorlandığım ışık....

28 Mart 2013 Perşembe

Bir İleri Bir Geri

Bir ileri bir geri, yılda iki kezdir bu uygulama. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" adlı romanı gelir aklıma her sene... Yaz saati- kış saati uygulamasından bahsediyorum, hani önümüzdeki pazar yaz saatine geçeceğiz ya ...

"Enerji tasarrufu", "dünya saatlerine uyumlu olma" vs. gerekçe ne olursa olsun, Defne'den önce hiç umursamadığım bir ayarlamaydı bu. Üstelik kışa girerken yapılan ayarlamada bir saat fazla uyumanın, yaz saati uygulamasında da hava aydınlıkken işten çıkmanın keyfini sürerdim. Ne olacaktı ki?

Peki Defne'den sonra ne oldu? Malum uykusuz/ uykuyu sevmeyen/ hassas uykulu bir küçük bebek, şimdilerde kız çocuk olan 27 aylık canavar Defne, yılda iki defa yapılan bu uygulama ile rayından çıkmış bir trene dönüşüyor ve beni de dönüştürüyor.  Evi Nazi Kampına dönüştürmek suretiyle zar zor kurduğum ve canım pahasına korumaya çalıştığım uyku düzeni yerle bir oluyor, başladığımız noktaya geri dönüyoruz. Üstelik bu seneki uygulama, tam da benim "yeni bir uyutma stratejisi" geliştirmeye başladığım ilk haftanın sonuna geliyor. Kontrol ve düzen delisi ben, neden takvimleri önceden kontrol etmedim, bilemiyorum, hata işte :)

Velhasıl, pazar gününü, saatleri ayarlamayı, düzenimizin nasıl etkileneceğini görmek için sabırsızlanıyorum. Acaba aranızda var mı bizim kadar çok etkilenen?

27 Mart 2013 Çarşamba

Formama Dokunma !

Üniformama/formama dokunma, "tek tip" diye nitelendirme, o benim kimliğim, beni ben yapan, sokaktaki diğerlerinden ayıran kıyafet ! Ne zamandır aklımda olan bir eleştiri bu. Okullarda üniformanın kaldırılmasını, bu uygulamanın okulun insiyatifine bırakılmasını protesto ediyorum. Üstelik zamanında üniformadan hayli çekmiş biri olarak...

İlkokula başladığım 1984 yılında simsiyah etekli önlüğü giydirdi annem, boğazımı kesen beyaz yakalığı her sabah kavga dönüş taktı. Siyah renk özellikle yazın pişiriyordu beni, hani öğretmenim "siyah renk kışın giyilir, yazın açık renk giyilir" diye öğretmişti. Oysa yaz kış önlüğüm siyahtı, siyah. Karalar bağlamak mıydı okula gitmek demek? Yok muydu şöyle pembeler, maviler, sarılar? Sonraları kardeşim ilkokula başladığında mavi forma giydi, en azından rengi iç açıcıydı. Şimdi düşünüyorum da siyah geç kirlenir diye mi tercih edilmişti acaba? Yoksa küçücük güvercinleri, siyah matem kuşlarına çevirmek için mi?

Sonrasında ortaokul ve lisede kravat taktım. Bildiğiniz kravat. Annem bilmezdi kravat bağlamayı, büyükbabam göstermişti birkaç kez. "Kızlar kravat takmaz" anlayışının neden bizim okulda geçerli olmadığını bir türlü anlamadım, içime sinmedi, ama yine de taktım, hatta "ilerde kocamın kravatını ben bağlarım, bu işte usta oldum" diyecek kadar ileri gittim.

Evet bir rahatsızlığım vardı üniformama karşı ama okulda bir şekilde "serbest kıyafet" ilan edilen günler ne giyeceğimi şaşırıyordum resmen. Hem güzel olmak hem okul gününe yaraşır birşeyler giymek hem çalışan anneli bir evde herşeyin aynı anda temiz ve ütülü olmasını beklemek her zaman örtüşmüyordu. Üstelik, serbest kıyafetle okula gittiğim günler, kendimi okula gider gibi hissetmiyordum hiç. Sanki sinemaya ya da arkadaş toplantısına gidiyorum gibi gelirdi, derslere de konsantre olamazdım. Bir de hiç kimse öğrenciye benzemezdi o günler. Toplama çocuk yuvasını andırırdı okul. Genelde dersler de kaynardı, malum "serbest gün"dü ya adı....

Ne gerekçeyle üniformalar kaldırıldı bilmiyorum ama bence hiç de iyi bir karar olmadı bu.

- Sokakta gördüğümüz çocukların/gençlerin, okullu olduğunu nereden bileceğiz?  Özellikle daha küçük şehirlerde, okulu kıran- sokaklarda sigara içen çocuklar sağdan soldan uyarılmaz mı? "Hadi okuluna", "yakışmıyor o sigara at elinden" filan? Otokontrolü zaten az olan genç birey biraz da toplum korkusuyla yola girmez mi?

- Kıyafetin kadar konuş ! Evet, zaten ayakkabılardan anlaşılıyor insanların mali durumları ama bari üniforma kalsaydı. "Benimki orjinal, seninki pazar malı", "her gün aynını mı giyeceksin", "anneeee ben bugün x tişörtümü giyecektim neden ütülemedin" kavgaları, "falanca arkadaşımın var ben de isterim" inatları, "her gün ne giyeceğim" telaşı, farklı olma özeni neden yaratıldı? Nasrettin Hoca'nın "ye kürküm ye" masalını ne çabuk unuttuk....

- Okulda yabancı var !  Okula giren yabancı, normal şartlarda ilk etapta kıyafetinden ayırt edilir, öyle değil mi? Peki herkesin kıyafeti serbest olunca güvenlik nasıl sağlanacak? Elini kolunu sallayan okula, sınıflara, koridorlara girebilecek mi? Girince neler yapacak?

- Üniforma bir aidiyettir. İnsanın içindeki üniformaya uygun hareket etme duyusunu kamçılar. Üniformayla rahat edemezsin zaten. Göze de batarsın yaptığın anlamsız hareketlerle. Ayıplanırsın, okulunun adını karalamış olursun.

Benim düşüncelerim böyle, acaba şimdinin okulluları neler hissediyor asıl onlara sormak lazım...

26 Mart 2013 Salı

Ben Çocukken

Aslında başka şeyler yazmak istiyordum.... Defne'nin sevdiği oyuncaklar, organik gıda ve etiket okuma, kız çocuk yetiştirmek üzerine okuyup beğendiğim bir yazı... Amma velakin bu akşam birden yağmur bastırdı, durup dururken eşimle çocukluğumuzu konuşmaya başladık seslerimiz titreyerek, anlayacağınız nostalji sardı birden... Gazebo'nun "I like Chopin" diye bir şarkısı vardır bilir misiniz? Çok severim o şarkıyı, dilime dolanıyor kaç gündür. Harika bir piano eşlik eder bu şarkıya. Bir yerlerinde "rainy days never say goodbye" der, beni benden alır, acayip duygusaldır.

Böyle bir ruh halindeyken, hatırladığım ve yaşadığım İstanbul'u anlatmak istiyorum...... Doğma büyüme İstanbul'dayım, yani 1978'den beri buralardayım. Eskilerde olup da şimdilerde olmayan ama hatıralarımda güzel/değişik yerler işgal eden İstanbul manzaralarını/insanlarını/yerlerini paylaşmak istiyorum.

İlkokula giderken mahallemizden geçen patates-soğancı ve domatesçiyi hatırlıyorum. "Beş kilo falanca lira" diye hoparlörde bağırırdı kamyoncu. Kamyonun arka tarafında manuel tartısı ve yığınla patates-soğan-domatesi olurdu. Sesi duyar duymaz, iş yerindeki anneme telefon ederdim, lazımsa alırdım.

Çantasıyla ev ev gezen video kasetçi vardı. Film kiralar ya da satın alırdınız. Sırtında kocaman bir spor çanta, içi ağzına kadar her türlü film dolu. Kardeşim de ben de az film kiralamadık. Demek o zamanlar güven vardı, şimdi böyle bir adam kapıyı çalsa ne yaparım bilmiyorum.

Sokakta ayı oynatan çingene vardı. İşte ondan korkardım ben. Ayının bir gün o zincirlerini koparacağını ve etrafa saldıracağını düşünürdüm. Bir de çingenenin tefine eşlik ederek dans etmesi vardı ki, hakikaten trajik bir sahneydi.

Migros'un mahalle mahalle gezen ve satış yapan otobüsü de vardı. Arkasından biner, alışverişinizi yapar, ön kapıda ödemeyi halledip inerdiniz. Bir de kendine özgü müziği vardı, Migros otobüsünün geldiğini bu müziği duyunca anlardınız.

Annemin işyeri İstiklal Caddesindeydi. Bazı günler beni de götürürdü. O zamanlar İstiklal Caddesi trafiğe açıktı. Bir delisi vardı, sabahın erken saatlernde gördüğümüz. "Allahım" diyerek elektrik direklerine sarılır, öperdi. Onu görünce biraz korku biraz da merakla izlerdim ve haline içten üzülür garipserdim. Annemin işine gittiğim günler, yapmayı en sevdiğim şey, çaycıya sipariş vermekti. O zamanlar, şimdinin iğrenç çay/kahvesini yapan otomatlar yoktu. Çaycılar vardı. Hep ıhlamur içmek isterdim. Annemin çekmecesinden sarı renkli markaları çıkarmasını hayranlıkla izlerdim. Sarı marka ıhlamuru, kırmızı çayı, kahve rengi/siyah da kolayı ve kahveyi temsil ederdi. En büyük hayallerimden biri, büyüdüğümde annem gibi iş kadını olmaktı, böylece kendi markalarım olacaktı. Bir diğer sevdiğim şeyse, annemle işe gittiğimiz günler öğle yemeklerini yediğimiz lokantaydı. İstiklal caddesinin ara sokaklarından birinde annemin, "Bulgar göçmeni" dediği, saçları akça pakça amcalar çalışan bir tavukçu vardı. hayatımda yediğim en güzel tavuk pilavları pişirirlerdi, yumulurdum resmen.

Yazları büyükbabamla Büyükçekmeceye giderdik. O zamanlar Marmaraya/Boğaza tereddütsüz girebilirdiniz, kolibasilmiş, mikropmuş vesairmiş yoktu. Pırıl pırıldı deniz. Kıyıda siyah minik balıklar ve kum balıkları yüzerdi, annemle yakalar, bir kovaya koyar ve sonra salıverirdik. Denizde bol bol gelgit olurdu. Bu hareketin ardından kalan deniz kabuklarını toplamak çok hoşuma giderdi. Bir de deniz tamamen yumuşacık kumdu, yosun filan yoktu. Hatta denizanasıyla bile çok yıllar sonra tanıştık.

Masa tenisi oynamayı çok severdim. Öğleden sonraları saatlerce oynayabilirdim, hatta küçük yarışmalara katılıp ikinci üçüncü olduğumu bile hatırlıyorum. Acaba şimdi denesem yine başarılı olur muyum, yıllar var masa tenisi oynamadım.

Etiler/Nispetiye caddesi şimdiki gibi kafelerin, banka şubelerinin, lokantaların istilasına uğramamıştı. Genelde mesken olarak kullanılan villalardı onlar, bahçelerinde ağaçları olan. Büyükbabamla yürüyüşe çıktığımızda, selamlaşırdık balkonda oturan sakinleriyle, demek herkes tanırmış birbirini.

Şu an Akmerkez'in ve Cevahir'in olduğu yerlere defalarca sirk kurulmuştu, annem götürmüştü beni. Hayvanları kah üzülerek kah merakla seyretmiştim, cambaz gösterileriyse yüreğimi ağzıma getirmişti. Akmerkez'in açılması bizim için büyük olaydı, liseye başlamıştım o yıl. Etiler trafiği felç olmuştu, halen de öyledir.... Ataköy Galeria ise tam bir fenomendi çünkü içinde Fame City adında bir oyun merkezi vardı. Kardeşimle oraya bayılırdık, nadiren de olsa giderdik.

Hele Mc Donalds'ın Taksim'deki ilk şubesinin açıldığı gün ve Burger King'in Etiler'de şube açtığı günü unutmayacağım. Mc Donalds'ın ilk şubesi Taksim'de açılmıştı, bir haftasonu annem, kardeşimle beni götürdü. Sanırım ilk kez hamburgerciye gidiyorduk, nasıl birşeydi merak içindeydik. Menülerimizi aldık tam yiyeğimiz sırada dışarıda protesto gösterisi koptu. ABD malı olan Mc Donalds'ı protesto ediyorlardı. 1960'ların sonunda üniversite olaylarında hukuk fakültesinde okuyan annem, panik oldu haklı olarak, hemen kardeşimle beni cam kenarından uzaklaştırdı. "Keşke gelmeseydik" filan dedi ama kardeşimle ben mutluyduk halimizden. Hem zararlı ve lezzetli şeyler yemiş hem de menüden çıkan oyuncaklarımıza kavuşmuştuk. Burger King ise ağır gelmişti, bir daha gelmeyelim demiştik....  

Bu liste, düşündükçe uzayıp gidecek sanırım. Hayli uzun bir yazı oldu, dayanıp sonuna kadar okuyabildiyseniz hatıralarımı paylaştığınız için teşekkür ederim...

Güle Güle Kilolar !

Beni tanıyıp bu siteyi okuyanların, başlığa güleceğinden eminim. Çünkü benim için slogan, "gelsin kilolar, gitsin kemik görünüm olmalı". Metabolizmama ve genetik mirasıma şükür 35 yıllık hayatımda asla kilolu olmadım. Sadece, avukatlık stajı yaptığım sene ideal kilomdaydım, sonrasında iş hayatı koşuşturma, evlilik derken ideal kilomdan da düştüm. Keşke bir şekilde ideal kiloma geri dönebilsem diyeceğim ama içinde bulunduğum yaşam şartlarında bu oldukça zor gözüküyor.

Her ne kadar genetik miras, metabolizmamın hızlı çalışması desem de sonuçta "yiyen insan kilo alır" gerçeği gözardı edilemez. Evet, bazı insanlar genetik olarak şişmandır, kolay kilo almaya meyillidir ama eminim bunun da önüne geçmenin yolları vardır. Ve bu yollar kesinlikle ölüm diyetlerine girmek, bir hafta agobun kazı gibi yiyip ertesi hafta sadece yeşil çay ve salataya talim etmek değildir.

Ukalalık gibi gözükmesin ama çevremde kilosundan şikayet eden çoğu kimsenin kendi durumuna (yaş, yaşam şekli, sağlık özellikleri vs) uygun beslenmediğini ve özellikle hareketsiz bir yaşam sürdüğünü üzülerek görüyorum.

Eğer insan; yakabileceğinden fazla hamur işi ve tatlı tüketiyorsa, fast food eğilimi varsa, yemek saatleri hep olmadık saatlerse, kendisine uygun hareketli bir hayat benimsemiyorsa "ne yesem yarıyor şekerim" dediğinde komik olmuyor mu sizce de?

Demek istediğim; kendimizi sevdiğimiz gıdalardan mahrum bırakmak değil, vücudumuzu tanıyarak, neyi ne kadar yememiz gerektiğini bilip ona göre hareket etmek ve mümkün olduğu kadar fiziksel aktivitede bulunmak. Fiziksel aktivite illa spor salonuna gitmek, hamster misali spor aletlerinde zıplamak da değil. Çocuğunuzla aktif olarak parkta/bahçede vakit geçirmek, ev işi yapmak, yakındaki markete arabasız gidip torbaları eve taşımak da hareket etmektir. Daha doğrusu hem hareket etmek hem iş bitirmektir.


Bir de arkadaş toplantılarında, davetlerde "hayır" demek gerekir ki, maalesef misafirperver Türk insanı bizler için bu büyük "hakaret" demektir. İnsanın, davet edildiği yerde hiçbirşey yememesi bence de çok ayıptır, ev sahibine saygısızlıktır, ama yediklerini sınırlaması ve bunu uygun bir dille açıklaması yeterli olmayacak mıdır? Yani bir dilim börek, azıcık salata ve ince bir dilim kek hem misafiri doyurur hem de ev sahibini mutlu eder öyle değil mi? Tabii amaç çatlamak ve çatlatmak değilse ....

Velhasıl yaz geliyor, sahiller eşofmanlı hanımlarla doldu taşıyor, televizyonlarda bikini diyeti önerileri gırla gidiyor. Hadi bu sene bir değişiklik yapalım ve diyeti hayatımızdan çıkararak, dört mevsim sağlıklı beslenmeyi ve sporu hayatımıza sokalım, ne dersiniz?

25 Mart 2013 Pazartesi

Yapması Bedava

Duyduğumda ağlasam mı, isyan mı etsem bilemedim, sonunda çareyi boşverip geçmekte buldum, elimden hiçbir şey gelmez, Türkiye'nin dört bir yanında eminim bunun gibi hikayeler çok, sandığımızdan çok... Tek düşündüğüm, "üç çocuk yapın" demenin kolay olduğu. Çünkü yapması bedava aslında, iş bakmakta/yetiştirmekte bitiyor.

Yeni evli karı koca 22-23 yaşlarındalar. Kız manikürcü, erkekse kargo şirketinde kurye olarak çalışıyor. Kızın ilk hamileliği, doğum için hastaneye gidiyorlar. Doktorun tüm uarılarına rağmen, kız "normal doğumda" ısrar ediyor, doktor diretiyor, sakıncaları anlatıyor. Kız, nuh diyor peygamber demiyor ve işte hikayemiz burada başlıyor, İstanbul'un göbeğinde.....

Doğuma alıyorlar kızı, uğraş didin derken olmuyor işte, kız yine kararında diretiyor, sonunda doktor vakumla alıyor bebeği. Bebeğin boynu ve kollarından biri ciddi şekilde zedeleniyor, "bir ihtimal düzelir ama fazla umutlanmayın sakat kalma olasılığı daha fazla" diyor doktor. Kız, başını öne eğiyor, "Allah'tan" diyor, utanmadan.

Eve dönüyorlar, bebek durmaksızın ağlıyor, taze anne bebeğini emzirmek istemiyor, "göğüslerim acıyor", "sütüm yok zaten" diye geveliyor ağzında. Kayınvalide (ki 6 çocuk büyütmüş kendisi), kızın annesi, eş dost ev kalabalık. Kızı ikna edemiyorlar bir türlü. Veee onca insan, onca çocuk yetiştirmiş "tecrübeli" kadın, bir olup bebeğe, yeni doğmuş bebeğe inek sütü veriyorlar. Her ağladığında veriyorlar, bebek ağladıkça ağlıyor, uyumuyor, huzursuzlanıyor, bir de ishal oluyor inek sütünün üzerine. Yetmiyor, belki yatışır diye bal veriyorlar yeni doğmuş bebeğe. Neticede, iş zıvanadan çıkıyor, bebek artık zapt edilemez durumda. Zaten sakat kaldığı yetmiyormuş gib, yeni doğmuş midesine inen litrelerce inek sütü ve ağzına tıkılan balı hazmedemiyor. Apar topar hastaneye gidiyorlar, bebeği kapıyor doktorlar. Hemen acile, hemen müdahale ediyorlar ve şimdi bebek, küvezde, yanına kimseler alınmıyor, özel bakım uygulanıyor, hayata tutunmaya çalışıyor yavrucak. Merak ediyorum, bu bebek bir şekilde hayatta kalırsa yine ailesine mi teslim edilecek, yoksa çocuk esirgeme kurumu mu sahip çıkacak, malum aile dediğim bu işte, cahiller güruhu...

Herkes ağlamaklı, "keşke döner ekmek bir de kola verseydiniz" diyeceğim gelmişti hikayeyi duyduğumda, "çocuklar sever döneri ! " Her köşe başında bir sağlık ocağı varken, sağlık ocağı parasızken, neden bu cinayeti işlediğiniz diye sarsasım geliyor koca koca kadınları. Bu kadar mı cahilsiniz, bu kadar mı bilmiyorsunuz, cehaletinizden bu kadar mı korkmuyorsunuz. Bir o kadar laf da kıza tabii, insan öğrenmez mi bebeğe nasıl bakılacağını, sağlık ocağına gitseydin hemşireler anlatırdı sana....

Şimdilerde daha meraktayım, işin bütün detaylarını çarşamba günü teyze bize temizliğe geldiğinde öğreneceğim, yüreğim kaldırdığı kadar- telefondan arta kalan tüm detayları soracağım. Evet, bize temizliğe gelen teyzenin torunu bu bahsettiğim bebek, cehalet bu kadar aramızda yani.... Ve bu "yapması bedava" kafalı, hata olunca "Allah'a" havale etmeyi çok iyi bilen güruhun kararlarına göre idare edildiğimizi üzülerek kabulleneceğim.

22 Mart 2013 Cuma

"Masal"lar

" Otobüsteyim, saatlerdir yoldayız, sanki hiç varmayacakmışım gibi. Etraf tenha, her yer çöl gibi. Yol yer yer bozuk. İçimin ürpermesini gururuma, kendime yediremiyorum. Dedikleri gibi ben artık korkmam, üşümem, acıkmam, hastalanmam. Saçlarınızı kestirmeyin demişlerdi, büyük bavul taşımayın yanınızda, yanınızdakilerle samimi olmayın, ne amaçla gittiğinizi söylemeyin. Sanki dünyanın bür ucuna hafiyelik için gidiyorum. Bir dakika o da ne? Eli yüzü sarılmış adamlar, ellerinde kalaşnikoflar. Otobüs duruyor, herkes ellerini kaldırıyor. Kimlik kontrolü.... Ya asker olduğum anlaşılırsa? Ailemi, evimi bir daha görebilecek miyim? Yakapaça otobüsten indiriliyorum...... "

" Mesleğimi severek ve isteyerek seçtim. Mezun olduktan sonra da memleketimde hizmet vermek istedim, gönüllü doktor olarak geldim buraya. Alıştığım gibi kerpiçten bir evdeyim, birkaç arkadaş birlikte kalıyoruz, kimimiz öğretmen, kimimiz doktor, veteriner. Öyle mükemmel değil ama idare ediyoruz işte. Önemli olan memleket aşkı değil mi? Günlerdir huzursuz buralar, inşallah bulunduğumuz yere değmez diyeceğim ama kim bilir? Yatmak üzereyiz, yarın ders var. Birden kapı çalıyor, açmak istemiyoruz ama içeri dalıyorlar resmen. Ellerinde kalaşnikoflar, yüzleri sarılı. Önlerine katıyorlar bizi. Gecenin bir yarısı kimsenin ruhu duymadan karanlığa karışıyoruz........"

" Küçük siyah araba virajı hızla aldı. Biliyorum bizim eve geldiğini, bizi bulamayınca komşulara haber bıraktığını. Postaneye gidiyoruz ailecek, acı haberi orada alıyoruz. Canımın içi yaralı kurtulmuş. Ayaklarım tutmuyor, yere çöküyorum ve kendimden beklemediğim bir şekilde haykırarak ağlıyorum. Apartopar eve dönüyoruz, o gece ayağım şişiyor üzüntüden. Annem, canımın içiyle birlikte hastanede. Eve telefon edemiyor, telefonlarımızı dinliyorlar belki, yarım kalan işi tamamlamak canımın canını almak için. Korkmuyorum, tam tersi sokağa çıkıp bağırmak istiyorum, erkekseniz arkadan vurmayın diye. Hayatımız bir daha eskisi gibi olmuyor. Sahilde yürüyüşler, çarşı pazar gezmeleri, başbaşa bir yerlere gitmek, gizli saklıya da başladık. Hep bir tedirginlik var içimizde. Takip ediyorlar mı, nereye gideceğimizi biliyorlar mı, aynı yere asla aynı yollardan gidemiyoruz, gözümüz hep dikiz aynasında. Vatana bunca yıl hizmet etmenin mükafatını alıyoruz hep birlikte...."
  
" Bembeyaz çarşaflara sarılıyım, her yer mis gibi kokuyor. Cennetteyim diye düşünmek üzereyken, morfinin azalan etkisiyle acımı taa derinden hissediyorum. Hafızamı zorlayarak hatırlamaya çalışıyorum, neler olduğunu. Herşey film şeridi gibi, o ben miydim diyorum içimden. Yatak batıyor, kalkmak istiyorum, bacaklarımı oynatmaya çalışıyorum, fark ediyorum ki artık bacaklarım yok, nasıl yani? Yoksa o patlayan bombayla mı.....?"

"Ben arabaya iniyorum, siz arkadan gelirsiniz. Hava soğuk, ellerimi cebime koyuyorum. Arabayı çalıştırırsam bizimkiler üşümez, hem.... Arabaya biniyorum, herşey olağan. Motoru çalıştırıyorum, güüüümmmm....."

" Annemin kucağındayım. Sırtım sırılsıklam. Ne kadar kalabalık burası. Daha fazla ıslanacağımı bilsem bile, iyice siniyorum annemin kucağına, korkuyorum, annem durmaksızın ağlıyor. Yanımızda bir hemşire var. Yoksa aşı günü mü, eyvah ! Büyükçe bir kutu getiriyorlar, kadınlar avaz avaz bağırıyor, annem yere düşüyor, kucağındaki beni sıkıca tutarak. Hemşireler yetişiyor. Annemin elinden kurtulup o kocaman kutunun yanına gidiyorum. Babam gözlerini dikmiş bana bakıyor, başında şapkası. Korkuyorum, beni kucağına al baba diyorum; cevap yok. Bir daha söylüyorum, sonra bir daha, bir daha. Dedeciğim koşuyor imdadıma, vah evladım, küçük yetimim diyor, beni o kucaklıyor. Yetim ne demek?......"  


Günceme başlarken, blogumun asla ve asla siyaset içermeyeceğine karar vermiştim. Büyük konuşmamak lazımmış. Kaç gündür, hatta belki aydır kafamda döne döne uçuşan düşünceler yüzünden, bugün bir istisna yapmaya karar verdim. Son bir haftadır daha bir gündemde olan "açılım", "sayın Öcalan", "İmralıyla müzakere" haberleri ve son olarak dün yapılan kutlamalar bende bu isteği kamçıladı.

Çünkü fark ettim ki, "Köy yanar, deli taranır" misali bahardan, seyrettiğim filmlerden, biricik kuzumdan, yemeklerden bahsediyorum. Sanki bizim köyde herşey olağanmış gibi. Belki de olağandır herşey, ters olan benimdir, bunu da tarih gösterecek....

Blogum herkese açık, bu yüzden ne tip geri dönüşler alacağım bilemiyorum ama şunu söylemek isterim ki, bir gün gelip terör dediğimiz o korkunç savaşın sona ermesi için, terörist başı dediğimiz adamla yasal varlığı olan devletimin masaya oturacağı, birşeylerin aniden kötü- diğer şeylerin aniden mübah sayılacağı aklımın ucundan geçmezdi. Hani terör, terör örgütü kurmak, finanse etmek suçtu? Daha basite indirirsek, sistemli olarak insanları öldürmek, maddi tahribatlar vermek, ülkeyi bölmek istemek suçtu? Devlet, suçluyla masaya oturur mu? En basitinden bu durum kamu vicdanını nasıl etkiler?

Kamu vicdanını bilemem, herkesin gönlü kendine ama terörden öyle ya da böyle etkilenmiş bir insan olarak ve etkilenmiş kesime yakın olarak vicdanımın bu son durumu kaldıramadığını söylemek istiyorum. Ve şunu vurguluyorum ki, evet terör bitmeli, kan akmamalı, huzur ve refah olmalı. Peki bunun yöntemi suçlu dediğimiz kişilerle masaya oturmak mı, başka yolu yok muydu?

Özellikle ben yaşta olup TRT 1'deki "Anadolu'nun içinden" programıyla her gün ilkokul dönüşü terörden taranmış bebek fotoğraflarını seyrederek büyüyen eskinin "çocukları" zamanın "büyükleri" olarak, bu acıları (pardon "masal"ları) yaşamış/yaşamakta olan kalplere ne diyeceğiz?

Bu yazı, doğum tarihini bilmeyen, ama evlilik yıldönümünü (25 Mart) kendisine doğum tarihi olarak seçip son nefesine kadar mutlulukla kutlayan canım Büyükbabam içindi, rahmetle....

21 Mart 2013 Perşembe

Beni Ben (mi) Delirttim?

"Bir yazı okudum ve hayatım değişti" desem, sanırım biraz abartmış olurum. Bir yazı okudum ve kendimin daha çok farkına vardım, bu sefer de neden/nasıl böyle olduğumu, önce en sonra uzak yakınlarıma hayatı nasıl yaşattığımı sorguladım.

Bahsettiğim, Hürriyet'in Kelebek ekinde yazan Dr. Başak Demiriz'in bir yazısı. Okumak isterseniz linki burada. Yazı, aslında tam olarak beni anlatmıyor, Allah'tan bu kadar vahim bir durumda değilim ama biliyorum ve kendimi frenlemeye çalışıyorum ki, biraz kontrol delisi ve mükemmeliyetçiyim. Kendi içimde zaman zaman çelişsem de böyleyim. Lakin, insanın noksanını bilmesi kadar iyi birşey yok sanırım, biliyorum, kabul ediyorum ve kendimle savaşıyorum, bence şimdilik yeterli.

Kontrol delisiyim; çünkü hayat bana gösterdi ki işler kontrolümden çıkınca her seferinde birşey ters gidiyor. Bu yüzden yedekliyorum, programlıyorum, önceden düşünüyorum, alternatif üretiyorum, risk almıyorum. Veee bunları yaparken çok çok çok yoruluyorum. Çevremdekiler (itiraf etmeseler de biliyorum) bazen garipsiyor, bazen takdir ediyor, bazen bunalıyor bu halimden. Ama ben buyum.

Mesela KDV zarfı doldurulan zamanlar, bu işi teslim gününe bırakmaz, yıl içinde haftada bir gün oturup o haftanın fişlerini yazardım. Böylece teslim zamanı geldiğinde fişlerim hazır olurdu. Ya da haftalık mutfak alıverişi listemi hep hazır tutarım. Semt pazarı/market/kasap olarak ayırırım, asla hafızama güvenmem. Bir zamanlar üniversite arkadaşlarımın dalga geçtiği, ama çalışmaya başlayınca birer tane edindikleri cep ajandam bile vardı. Şimdi evde olduğum için o kadar detaylı ajanda tutmama gerek olmamakla birlikte masaüstü takvimim ve buzdolabım üzerinde "yapılacak işler" listesi durmaktadır. Eşimin "görüldüğünde imha edilecek liste" olarak adlandırdığı bu listede yazılı birşey kaldı mı içim bunalır, hepsini bitirmek isterim. Defne'nin gideceği anaokulu ve ilköğretim okulunu da kafama koydum, aksilik olmazsa o iş de programa bağlandı. Hayır hiperaktif değilim, sadece "bugünün işini yarına bırakmam." Bıraktığım her zaman ters gider ve ortada kalırım çünkü.

Mükemmeliyetçiyim; bu düşüncemle çelişse bile biliyorum ki aslında mükemmel diye birşey yoktur. İyi, daha iyi, en iyi onun da sonu yoktur; ama yaptığım işi kendimce iyi yapmak isterim. İyi yapamayacağım bir işe baştan kalkışmam. Eğer kafama koyduysam mutlaka ve mutlaka ne pahasına olursa olsun elimden gelen en iyisini yaparım.

Böyle olmamın sanırım en büyük nedeni ailemden gördüğüm ve yetiştirildiğim şekil. Büyükbabam her yaz tatilinde bana günlük programımı sorardı. İlkokulda bile belli bir programım vardı. Günü 8'er saatten 3'e bölerdim. Uyku, oyun ve ders. Tabii motomot 8 saat değil ama bu şu demekti, "Gün, hep aynı işle uğraşmak için çok uzundur. Saatleri bölüp verimli kullanırsan hem dinlenirsin, hem eğlenirsin hem de öğrenirsin." Ders çalışmak demek illa ders kitabını eline almak demek değildi, roman da okunabilirdi ya da belgesel seyretmek, el işi yapmak, resim yapmak da dersten sayılıyordu. Eğlenmek kavramı da çok genişti, illa arkadaşlarımı topladım coştum değil, parkta oynadım/ şarkı söyledim/ eş dost ziyaretine gittim de bunlara dahildi.

İşin özü, daha küçük yaşta zamanın boşa harcanmayacak kadar değerli olduğunu, günü dolu dolu yaşamanın zevkini, program yapmanın önemini öğrendim, anladım ve bu bende bir alışkanlık oldu.

Diğer yandan annem, kardeşim ve benim iyi yetişmemizi isterdi. Bu, sınıf birincisi olmak, kupaları toplamak değildi. Elimizden gelenin en iyisini yapmamız, tam çaba göstermemiz, gayret etmemiz onun için ölçüydü. Mesela bilirdi ki ben ne kadar çalışsam da Fizik ve Kimya derslerim hep kıt kanaatti, ama İngilizce ve Matematikte harikalar yaratırdım. Bu yüzden üstelemezdi ama hep derdi ki, "elinden gelenin en iyisini yap, en azından dene/kendine bir şans ver, olmazsa da olmasın bırak".

Bu şekilde yetiştirildiğim için mutluyum, bazen hayatı kendime de çevreme de zehir etsem mutluyum, çünkü öbür türlü kendimi havada uçan bir balon gibi hissediyorum. Yine de bahsettiğim yazıyı okuyunca daha bir fark ettim, abartmamam gerektiğini bir kez daha gördüm, sınırda olmadığım için dua ettim.

Şimdi blogumu kapatıp facebook'a girme zamanı, hoşçakalınız :)

20 Mart 2013 Çarşamba

Pabucum Dama Atıldı (mı?)

Bir cumartesi sabahı, Defne'nin "anneeeee, ben uandııııım, geeeeel" sesiyle uyanıyoruz. Eşime, Defne'yle ilgilenmesini, kahvaltı hazırlayacağımı söylüyorum ve mutfağa geçiyorum. Haftasonu ya, daha teferruatlı bir kahvaltıyı hak ediyoruz hepimiz. Mutfakta hazırlık yaparken, bir yandan eşimin kalktığını ve Defne'nin yanına gittiğini takip ediyorum, tulumu çıkıyor, günlük elbisesi giydiriliyor, bezi değişiyor ve sonra ortalık sessizleşiyor. Üstelik derin bir sessizlik. Önce dikkate almıyorum, hummalı çalışmama devam ediyorum, sonra iyice meraklanıyorum, hani baba neyse de defne'nin bu kadar zaman sessiz kalması imkansız. Çaktırmadan Defne'nin odasından başımı uzatıyorum. Bir de ne göreyim? Bizimki babanın kucağına oturmuş, babanın elinde tarak Defne'nin saçı taranıyor. Geldiğim gibi sessizce kayboluyorum odadan, aralarındaki ahengi bozzmak istemiyorum. Lakin bir yandan da düşünüyorum, Defne saçlarını bana asla ve asla taratmaz, ne yaparsam yapayım, nasıl yaparsam yapayım bana engel olur, kaçar, elleriyle başını kapatır ve sonunda beni pes ettirir. Oysa konu baba olunca, herşeye izin var.

Bir diğer örnek de bez değiştirme konusu. Babayla üç dakika süren bu iş, benimle 15 dakikaya varabiliyor. Çeşitli numaralar, benden kaçmalar, tekme savurmalar derken bez değiştirmek benim için kabusa dönüyor. Oysa baba oldu mu, mumya misali yatılıyor ve pür dikkat baba seyrediliyor.

En vurucusuysa, Defne'nin yeni traş olmuş babasını kokladıktan sonra "baba kokusu güzelmiş" demesi oldu, kulaklarıma inanamadım, hayatımda böyle iltifatı ne ettim ne de duydum desem abartmış olurum :). Bu nasıl bir aşktır ya rabbim?

Ha, bir de babayı punduna getirip normalde yasak olan şeyleri yaptırmak var ki, henüz 27 aylık Defne bunları yapabiliyorsa, ileriki yaşlarını hayal bile edemiyorum. Mesela bahçede, ben yanlarında yokken en çamurlu yere girmek; günortasında Ipad'den oyun oynamak vs.

Şikayetçi miyim, kıskanıyor muyun? Tabii ki hayır. Bilasik ikisinin bu halleri hoşuma gidiyor. Defne'nin benimle de babasıyla da iyi, dengeli ve sevgi dolu ilişkiler içinde olmasını istiyorum. Kabul ediyorum ki, baba, kız çocuk için candır, kahramandır.

Amma velakin akşam olup uyku saati geldiğinde, Defne hatun küçük poposunu babasına çevirip kucağıma yuva yaptığında, mis mis beni kokladığında, dikkat çekmek isteyen babasına omzu üzerinden küçük bir bakış atıp hemen arkasını döndüğünde hain hain zaferimi kutladığımı inkar edemeyeceğim.

19 Mart 2013 Salı

"Baba"sız Çocuklar

Bazı çocuklar, babasız büyürler. Babaları hayattadır, aynı evi paylaşıyorlardır ama baba sanki "görünmez" dir, hayalettir.

Akşam işten gelir " aç ve yorgun"dur, haftasonu olur "program"ı vardır, gazete okuyacaktır, maç seyredecektir, dinlenecektir. Sıra bir türlü çocuğa gelmez. Aslında o baba da sever çocuğunu, sever ama kendine göre sever. Nasıl gördüyse, nasıl yetiştiyse ona göre sever. "Baba sevgisi" çocuğu "şımartmak"tır belki ona göre ya da "babalar sadece uyurken öperler çocuklarını". Bilirsiniz böyle babaları, belki kendi babanızdan belki eşinizden. Bazı bazı haklı da görürüz, özellikle de anne çalışmıyorsa. Deriz ki, "tüm maddi yük babanın üzerinde, adam bir rahat etsin" ama iş bu kadar basit değildir, çünkü yetişen yemini- suyunu verip çayıra saldığınız bir kuzu değildir, basbayağı bir insandır. Yani ilgiye, sevgiye, farklı bir bakış açısına, karşı cinse ihtiyaç duyan bir bireydir çocuk.

Dr. Başak Demiriz, Hürriyet'in Kelebek ekinde yazıyor, yazılarını ilgi ve beğeniyle takip ediyorum, size de öneririm.

15 Mart tarihli yazısında, "Baba"sız büyüyen çocuklardan bahsetmiş. Aslında babası olan, ama bir şekilde baba ilgi ve şefkatinden yoksun çocuklardan. Yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz. Günümüz koşullarında, dar vakitlerde, bölünen hayatlarda uygulaması ne kadar zor olursa olsun, babaların da mutlaka çocuklarına ilgi göstermeleri gerekiyor. Çocuk bu, nasıl sadece dişi onu meydana getirmeye yetmiyorsa, bakımını ve yetiştirilmesini de tek başına üstlenmeye yetmeyecektir. Ve iş bir yerlerde patlak verecektir. Ya çocuklukta ya yetişkinlikte. Nedeni ne olursa olsun hangimiz çocuğumuzun mutsuz/güvensiz/sevgisiz olmasını isteriz ki?

Bu yüzden, "babacım ne olur sev beni, ne olur televizyon ya da bilgisayar olmaksızın benimle vakit geçir, parkta salla beni, çiçek toplat, kitap oku, hazır anne yokken yaramazlık yaptırt bana" diyen çocuklarımızı gözardı etmeyelim. Kendi çocukluğumuzu ve babalarımızla ilişkilerimizi bahane etmeyelim. Sonuçta, her nesil bir öncekinden daha iyi olursa gelişme olur öyle değil mi?

17 Mart 2013 Pazar

Son Kahraman (City of War) - şiddetle önerdiğim bir film

Tesadüfen ve hızlıca aldığım bir filmin bu kadar iyi çıkacağını tahmin edemezdim. Eşim de ben de çok beğendik, uzun değil, hepitopu 2 saat. İsterseniz bizim gibi, ikiye bölüp iki akşamda seyredebilirsiniz.

Gelelim konusuna; film, gerçek bir hikaye; John Rabe'nin, ikinci dünya savaşı sırasında Çin'in Nanking şehrinde 200.000 insanın hayatını nasıl kurtardığı, bir nevi "Schindler's List" gibi düşünebilirsiniz.

Filmi seyrederken, bir kez daha "savaş"ı gördük. Hiç bilmediğimiz savaşın gerçeklerini, acımasızlığını, insanın "insan"lıktan nasıl uzaklaştığını, içindeki canavarı nasıl ortaya çıkardığını.... ve günümüzde halen süren savaşları düşünerek içimiz buruldu. Kim bilir, yıllar sonra belki bunların da filmleri çekilecek, yeni nesiller barış içindeki bizlerin neden savaşları durdurmak için birşeyler yapmadığımızı soracaklar kendilerine ve fark edecekler ki, onların da zamanında savaşlar var ve hiçbir şey yapamıyorlar engel olmak için.

"İnsan insanın kurdudur" derler ya, ben çok doğru bulurum bu sözü. İnsan kadar doyumsuz varlık yoktur, insan kadar kendini üstün gören, daima en fazlasını, ihtiyaçlarından bile fazlasını isteyen, hep hakim ve egemen olmak isteyen.. işte bu yüzden bitmeyecek savaşlar ve en çok acıyı çocuklar çekecek, hiç hak etmedikleri halde.

John Rabe'yi, Japonya'nın Çin'i işgal ettiğini, ikinci dünya savaşının bu uzak coğrafyasında bile acıların ortak olduğunu filmin sayesinde öğrendim.

John Rabe'nin hayatının en trajik yanı 1950'de sefalet içinde ölmüş olması, bu kısım filmde anlatılmıyor. Ve Nanking halkı onun için para topluyor, her ay taa Almanya'ya erzak gönderiyor, ama tabii yeterli gelmiyor tüm bu yapılanlar. John Rabe'nin daha detaylı hayat hikayesini Vikipedi'nin İngilizce sayfasında bulabilirsiniz.   (maalesef Türkçesinden daha zengin)

15 Mart 2013 Cuma

İtiraf ediyorum

Sanırım hayatımdaki en büyük pişmanlıklardan/keşkelerden biri Defne'ye kardeş yap(a)mayacak olmam. Daha evvel burada yazmıştım nedenlerini, niçinlerini, şimdi gelelim bu kararımdan ötürü neden pişman olacağıma...

Tek çocuk ben merkezcidir, yani bencildir. Çevremde gördüğüm, yaşı ne olursa olsun tüm tek çocuklar öyle. Ha istisnaları vardır belki, ama henüz onlarla karşılaşmadım. Tek çocuk, paylaşmayı bilmez, kolay kolay da öğretemezsiniz. Ebeveynlerinin/akrabalarının merkezi olmuştur hep, gak demiştir guk demiştir, olmuştur, sırasını beklemeyi, fedakarlık etmeyi bilmesine gerek olmamıştır hiçbir zaman. Bu yüzden tek çocuklar, hep "ben" diye başlarlar cümlelerine, asla "biz"e geçemezler. Hayatları kendi merkezlerindedir çünkü. Kendi duyguları ve ihtiyaçları vardır ama çevrelerindeki benzer durumlara aynı hassasiyet ve önemle yaklaşmazlar. Ben yoruldum, ben istemiyorum, ben ben ben... sonsuz bir ben'dir akıp giden.... "hani bana" diyesim gelir, derim kavga çıkar, demem bu sefer de denge olmaz ilişkide :) Dolayısıyla Defne'nin bencil olması kaçınılmaz bir sonuç olacak. Daha şimdiden gak gak, guk guk. Belki azıcık da benim elimdedir, nasıl çözsem ki?

Tek çocuk, şımarıktır. Ben merkezciliğin kaçınılmaz sonucudur bu. Her istediği olan bir insan şımarmasın da ne yapsın?

Hep kötüleyecek değilim ya, üzülürüm de tek çocuklara...

Başta ana babalarını sonra da diğer büyükleri çekiştirecek, onlarla eğlenecek, çeşitli oyun ve kurnazlıklar kuracak bir ekipdaşları yoktur. Tek başlarına sıkılırlar, tek başlarına eğlenirler (ona ne kadar eğlenmek denirse), tek başlarına oyun kurarlar (tek kişilik oyun bence eşittir kabustur), tek başlarına üzülürler.

Ve bir gün ana babaları göçüp gittiğinde eski günleri yad edecek, başlarını dayayıp içten gözyaşları dökecek, dertleşecek bir omuz bulamazlar. Ana babayla birlikte tüm geçmişleri de sonsuzluğa yolculanır.

Tek çocuklar yalnızdır bu yüzden. Hep büyüklerin dünyasındadırlar, kendi küçük dünyalarını paylaşacak kimse yoktur en yakınlarında.

Oysa ben, Defne'nin bencil/yalnız/şımarık bir çocuk olmasını istemiyorum. Biraz daha büyüdüğünde bana ve babasına, neden kardeşi olmadığını sormasını istemiyorum. İstemiyorum istemiyorum da, elimde anahtar varken neden çözmüyorum bu sorunu? Çünkü hayatımda ilk kez, gayet bencil olarak kendimi düşünüyorum da ondan. Hayatımda ilk kez kendi adıma bahane üretiyorum da ondan. Yaşım ilerledi diyorum, bir kez daha uykusuzluk, sütüm yetiyor mu, kolik vs sıkıntıları çekmek istemiyorum, tam başımı biraz kaldırıp sosyal hayatıma (belki iş hayatıma) geri dönmek üzereyken sil baştan başlamak istemiyorum da ondan, bu sefer iki çocukla Don Kişot misali uğraşmak istemiyorum da ondan... ve sanırım en büyük nedenlerinden biri, çevremde herkesin ama herkesin tek çocuk yapmış olmasından. İlerde onca bencil-şımarık- ben merkezci insanın arasında Defne'nin bocalamasını istemiyorum, varsın o da bu kervana katılsın.

Zaman, tek çocuk zamanı. Çünkü yeni zaman bencil olma zamanı ve ben, ilk kez bu kurala uymaya karar veriyorum hayatımda. İleride pişman olacağımı bile bile.

İtiraf ediyorum, çocuktan sonra ben de olabildiğim kadar/kendimi zorladığım kadar "bencil"im. Hadi bu da başka bir yazının konusu olsun !

14 Mart 2013 Perşembe

Takvim Yaprakları Baharı Gösteriyor !

Bir zamanlar Saatli Maarif Takvimi alırdık her sene, büyükbabam bayılırdı, sayesinde ben de. Orada yazardı tüm olacaklar. "Kocakarı Fırtınası" derdi mesela, oysa hava günlük güneşlik, gülüp eğlenirdim büyükbabamın gözünün içine bakarak, o ise "görürüm ben seni" bakışı atardı bana, muzurca. Vee o fırtına tam beynime inerdi :) " Falanca Soğukları" derdi bir sonraki yaprak, yine haklı çıkardı. "Leyleklerin Gelme Zamanı" yazısını gördüğüm sayfayı yırtmaya kıyamazdım ve o günler gözlerim gökyüzünde leylekleri beklerdim.... Uzunca bir zamandır almıyorum takvimi, belki büyükbabam artık yok diye, belki iş güç eski tadı bulamam diye, ama madem artık evdeyim, madem artık Defne daha büyüdü, eski güzellikleri hatırlamanın zamanı değil mi?

Ben takvimi almasam da, doğa kanunu aynen işliyor usulca... Birer birer düştü cemreler.... havaya, suya ve toprağa, işte bu yüzden hava misss gibi bahar kokuyor. Ağaçların çoğu çiçek açtı, kimi filizlendi, mineler-papatyalar- ismini bilmediğim sarı çiçekler başlarını uzattı topraktan, hatta vızıldayan arılar, rengarenk kelebekler ve şimdiden "kış" hazırlığı peşindeki karıncalar da sökün etti yuvalarından. Şimdi keyifli olma zamanı, misss havayı koklama, eve sığamayıp her fırsatta açık havaya çıkma zamanı. İştahsızlıkmış, uykusuzlukmuş, 2 yaş sendromuymuş hepsini rafa kaldırıyorum, bir sonraki emre kadar ! Çünkü takvim yaprakları baharı gösteriyor, çünkü sabırsızlıkla bekliyorum baharı ve ardından yazı. Çünkü ben bir yaz çocuğuyum, güneşi/denizi/açık havayı/ rengarenk çiçekleri/ kırları doymamacasına seviyorum.

Ama yine biliyorum ki, takvim yaprakları en beklemediğim anda beni " filanca yağmurları"yla, "falanca fırtınaları"yla vuracak ! Varsın olsun, tüm cemreler düşmedi mi, o soğuklara inat bahar gelmedi mi? Keyif yapmaya sonsuz hazırım, güneşin tadını çıkarmaya, arıların-karıncaların peşinden Defneyle koşmaya sonsuz hazırım.  Bekleyin parklar bahçeler, gümbür gümbür geliyoruuuzzz !

12 Mart 2013 Salı

Yine Yeniden...

Birkaç haftadır sıkıntılıyız yine. Daha doğrusu Defne sıkıntılı ve bu haneyi doğrudan etkiliyor. İki hafta önce Hepatit A aşısı için doktora gittik. Klasik boy ve kilo da ölçüldü, Defne'nin son 3 ayda pek de kilo almadığı (500 gr kadar almış) ortaya çıktı, boy fena değildi ama ne olacaktı bu kilo? Doktorla yine etraflıca konuşuldu, yemek programı tekrar gözden geçirildi (kahvaltılarda tahin pekmez ve öğleden sonra muhallebisine geri dönüşe karar verildi), 2. azı dişlerinin muayenesi yapıldı velhasıl eve dönüldü. O saatten sonra ben, ben değildim artık.

Doktora gitmeden de biliyordum durumu, kızımın kemikleri elime geliyordu çünkü, iştahsızlık yine başlamıştı çünkü, gece uykudan sıçramalar ve hafif ateş de vardı ki emindim 2. azılar olduğuna. Hala da öyle düşünüyorum, başka açıklaması yok. Sağ alt taraf bence hayli kabarmış, doktoru "daha zamanı var" diyor ama diş bu öyle hoppadanak çıkmıyor ki.

Küçüğe soruyorum, "dişin acıyor mu canım?" "Acıyooo" diyor, jel sürüyoruz, ama kurnaz anne ben konuyu değiştirip "parmağın acıyor mu" diyorum, ona da olumlu yanıt veriyor ki bu da küçüğümün cevaplarına henüz tam olarak güvenmemem gerektiğini gösteriyor.

En felaket senaryo idrar yolu enfeksiyonu ki, doktorun söylediği gibi her sefer bezini kokluyorum, çiş yaparken halini gözlüyorum, birşey yok. Peki bu iştahsızlık nedir? Çıldıracak gibi oluyorum ve ilk kez, 27 aylık hayatında ilk kez TV'yi açıyorum yemek yesin diye. Biliyorum büyük hata olduğunu ama yememesi bana koyuyor. Yemeklerimi sorguluyorum, yedirme taktiklerimi, beslenme saatlerini, çıkamıyorum işin içinden. TV de tam ilaç olmuyor ama en azından bir öğün (muhallebi öğünü) bir nebze daha kolay geçiyor. Tek istediğim sağlıklı olması kızımın, onun için işimi/kariyerimi/sosyal hayatımı, velhasıl herşeyimi bir kenara atmış olmama değsin istiyorum, çok mu istiyorum bilmiyorum.

Haftasonu bir arkadaşımıza gidiyoruz. Eşi beni çok rahatlatıyor. "Açlıktan ölen çocuk yoktur" diyor, "en azından bizim gibi evlerde". Bir de doktorlarının sözünü tekrarlıyor bana, "bir köfte, yarım elmayla tüm gün idare edebilir bunlar".... İçim hafifliyor ve her öğün kendime bunu söylüyorum.

Havaların muhteşem olmasını fırsat bilip sabahları en az 1 saati dışarıda geçiriyoruz, kahvaltı ve öğle yemeği arasındaki meyve öğününü kaldırıyorum ki öğlen daha çok yesin. Kendimce çözmeye çalışıyorum, anlamaya çalışıyorum. Haftasonu tanıştığım bir teyzenin sorusuyla kendimi rahatlatıyorum "ilk çocuk değil mi kızım?" Yarı içimden yarı dışımdan haykırıyorum, "evet teyze ilk ve ben o kadar tecrübesizim ki, ne olur sihirli değneğinle bana biraz rahatlık ver"

Geçecek, geçmese bile hava böyle iyi oldukça sokaklarda moral bulacağız ve bir şekilde büyüyecek Defne.. Umarım aklımı da götürmeden....

8 Mart 2013 Cuma

Mesafeni Koru !

Hiç tanımadığınız ya da az buçuk tanıdığınız biri, bir gün size dokunmak istese, yanağınızdan makas almaya/öpmeye yeltense ya da "ne güzelsin" deyip fotoğrafınızı çekmek istese ne yaparsınız, tepkiniz nasıl olur? Bana soracak olursanız, önce terslerim, yetmedi iterim, yetmedi bağırırım ve ortamı terk ederim.

Peki aynı hareket bebek ya da çocuklarımıza yapıldığında ne hissediyoruz/ ne yapıyoruz? Konu bebek/çocuk olunca, yumuşak karnımıza geliyor, yabancı da olsalar sevgi/ilgi göstermeleri hoşumuza gidiyor ama sınırımız nedir? Böyle durumlarla karşılaştığınızda ne yapıyorsunuz?

Daha bugün yaşadık bir benzerini. Oto yıkamacıdayız, yıkamacı delikanlı "ne şeker" deyip Defne'nin fotoğrafını çekmek için benden izin istedi. İzin vermedim tabii, üsteleyip "neden" diye sordu, "eşim kızar" diyip geçiştirdim ve Defne'yi alıp biraz uzağa götürdüm. Cevabım adamın hoşuna gitmedi ama ne yapmam gerekirdi ki başka? Mesela daha detay bir cevap verebilirdim kendisine. Diyebilirdim ki, "kardeşim seni tanımıyorum, kızımın fotoğrafını ne yapacaksın? Arkadaşlarına mı göstereceksin, yeğenim mi diyeceksin, sosyal medyada mı paylaşacaksın ya da en kötü senaryo pedofili misin? " Çıngar çıkardı bunları söyleseydim biliyorum....İstemedim konuyu uzatmak, geldi geçti.

Defne henüz bir aylıktı, rutin doktor kontrolüne götürdük, hastanenin asansöründe bir kadın elini uzatıp Defne'nin yanaklarını sıkmak istedi. Havada yakaladım o eli, "lütfen dokunmayın" dedim kibarca. Kadın, sanki etinden et koparmışım gibi baktı bana "yemeyeceğim ya" diyiverdi ve cevabını aldı benden "o benim kızım, kimin dokunacağına ben karar veririm". Kadının ağzı bir karış açık kaldı, ben de şaşırdım bu halime, kendimi bildim bileli sakinimdir çünkü, eşim de hayretle bakıyordu bana. Ama aslan kesilmiştim, daha kırkı çıkmamış bir bebeğin asansör köşesinde kıstırılması hoşuma gitmemişti. Üstelik kadın hasta mıydı, eli temiz miydi bilemiyordum da, domuz gribi salgındı o kış...

Bu iki uç örnek dışında, mesafesini korumak suretiyle Defne'ye yapılan "ay ne şekersin sen" gösterileri hoşuma gidiyor. Sanırım benim sınırım dokunmak ve fotoğraf çekilmek.

Defne'nin durumuna gelirsek, daha yeni yeni anlıyor bazı şeyleri. Cana yakın, sıcak kanlı bir çocuk ama yabancı biri "özel alanı"na girdiğinde, yani ona dokunmak üzere olduğunda gözlerimin içine bakıyor. Sanki "Anne, herşey yolunda mı? Bu yabancının bana dokunması normal mi?" dermişcesine benim tepkimi ölçüyor. Eğer tepkim olumluysa koyveriyor kendisini ,ama yine endişeli ilk etapta, bilmedik bir dokunuş, bilmedik bir koku kim bilir neler düşünüyor. Bazen gözlerinde görüyorum endişeyi, çünkü Defne büyüyor, çünkü Defne vücudunun farkına varıyor, birey olduğunu, herkesin ona yaklaşıp dokunmaması gerektiğini hissediyor içten içe. Zaten normali de bu değil mi? Nasıl birbirimizin özel alanına saygı gösterip, mesafemizi koruyorsak bence bebek ve çocuklar da bunu hak ediyor. Öyle değil mi?

7 Mart 2013 Perşembe

Çocuktan Önce & Sonra- SOSYAL HAYAT

"Sosyal hayat, çocuktan önce ve sonra asla aynı olmuyor" desem çok mu kesin konuşmuş olurum? Ya da şöyle demeli belki, "becerebilene aynı" / "çocuğuna ve ebeveyne göre değişir" ... vs.

Defne'nin doğumundan önce çalışıyordum. Bildiğiniz sabah 9 akşam 18, arada 1 saat öğle tatili, allahtan mesai ve haftasonu çalışması yok. Ama İstanbul'da yaşamak ve o zamanki önceliklerimiz yüzünden, şimdiki aklım olsaydı daha başka olacağına inandığım bir sosyal hayatımız vardı.

Arkadaşlarımızla görüşürdük, ama belli bir sınırda kalırdı. Şimdi olsa sabah buluşup akşama kadar sağda solda vakit geçirir, o sergi senin bu müze benim gezer, akşam da ayrı program yapardım. Ama yoruluyorduk işte, tüm haftanın yorgunluğu, haftaiçi zaman olmadığından haftasonuna kalan mecburi işler derken haftasonu uçup gidiveriyordu bir şekilde. Yine de özellikle 3-4 gün olan tatillerde katıldığımız kültür turları/ İstanbul'u yeniden keşfetmek/ yakın sergilere gitmek çok özlediğim aktivitelerden.

Defne'den sonraysa öyle çocuğuyla sıkı bir şekilde gezen, çok mobil ailelerden olamadık. Özellikle benim, her ortamda rahatça emzirememe sıkıntım, Defne'nin gazı ve zor uyuyan bir bebek olması bunlara yol açtı. Emzirme saatlerine göre ayarladığımız gezilerimiz, daha çok açık havada gerçekleşti. İlk zamanlar sahil, Emirgan korusu, ilerleyen aylarda alışveriş merkezi ve çocuk parkı en sık gittiğimiz yerlerdi. Hatta bir keresinde üçümüz Sabancı Müzesine bile gittik. Arkadaşlarımızla da en çok evimizde biraraya geldik, çünkü bizim için en kolayı buydu.

Arkadaşlarımızın çoğu bekar, bir sonraki çoğunluk evli ama çocuksuz ve azınlıkta bizim gibi çocuklu olanlar. Çocuksuz grupla görüşmek bir şekilde daha kolay diye düşünsem de, saatlerimiz uymuyor. Herkes haftaiçi çalışıyor, haftasonuysa bizim öğle yemeği&uyku saatimizde uyanıp güne başlıyorlar, birinci golü burada yemiş oluyoruz. Öğleden sonraki birkaç saat de onların tam gün ortasına geliyor ve buluşmalar hep kaynıyor. Çocuklu arkadaşlarla da en büyük sıkıntı, uyku saatlerinin çakışması ya da çocuklardan birinin hasta olması oluyor. İstanbuldaki mesafeleri ve trafik faktörünü saymıyorum bile. Yani bir şekilde "sosyal hayat" hep bir yerlere takılıyor. 

Defne doğduğundan beri eşimle 4 kez başbaşa öğle yemeğine çıktık. Bunun ilki 19 mayıstı, Defne 5 aylıktı, yardımcımız vardı, Defneyi ona bıraktık, hızlıca yemek yedik ve döndük. Diğer üçüyse, şu son 4 -5 ay içindeydi, Defne'yi öğle uykusunda kayınvalideye emanet ettik. Yine hızlıca yemek yedik ve geldik. Henüz akşam çıkma ya da sinema gibi uzun faaliyetlere başlamadık.

Gerçi, bu şekilde eşim de ben de mutluyuz. Eşim, tüm hafta çalıştığı için Defneyi özlüyor ve onunla vakit geçirmek istiyor, ben de "ailecek" olmayı seviyorum, tüm zorluğuna rağmen bu şekilde ilerlemek şimdilik bizim için yeterli. Zaten er ya da geç Defne daha büyüyecek, gittiğimiz yerlerde boyama/hamur vs ile oyalamak kolaylaşacak, belki öğle uykusunu kaldıracak... vs.

Ama ne yalan söyleyim bazen "ahh pusetsiz hayaaat" diye hayıflanıyoruz...

5 Mart 2013 Salı

Gülse Birsel'den

Avrupa Yakası'nın senaristi ve oyuncusu Gülse Birsel'i seviyorum. Facebook'ta gördüğüm bu yazısının da altına imzamı atarım... Biraz uzun ama beğeneceğinize ve benimle aynı duyguları paylaşacağınıza eminim... ve geçmişten ortak bir kare.. mıncırılmayanımız var mı????

 Hep söylüyorum, biz çocukken midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi, grip “Yatınca geçer”di, başın ağrıyorsa “Çocukların başı ağrımaz” denirdi, uykun kaçıyorsa “Oyuncaklarını düşün, güzel rüyalar görürsün” şeklinde konu halledilirdi!


Okuma yazmayı öğrenemiyorsan ya, “Tembel”din ya “Yavaştan, sağlam sağlam öğreniyor”dun! Hüzünlü bir çocuksan “Yazar olacak herhalde” derlerdi, yerinde duramıyorsan, etrafa saldırıyorsan bir tane çakarlardı, susup otururdun.

Kanaatimce pedagojinin zirve yaptığı yıllardı o yıllar.

Çünkü sonra sonra, koşup oynadıktan sonra öksüren çocuk ‘astım başlangıcı’, okuma yazmayı zor söküyorsa ‘disleksik’, hüzünlüyse ‘depresif’, aşırı hareketliyse ‘hiperaktif’ diye nitelendirilmeye başlandı ve o sinameki yetiştirilen tipsizler şimdi büyüdüler!

O kadar ilgi alaka sonrası ola ola ne oldular?

Emo!

Emo ne?

Hani beş-altı yıldır etrafta saçlarını gözlerinin tekini kapatacak şekilde öne öne tarayan, miskin görünüşlü, asık suratlı, beti benzi atmış, sıska, dar pantolonlu, converse’li, siyah ojeli ergenler var ya…

Taksim’de kaldırımlarda filan oturuyorlar.

Aha onlar Emo!

Emo kelimesinin emotional’dan (hissi) geldiği, bu yavruların pek bunalımlı pek güvensiz ve duygusal olduğu, topluma uyum sağlayamadıkları için böyle takıldıkları söyleniyor. Bizim zamanımızda punk vardı ya, onun gibi bir akım, ama bir halta yaramayanı!

HERKESİN KEYFİNİ KAÇIRDIM

Ay kıyamaam!

Zamanında, kendi ergen yıllarımda bu akım daha dünyada yokken 10 gün emo takılmışlığım vardır! Kafam neye bozuktu hatırlamıyorum ama o 10 gün, üstelik de yaz tatilinde, evin o köşesinden bu köşesine oflaya poflaya nemli gözlerle dolaştım.


Saçımı taramadım, denize gitmedim, sohbetlere katılmadım, tebessüm bile etmedim. Akşamları karabasan gibi yemek masasına çöküp herkesin keyfini kaçırdım. Bir akşamüstü, balkonda otururken annem “Ne bu surat her gün, senin derdin ne kızım aaa…” şeklinde pedagojik bir açılım yaptı.

“Sıkılıyorum… Hayat çok anlamsız” cevabımın üzerinden sanırım birkaç saniye geçmişti ki, acı ve can havliyle bir metre havaya sıçradım. Annem, her Türk annesinin uzmanı olduğu ‘mıncırma’ hamlesini oldukça sert ve uyarısız gerçekleştirmiş ti.

Mıncırma, malumunuz evlat artık poposuna terlikle vurulmayacak kadar büyüdüyse, ancak tekdir ile de uslanmıyor ve hakkı kötekse kullanılan, konu komşu, bitişik ev duyar ihtimaline karşı avaz avaz bağırmak yerine geçen bir terbiye şeklidir. Tercihen bel veya bacak bölgesinden bir alan seçilir, elle kavranır ve et, 180 derece çevrilir!Hemen ardından, daha acım ve şaşkınlığım hüküm sürerken, annem kısık sesle,yüzünü yüzüme yaklaştırarak

“Alırım ayağımın altına” diye başladı ve

“Karnın tok sırtın pek! Aklını başına topla! Sıkılıyorsan da git bakkala evin alışverişini yap, sonra da gel yemek kitabından bir kurabiye pişir, akşam misafir var, hadi yallah…” şeklinde bitirdi!

NE DERDİM KALDI NE DE TASAM

Malumunuz eti mıncırılan ergen olay yerinde fazla kalamaz, mıncırandan tırstığı için kendisine yalakalık yapar, arzu ettiği aktiviteleri gerçekleştirir.

Mıncıran mutlu, mıncırılansa artık efendi bir insandır! Aynen öyle oldu. Mıncırma sonrası ne derdim kaldı ne tasam! Emo’luğum o gün bitti, bu yaşa kadar da hep mutlu mesut, uyumlu, üretken biri olarak yaşadım. Şimdinin sokakta bira içen, gelen geçenden ihtiyacı var diye değil, hayat tarzı sandığı için para dilenen, dünyanın bütün derdi sırtındaymış gibi davranıp, bunalım takılıp bir işin ucundan tutmayan emo’larının başında, bizim zamanımızın anne babaları olacaktı ki. Ohoo…

Muma dönerdi hepsi! Bir kere her şeyden önce bütün o yüzü gözü saçla kaplı eşek herifleri bir eşek tıraşına götürürlerdi, kesin!

Ülkenin gençlerine bak.

Tarikat yurtlarında yetiştirilen çocuklar, polise atsın diye eline taş verilenler, bir de emo’lar!

Gelecekten çok umutluyum çok.



Gülse BİRSEL

4 Mart 2013 Pazartesi

Sosyal Devlet, neredesiiiin?

Yıl 1999, Levent'te dedemle oturuyorum. Her sabah 125 Kadıköy otobüsüne binip, üniversiteye derse gidiyorum. Yanımda, sınıf arkadaşım da var. Otobüs, okul durağına geliyor, iniyoruz. Duraktaki bankın üzerinde kıvrılıp yatmış, beyaz saçlı bir adam görüyoruz. Önce geçip gidiyoruz, ama ardından arkadaşımla bakışıyoruz, ikimizin de içi o adamcağızı orada bırakmaya el vermiyor. Üstelik okulumuzun hemen karşısı Haydarpaşa Numune Hastanesi. Adamcağızın yanına gidiyoruz, konuşmaktan, anlatmaktan aciz. Arkadaşım koluna giriyor, ben trafiği durduruyorum, karşıya geçiyoruz, hastaneye giriyoruz. Amcaya aç olup olmadığını soruyoruz, başıyla "açım" gibi işaret yapıyor. Hemen kantinden birşeyler alıyoruz ona. Kendi başına yiyemeyecek kadar elleri titriyor. Belki parkinson? Birlikte masaya oturuyoruz. Ellerimle yediriyorum amcaya. Yüzünde hafif bir tebessüm var, hayatımda gördüğüm en güzel mavi gözleri görüyorum. Pasparlak, ışıl ışıl.... Yemekten sonra "acil"e geçiyoruz, durumu anlatıyor ve amcayı "güvenli" ellere teslim ediyoruz. İçin için sevinerek derse yetişiyoruz.

Ertesi gün, amca yine durakta, yine yatıyor. Bu sefer hiç tereddüt etmeden kaldırıyoruz, yine hastaneye götürüyoruz, biraz sert ve sitemli olarak görevlilere çıkışıyoruz. "Neden bıraktınız amcayı?" "Neden sokakta bu adam?"... Aldığımız yanıt aynı, "bu işler böyle, yapacağımız birşey yok." Arkadaşımla bastırıyoruz, "amcayı sosyal güvenlik kurumlarına teslim edin, bir daha sokağa bırakmayın" diye. O amcayı son kez görüşümüz, sonrasında ne oldu bilemiyoruz.. 20-21 yaşında öğrenci kafamızla yapabildiğimiz bu kadar...

Bugün.... yıl 2012.... Defne'yle markete gidiyoruz. Marketin bahçesinde hep gördüğümüz yaşlı, bakımsız, akıl sağlığı yerinde olmayan, kir pas içinde teyze. Hava soğuk, teyzenin ayaklarında çorap yok, üzeri pislik içinde. Bağırıp duruyor sağa sola. Defne'yle markete girip alışveriş yapıyoruz, teyze de giriyor ve birşeyler alıyor. Ardından Defne'yi fark edip uzaktan sesleniyor ona. Defne korkuyor tabii... Hemen uzaklaşıyoruz, kasiyer kıza soruyorum, birşeyler yapın, olmaz böyle diyorum. Aldığım cevap 1999 ile aynı. "Hastane kabul etmiyor, ailesi sahip çıkmıyor, polis almıyor, çaresiziz, Allahtan kimseye saldırması yok".

İçimden isyan ediyorum.... Ne yapabilirim diye düşünüyorum, eve geliyoruz, Defne'nin yemeği uykusu derken aklıma, kar yağdığı zaman facebook'ta sıkça paylaşılan bir gönderi geliyor. "Kimsesiz birini görürseniz arayın" denilen numara, hemen arıyorum, meğer Büyükşehir Belediyesiymiş. Durumu anlatıyorum, ismimi ve telefonumu alıyorlar. Hemen ekibi gönderiyorlar, bir saat kadar sonra görevli beni arıyor. Teyzenin orada olmadığını, ama market görevlilerinden arasıra geldiğini öğrendiklerini ve ertesi gün tekrar gidip bakacaklarını söylüyor. Bu ilgi ve geri dönüş çok hoşuma gidiyor.

Birkaç gün sonra yine markete gideceğiz, bakalım ne olmuş, gelişmeler nasıl?

Bu arada İstanbul için ilgili telefon numarası; 0212 455 13 00. Lütfen kimsesiz, yardıma muhtaç birini görürseniz arayın, yeri tarif edin, hatta mümkünse adres verin. Gerçekten gidip ilgileniyorlar.

1 Mart 2013 Cuma

"Anne"niz Emrinizde !

Bir arkadaşım facebook'ta bir karikatür paylaşmış. Buna göre çocuk, annesine ve babasına aşağıdaki soruları soruyor.

" Anneeeee, oyuncağım nerede? "
"Anneeeee,  karnım aç, yiyecek ne var? "
" Anneeee, hasta oldum...."
" Anneeee, tişörtümü ütüledin mi? "
" Anneeee, arkadaşıma gidebilir miyim? "

" Babaaaa, annem nerede? "

Dün bu karikatüre gülerken gecenin bir yarısı benzer bir sesle uyandırıldım. Defne, gecenin bir yarısı "anneeee geeeel" diye birkaç kez bağırdı. Her defasında biraz bekledim ki tekrar uyusun, baktım olmayacak "eyvah yine ne oldu, uykusu kaçtıysa vay halime" korkusuyla, sessizce gittim yanına. Bir de ne göreyim, benimki mışıl mışıl uyuyor. Uykusunda bağırdığına kanaat ettim ben de. Yani uykusunda bile annesinin emrinde olmasını istediğini düşündüm... Güldüm bu haline. İçimden "tepe tepe kullan efendi hazretleri, insan nazlanırsa anasına nazlanıyor bir tek" diye düşündüm, düşündüğüme içim burkuldu ve uyumaya çalıştım...


Anneler... Bence evin temel direkleri... Cumhurbaşkanı babanın yanında, başbakan, dış işleri bakanı, iç işleri bakanı, bürokratik görevlerinin yanısıra temizlikçi, aşçı, komedyen, yaşam koçu, kimi tüm bunlara ilaveten eve babayla birlikte ekmek getiren iş kadını ve nihayetinde hepsi evinin kadını....

"İyi geceler" dediğinde bile evdeki son oyuncak kırıntılarını toplayan, kahvaltı için tabakları hazırlayan, çocukların üstü örtülü mü diye kontrol eden, kapının kilidine bakan ve dakikalar sonra yatağına kavuşan vefakar ve çok cefakar insan....

İyi gününüzde, kötü gününüzde, hastalığınızda, sağlığınızda, canınız naz yapmak istediğinde, sıkıntıdan patladığınızda, dedikodu yapmak istediğinizde, türlü şakalarla canından bezdirmek istediğinizde, sorumluluklarınızı paylaşmak istediğinizde, babadan gizli işler çevirmek istediğinizde... velhasıl her daim emrinizde... yaşam sizi ayırana kadar...
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac