Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



24 Temmuz 2013 Çarşamba

Roma

İtalya’nın en kalabalık şehri ve başkentidir. İstanbul gibi yedi tepe üzerine kuruludur. Roma’da, Katoliklerin ruhani lideri Papa’nın yaşadığı bağımsız bir devlet olan Vatikan da yer almaktadır.


Roma gezimiz maalesef, sadece bir tam gün sürdü. Rehberimizin, birlikte yaptığımız gezi sonrası, elimize tutuşturduğu Roma haritasını takip ederek, bilmece çözen çocuklar, iz üzerindeki dedektifler gibi, neredeyse bütün tarihi bina, çeşme, dikili taş ve kiliseleri bulduk. Kiminin içerisine girebildik, kimiyse kapalıydı dışarıdan bakmakla yetindik.

Bol bol fotoğraf çektik, hem de her şeyin fotoğrafını…. Susuzluğumuzu, çeşmelerden akan içme sularıyla giderdik, yorulunca da yine o çeşmelerin kenarlarına oturup meyvelerimizi yedik. Sonrasındaysa hevesle haritamızı alıp, kaldığımız yerden keşfetmeye devam ettik. Hatta bulduğumuz küçük bir marketten makarna alışverişi bile yaptık….

İnsanın, hiç bilmediği bir şehri, elinde bir harita ve yanında sevdiği ile turlaması, hep duyduğu eserleri capcanlı karşısında görmesi tüm yorgunluğa ve açlığa değer. Gece vakti otelimize döndüğümüzde yemek yiyecek halimizin kalmadığını hatırlıyorum… bir daha deseler… EVET, EVET, EVET !!!!

Velhasıl Roma benim için, “her köşeden dönüşte, karşıma yeni bir eser çıkacak” heyecanıyla ılık bir ilkbahar günü keşfettiğim, keşke birkaç gün daha geçirebilseydim diye düşündüğüm şehir.

İşte keşfettiğim/iz Roma......

Aşk Çeşmesi (Fontana di Trevi); mimarı Salvi tarafından 1735 yılında yapılmıştır. Çeşmeye inilen anfitiyatrovari basamaklarda oturmak, bu heybetli sanat harikasını, fotoğraf çekmek ve çeşmeye para atmak için kaynaşan turistleri seyretmek inanın çok keyifli. Bu çeşmeye para atanın Roma’ya bir daha geleceğine dair inanç vardır.

İspanyol Merdivenleri’ne (Piazza di Spagna) oturup soluklanabilir, gelen geçeni izleyebilirsiniz. Üşenmezseniz bu merdivenleri çıkıp sola doğru yürüdüğünüzde, biraz ileride sağda büyük ve güzel bir parkla karşılaşacaksınız. Parkın sonundaysa, merdivenleri inip büyük bir dikilitaşın olduğu meydana çıkacaksınız… öyle diyor bizim harita !

Şehrin en bilinen sembollerinden Collesium, 1. yüzyılda yapılmış amfi tiyatrodur. Neron’dan sonraki İmparator Vespasiano, Neron’un çıkardığı yangından boşalan araziye kurduğu sarayın bahçesindeki gölün suyunu boşaltarak yaptırmıştır. Tente sistemi ile istenildiği aman üstünün kapatılabildiği söylenir. Romalıların burada, değişik hayvan türleri ve insanları farlı kombinasyonlarla dövüştürdüğü bilinmektedir. Hatta Collesium’un kurulduğu yerdeki gölün altında bulunan su kanlarlında değişiklik yapıp, arenayı suyla doldurdukları ve gemilerle deniz savaşları düzenledikleri de söylenmektedir. Ayrıca, gladyatör savaşlarına, gösterilere ve konserlere ev sahipliği yapmıştır. İzleyicilerin statülerine göre tribünlere ayrılmıştır.

Vatikan, Katoliklerin ruhani lideri Papa’nın yaşadığı dünyanın en küçük devletidir. Sabahın erken saatlerinde sıraya girmenizi öneririm, çünkü hakikaten çok rağbet gören bir yer. Ayrıca giderken şort, kolsuz bluz vs giymemelisiniz aksi takdirde içeri almıyorlar. Törenlerin yapıldığı meydan ve elips şeklindeki bu meydanı çevreleyen sütun ve heykeller (eski papaların heykelleriymiş) hakikaten görülmeye değer. Vatikan Kilisesi de öyle, büyük ve ihtişamlı bir bina. Vatikan nöbetçilerinin giysileri, 16. yüzyılda Michelangelo tarafından dizayn edilmiştir.

Rehberimizin anlattığına göre, İtalya halkı (çoluk çocuk herkes), kendi kültür ve değerlerini koruma konusunda çok hassasmış. Bu nedenle de özellikle Amerikan usulü fast food lokantalara karşılarmış. Rehberimizin arkadaşları arasında, ki yaşları 25-30 civarında olmalı, Mc Donalds, Burger King’le henüz tanışmamış kimseler mevcutmuş. Düşündüğüm ve gördüğüm kadarıyla bu doğru, çünkü İtalya gezimizde (üç büyük şehir ve en az o kadar kasaba, küçük yerleşke) Amerikan kültürünü yansıtan fast food zincirlerine az sayıda rastladım. Bunun yerine, birkaç dilim pizza alıp dükkanın önündeki bankta ya da parkta ayaküstü yiyebileceğiniz büfeler ve fiyatları bütçeden bütçeye değişen, İtalyan mutfağını sunan kafeler mevcut.

Pinokyo’nun anavatanı İtalya olduğu için, tahta oyuncaklar satan şirin dükkanlara adım başı rastlayabilirsiniz. Pinokyo’nun Geppetto Ustası’nı da tasvir eden tahta objeler satan bu dükkanlar, hem küçüklerin hem de o ruhu kaybetmemiş büyüklerin ilgisini çekebilir.


*** 2008'de yaptığımız İtalya gezisinin anısına, çok ama çok gecikmeli bir gezi notu....

23 Temmuz 2013 Salı

Kıymalı Cep Yakan Bamya

Birkaç hafta önce pazarda bamya görünce çok sevindim. Sevincim, bamyanın fiyatını sorana kadar devam etti ve fiyatı duyunca kulaklarıma inanamadım. Kilosu 10 liraydı, pazarın ücra köşelerindeyse 8. Marketlerde 13 lira civarında. Hayır, organik filan değil, bildiğiniz çiftçi amcaların bamyası. İlk hafta kendimce fiyatı protesto edip almadım, ama sonrasında dayanamadım, fiyatına rağmen artık haftalık alışveriş listemizde bamya da var.

Eşim bamya sevmez, çünkü ekşi sevmez. Ama Defne ve ben bayılırız. Şöyle limonlu, kıymalı bamya yemeği yanına da şehriyeli pilav bizim için harika bir öğle öğünüdür. Doğduğu yıl Defne'ye bamya vermedim, çünkü bilenler bilir bamyanın müsil özelliği vardır, çocuk doktorları "2 yaşına kadar bekleyin" derler. Zaten küçüktü de, geçen yaz 1,5 yaşındayken komşumuzun pişirip getirdiğinden tattırmıştım, fena yememişti ama beni pek tatmin etmemişti. Ancak kışın kayınvalidem buzluğundan yaptığı bamyayı getirip de bizimki lüp lüp yiyince "aha işte" dedim. "Yaz gelsin tazecik alıp yapmalıyım". Ve işte o zaman geldi, gelmesine ama nedir bu pahalılık anlamadım. Belki yazlığımızda daha ucuza bulabilirim. Ülkemizi "tarım ülkesi olmaktan" çıkaran, "sanayi ülkesi" haline getirmeyi de beceremeyen, bu kadar basit bir nimeti pahalı yememize ya da yiyemememize sebep olan tüm politikacılara lanet olsun ! diyip sakinleştikten sonra....

Bamya biraz el oyalayan ama pişirmesi bence kolay bir yemek, eşim de yemediği için 250 gram aldığımda, hem yemek işi çabucacık halloluyor hem de Defne'yle bana bir öğün yetiyor. Zaten bence bamya öyle ısıtılıp kaldırılacak yemeklerden değil, hem vitamini kaçar hem de sümükleri çıkar.

Peki şöyle misler gibi, diri bir bamya yemeğinin püf noktası nedir? Yazlıktaki komşumuz Güner Teyze'nin yıllar evvel öğütlediği üzere, bamya önce yıkanacak, sonra da tercihen havlu üzerine yayılarak kuruması beklenecek ve ardından örselenmeden-derine inmeden bıçakla ayıklanacak. Beni asla ve asla yarı yolda bırakmayan bir ön hazırlık bu. Kesinlikle tavsiye ederim.

Kıymalı Bamya için malzemeler: 250 gram bamya, 1/4 limon suyu, kıyma, bir adet sulu domates, yarım kuru soğan, bir ya da iki diş sarımsak, sıvıyağ, su, tuz.

Yapılışı: Yukarıda anlattığım ön hazırlıktan sonra. Yemeklik doğradığınız soğan, sarımsak, kıyma ve rendelediğiniz domatesi tencereye alın. Biraz sıvıyağ ilavesiyle pişirmeye başlayın ve hemen suyu ekleyin. Su kaynamaya başladığında limon suyunu ve bamyaları ilave edin. Bamyalar yumuşayana kadar, karıştırmadan pişirin, En son tuzunu ayarlayın.

Afiyet olsun !

19 Temmuz 2013 Cuma

Hayallerimdeki Kadın !

Defne doğdu ve ben çalışmaya ara verdim ya, soranlara "çalışmıyorum bir süre ara verdim" diyorum. Allah'tan kimse çıkıp da "ev hanımısınız yani" diye konuyu uzatmıyor. Ah bir de uzatsalar ne derinlere ineceğim haberleri yok, çünkü kimse sormasa da arasıra ben düşünüyorum ne olduğumu? Ve işin ilginç tarafı hiçbir cevap veremiyorum.

Evet mesleğim avukatlık, ama o ayrı birşey. Yaptığım iş "ev hanımlığı" mı? İtiraf edeyim hiç sanmıyorum. Çünkü aklımdaki, ideallerimdeki "ev hanımlığı" bana çok ama çok uzak. İstesem de erişemeyeceğim bir mertebe.... 

Hayallerimdeki ev hanımı nasıl bir kadın biliyor musunuz? Sabah uyanır bu hanım, şöyle aheste beste, üzerine sabahlığını giyer, aynada saçlarına çeki düzen verir, belki hafif bir ruj sürer, saçlarını tarayıp tokalayıverir. Ama tüm bunları şıppadanak yapar. Varsa çocuk yoksa sadece kocası için yine hemencecik mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlar. Hareketleri yavaş gibi gözükse de seridir, asla panik yapmaz, sanki herşeyi yetiştiren o değil de bir başka kadınmış gibi sakin ve dingindir. Çocuk okula, koca da işe gittikten sonra ya da hadi çocuk küçük de evde diyelim küçüğün önüne oyalanması için birşeyler koyduktan sonra şarkı mırıldanarak ortalığı toplar, evi- yatakları havalandırır. Ardından küçüğe meyve hazırlar, kendisine Türk kahvesi yapıverir. Bu arada üzerini de değiştirmiştir. Öyle pejmürde ev kıyafeti değil de şık birşeyler giyer ve mutlaka tüylü terlikleri vardır. 

Kahve-meyve faslından sonra küçükle oynar biraz, sonrasında da öğle yemeği ve uykusu kısmını hallediverir. İkindileyin çat kapı çalınır, komşusu elinde çocuğuyla aniden gelivermiştir. Aman da ne iyi etmiştir. Hemen dolapta zulaladığı kek ve poğaçalarını çıkarıp ısıtıverir, bir yandan da aromalı çayını demler, küçükler için de taze meyve suyu ya da yine şarkılar mırıldanarak ayran yapıverir. 

Çaylar içilip sohbet edilirken küçükler de kendi hallerinde oynarlar. Komşu izin isteyip kalktığında, kocasının gelmesine az vakit kalmıştır. Bizim ev hanımı, oyuncakları toplaması görevini küçüğe verdikten sonra geçer mutfağa şöyle mis gibi yemekler hazırlar. Üzerini tekrar değiştirir, makyajını tazeler ve işten gelen kocasını şenşakrak karşılar. Akşam yemeği, yemeğin ardından kahve faslı derken küçük uykuya yatırılır ve bizim ev hanımı eşiyle film seyreder, akşam için atıştırmalıkları önceden hazırlamıştır zaten.....

Hayalimdeki ev hanımının işleri hiç ters gitmez, saçları dimdik olmaz, şöyle derinden bir of çekmez, havada uçan terliği yoktur, çünkü o "mükemmel" kadındır.... var mıdır acaba böylesi?

18 Temmuz 2013 Perşembe

Ve sonunda

Sonunda vardık yazlık evimize, toparlandık, temizlendik, bahçemizi adam ettik, iyi kötü bir düzen oturttuk ve nihayetinde bu akşam internet bağlantısı işine giriştik eşimle. Birkaç gün zuladaki yazılarımla idare edeceğim sonrasında sanırım bol bol tatil haberlerimiz, buradaki olaylar, anılar. Anlatacak çok ama çok şey var... İlham teyze, bitişik komşularımızın yaşlılık maceraları ve tabii Defne, tabii Ege, tabii ben, yaklaşan doğum günüm, eşimin neredeyse yarıladığı yıllık izni.....

Bu kısacık, "salimen vardık" yazımın arkası gelecek ve kalbim atmaya devam ettikçe "yaşam notlarım" zenginleşecek....



 

12 Temmuz 2013 Cuma

Yolcu Yolunda Gerek

Sonunda bizim de tatilimiz geldi, bu akşam itibariyle eşim işyerinden izinli. Kısmetse 2 haftalığına yazlığımıza gidiyoruz. O çok sevdiğim, deliler gibi özlediğim Ege'me, 40 yıllık komşularımıza, yazdan yaza karşılaştığım "yazlık arkadaşlarıma", denize, kuma, ağustos böceklerine, çam ağaçlarının mis kokusuna, dinginliğe, sessizliğe ve yavaşlamaya.....

2 haftanın sonunda Defne'yle kalmaya devam edip, eşimi İstanbul'a yolculama projem var, bakalım gerçekleştirebilecek miyim? En çok Defne için kalmak istiyorum. Yazlık ortamında büyümesi, yemesi içmesi daha kolay olur gibi geliyor, temiz hava bol gıda, güzel uykular. Kışa hazırlanması lazım minik kızımın. Çünkü okullu olacak, sınıfları dolduracak.

Orada internete cep telefonumdan bağlanacağım, paketim yeter mi yetmez mi, şimdi yaptığım gibi hergün gevezelik edebilir miyim blogumda bilmiyorum. Sait Faik'in dediği gibi, "yazmazsam çıldıracaktım" modundayım.

Naçizane öneri niyetinde Defne'yle ilgili yaptığım ön hazırlıklardan bahsetmek istiyorum biraz. Malum yazlık da olsa, belli saatlerde eve kapanmak gerekiyor, güneş her saat faydalı değil. 

Daha evvel yazmamıştım oyuncak konusunu, bu ayrı bir post olmalı bence. Ama özetle demeliyim ki oyuncak delisi bir anne değilim ve öyle bir çocuk da yetiştirmek istemiyorum. Dolayısıyla "azı karar çoğu zarar" mantığıyla ilerliyorum oyuncakta. Bu yüzden de alabileceğin en az ama en makbul sayılacaklara yönelmeye çalışıyorum. 

Mesela tam bir kum seti aldım, içinde kova+kürek+kum/su değirmeni+tırmık ve kalıp olan. Kumda arkadaş edinir ya da biz de oynarız hesabı geçen seneki setine ilave olacak. Bunun yanısıra yüzdürmesi için plastik minik bir tekne aldım. Arabada giderken sıkılırsa eline tutuşturmak için minik bir iş makinesi (kız mız demeyin bu kerataların neyi sevip sevmeyeceği belli olmuyor), küçük boyutta bir oyuncak bebek ve kedi yavruları yine aldıklarım arasında. Bunları şu an deliler gibi Defne'den saklıyorum, çünkü yolculukta en gerekli anda ortaya çıkaracağım.

Öğlen saatlerinde evdeyken oyalanması için yapıştırmalı kitaplardan aldım. Yapıştırmalı kitaplar her bütçeye göre var. D&R'daki çocuk bölümünden keyfinize göre bakabilirsiniz. Tercih ettiğim yapıştırmalı kitaplar bir yandan öğretici de. Mesela hayvanlarla ilgili bir tane var. Çiftlik, orman vs diye ayırmışlar, hem hayvanları yaşadıkları ortamla basit bir dilde anlatıyor hem de ilgili hayvan resmini yapıştırmanızı istiyor. İş Bankası'nın yayınları biraz pahalıca ama bence en düzgün olanlarından. 

Kırtasiyeden el işi kağıtları aldım, rengarenk 10'lu setler halinde satılıyor. Bir de çocuk makası. Bir internet sitesinden de meyve resimleri print ettim. Kağıtları kesip yapıştırma metoduyla resimleri boyayacağız. Dönüşte aile büyüklerine ve oradaki komşulara hediye etmek üzere....

Geçen sonbahardan hem ağaç hem çiçek tohumu biriktirmiştim. Elma çekirdeklerimizin hemen hepsi tutmuş onları dikeceğiz, çiçek tohumlarını da ekip bekleyeceğiz. Dolayısıyla klasik bahçe faaliyeti de olacak.

Şimdilik niyetler böyle, bakalım kısmetimizde ne var .....  

11 Temmuz 2013 Perşembe

Bir Varmış Bir Yokmuş

Dün öğleden sonra babamla birlikte, Defne'yi de alarak babaanneme gittim. Uzunca bir zamanın ardından eski mahallem, büyükbabamın hemen bitişikteki, şimdilerde başkalarına yuvalık eden evi, küçüklüğüm vs vs. "Bir varmış bir yokmuş" dedirtti bana gördüğüm tüm sahneler. Sanki yanıbaşımda birden annem belirecek, birlikte manavımıza gireceğiz, ardından klasik büyükbabamın evine çıkacağız, ben oradan babamın evine geçeceğim, derken babaannemlerde kuzenimle buluşup deterjan karışımından iksirler hazırlacağız... Ama bir de bakıyorum ki kucağımda Defne, yanımda merdivenleri çıkmaktan harap vaziyette artık saçları kırlaşmış babam ve az sonra çok dinç gözükse de Alzeimer'ın pençesindeki babaannem, ona bakan yardımcı teyze.....

İçeri giriyoruz, ayakkabı çıkarma, salona yerleşme, hoşbeş sırasında Defne sımsıkı kucağımda. Hep böyledir kendisi, önce yadırgar sonra alışır ve keşfetmeye başlar. Babaannemi "iyi" görüyorum, hatta bir önceki gelişimden daha iyi sanki. Ama maalesef hastalığının acı yüzü, 5 dakika evvel konuşulanı unutuyor. Oysa seneler evvelinin tüm olaylarını gayet detaylı anlatıyor. Babamın tembihiyle Ramazan'dan bahsetmiyorum, çünkü bir bilse Ramazan olduğunu, oruç tutmak için elinden geleni yapacak. Geçen sene kriz yaşanmıştı bu yüzden, kendi kendine sahura kalkmış, tost makinesinde ekmek ısıtmaya çalışırken ekmeği yakmış, makineyi de fişte unutup yatmış, Allah'tan yardımcı teyze evdeymiş de...

Nereden nereye...Biraz oturduktan sonra Defne'yi bahane ederek, gerçi orası benim de evim bahane dememek lazım, evi turluyorum. Önce mutfak... Babaannemin rahmetli dedemle bir olup mutfakta yemek yapışlarını, hiç kavga etmeksizin uyumla çalışıp ortaya lezzetli yemekler çıkardıklarını hatırlıyorum. Pişirdikleri içli köftenin tadı hala damaklarımda. Sonrasında eskinin "mavi" odasına gözucuyla bakıyorum. Yardımcı teyzenin odası ne de olsa, ayıp içeri girmek. Küçüklüğümde o odanın duvarları maviye boyalıydı, o yüzden biz kuzenler oraya "mavi oda" ismini takmıştık. Babaanneme bırakılan küçükler, uyku zamanı geldiğinde "mavi odada"ki yatağa yerleştirilir, babaanne yanlarına kıvrılır ve küçüğün dilediği masallar eşliğinde uykuya geçmesi sağlanırdı. Hepimizin favori masalı "mittik"ti. Mittik, küçük bir adam, parmak adam yani. Maceraları, masalı anlatan büyüğün hayal gücüne bağlı olarak sonsuza uzanan bir masal "devi" aslında. Babamın deyimiyle batının "parmak çocuğu", doğunun "Mittik"i. Oda artık mavi değil, evin diğer renkleriyle uyumlu, o odada tatlı uykulara yatmış kuzenlerse dünyanın dörtbir yanına dağılmış vaziyette kendi "masal"larını yaşıyor.

Ardından babaannemle dedemin yatak odaları, dedemin yatağı bomboş, örtü de yastık da yok. Boğazımın düğümlendiği an. Oysa onlara her gidişimde şefkatle başımı okşardı, alçak sesle şarkılar mırıldanırdı, özellikle de annemin ölümünden sonraki her gidişimizde sanki daha bir içten sarılırdı bize, kendisi de küçük yaşta kaybetmiş annesini. Belki o yüzden....

Defne'nin "anneeee benim çişim var" demesiyle kendime gelip apartopar tuvalete girince, gözümün önüne kuzenimle yaptığımız iksirler geldi. Büyükler içeride yemek yerken ya da laflarken kuzenimle ben çaktırmadan tuvalete girer, bulduğumuz küçük bir kabın içine, dolaptaki tüm deterjanlardan azar azar koyup karıştırırdık. Karışımın kıvamına, kokusuna göre ilave ettikçe eder, yokluğumuzu  fark edip peşimize büyüklerin düşmesini engellemek için de en küçüğümüz kardeşimi tuvaletin kapısına nöbetçi dikerdik. Zavallıcık hem içeride olan biteni sonsuz merak eder, kendi de karıştırmak ister hem de ona verdiğimiz gazla "nöbetçi asker" rolünü harikulade oynardı.

Aslında yakın geçmiş olmasa babaannem gayet net herşeyi biliyor, hatırlıyor, sohbeti keyifli, hatta dokunaklı ama varsa yoksa yakın geçmiş. Defne'nin yaşını, benim çalışıp çalışmadığımı, kardeşimin evliliğini belki 5 kez soruyor 2 saatlik oturmamız boyunca. "Ah be babaanne, neden" diyesim geliyor, diyemiyorum. Bana en çok dokunan, ona çalışmadığımı söylediğimde bir an için susup ardından "canın sağolsun kızım, boşver" demesi oluyor. Bir de büyüttüğü 4 çocuk ardından söylediği "bir çocuk 2,5 yaşına geldiğinde iş bitmiştir. Artık uykusunu da bilir, acıktığını da, konuşur da, tuvalete de gider" lafı. Hakikaten de öyle. Demek aradan 50 sene geçmiş de olsa, jenerasyonlar değişmiş de olsa "çocuk", aynı "çocuk".

Eve dönmek üzere apartmandan çıktığımızda "markete" dönüşmüş olan eski bakkalımızın önünden geçiyorum. El sallaşıyoruz. Manav, artık çok yaşlandığından işi bırakmış. Ama market sahibi, bakkalımızın çocuk ve torunları. Minicik boyumla tahtadan yapılmış iskeleye çıkıp kendime, beyaz spatüllü Sarelle ya da üzeri değişik jelatinlerle kaplı Eti Puf istediğim günler dün gibi aklımda. O, üç kişinin zor sığıştığı daracık, hafif loş bakkalın bir gün markete dönüşeceği kimin aklına gelirdi ki? Ve benim herşeye rağmen, doğup büyüdüğüm mahalleden uzaklaş(a)mayacağım...

Flash back'lerle dolu bir öğleden sonranın ardından evimize geliyoruz, "gerçek hayat" devam ediyor.....

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Eski Ramazanlar

Facebook'ta bir arkadaşımın paylaştığı karikatürü yayınlamadan geçemeyeceğim. Gülmekten kırılacağınıza eminim...


Ramazan geldi, hoş geldi. Bu sene pek bir karmaşalı Ramazan, dilerim ülkemize anlayış, barış ve sağduyu getirir.

Eşim sayesinde bizde de Ramazan telaşı var, iftara ne yapsam, iftarda yediğini sahurda yemese gibi. Allah kabul etsin her sene aksatmadan tutar orucunu. Bana ve doğal olarak Defne'ye de karışmaz. Ben de duyarlı olmaya çalışırım, ne kadar aksini söylese de önünde yiyip içmem, onu yormamaya, üzmemeye gayret ederim, hafta sonuysa uyuması için elimden geleni yaparım. Ama Defne şeytanı öyle mi? Sabahın en geç 7,5'unda gözünü açtığı an varsa yoksa "baba", "baba nerde?,  "sen git baba gelsin" ile başlayıp, o günün hafta sonu olduğunu anladığında "baba bizi nereye götürecek anne?" ile devam eden içinde bolca "baba" olan cümleleriyle, sonsuz ilgi ve sevgi isteğiyle babasına yumuşan küçüğe Ramazan'ı anlatmak henüz mümkün değil. Varsın olsun, kısmetse haftasonu itibariyle İstanbul'dan uzaklara, yazlığımıza gidiyoruz. Hava değişimi, deniz, güneş hepimize iyi gelecek eminim.

Hatırladığım en eski Ramazan yine böyle yaz aylarına gelen Ramazan'dı. Her yaz olduğu gibi büyükbabamlaydım. Kardeşim doğmamıştı sanırım ya da çok küçüktü, dolayısıyla 80'lerin ilk yarısı olması daha muhtemel. Büyükbabam oruç tutardı, saatler uzundu, tüm gün yemeden içmeden nasıl durduğuna hayret ederdim ve kendimce onu gözetlerdim. Hayır, hain bir şekilde açığını yakalamak için değil, çok şükür genlerimde ve içimde hainlik yoktur. Sadece anlamak, öğrenmek için... Uzaktan bakardım, sakin sakin gazetesini okur, bahçede sallanan koltuğa oturur, sonra biraz uyur, kitaplarını karıştırır, ne zaman istesem benimle sohbet eder vs vs tüm gün gelip geçerdi ve o hiç bir şey yemezdi. İşte aklım almazdı bunu. Ben deli gibi acıkır ve susardım çünkü, büyükbabam acıkmaz ve susamaz mıydı? Bir gün, "ben de oruç tutacağım" diye tutturdum, benim neyim eksikti ki? Büyükbabam beni karşısına aldı, gayet sakin ve içten bir şekilde oruç tutmanın oyun olmadığını, ciddi ve zor bir ibadet olduğunu, orucu bozmanın günah olduğunu anlattı. Ne kadarını anladım bilemiyorum ama sanırım anlamamıştım ya da işime gelmemişti ki ısrarlarım üzerine büyükbabam "tekne orucu" tutabileceğimi söyledi. Nedir o filan derken, kendisinin de Rumeli'de geçen küçüklüğünde babaannesiyle tekne orucu tuttuğunu ve böylece büyüdüğünde oruç tutmakta zorlanmadığını anlattı. İşte buydu aradığım, ben de niyet ettim ve tekne orucumu tuttum. Yani ana öğünler dışında hiç bir şey yiyip içmedim.

Devam eden yıllarda büyükbabam hep oruç tuttu, ilerleyen yaşına, kullandığı ilaçlara ve bizim muhalefetimize rağmen... Bense, bazen tuttum, bazen tutmadım, tutamadım....

Çalışma hayatımın ilk yıllarında Ramazan kışa denk geliyordu. İşyerinden bir arkadaşla birlikte tutuyorduk orucu. Öğle tatillerimizde çalışmaya devam ediyor, iftar olduğunda işyerimizin yemekhanesine birlikte inip birşeyler yiyorduk. En sevdiğim kısım, taze pidenin arasına koyduğum beyaz peynir ve mis gibi çayla orucumu açmaktı. Birkaç kış böyle geçti, sonrasında arkadaşıma ne yazık ki hipoglisemi teşhisi kondu, artık oruç tutamıyor. Bense birkaç sene evvel Ramazan'da fenalaşıp orucumu bozmak zorunda kaldığımdan beri bir daha cesaret edemedim. Zaten araya hamilelik ve emzirmeli yıllar da girdi.

Eşimle arkadaşlık ettiğimiz dönemlerde özellikle haftasonları oruç tutmaya gayret ederdim çünkü onunla birlikte iftar etmek çok keyifli olurdu. Bazen evde bazense dışarıda açardık orucumuzu. Tek koşul benim isteğim üzerine "taze pide" servis eden bir yer olmasıydı. İtiraf etmeliyim ki iftara saatler kala gözlerimin önünden sadece pide ve beyaz peynir geçmiştir, ne azı ne fazlası.

Ramazan, tutabilenler için oruç ayı, tutamayanlar için fitre ayı ve dini, dili, ırkı ne olursa olsun hepimiz için bence huzur, hoşgörü ve barış ayı. Tabii yüreği saf ve temiz olanlar için. Hayırlı Ramazanlar hepimize !

9 Temmuz 2013 Salı

Ne Seninle Ne Sensiz

Yıl 1995, okula gitmek için erkenden evden çıkıyorum. Bir de görüyorum ki arabamızın lastiklerini patlatmışlar. Elim ayağım dolanıyor. Malum 93'ten sonra en ufak bir olay, tesadüfen de olsa aynı gün iki kez gördüğüm tanımadık arabalar ya da şahıslar, yine olacak mı endişesi artık hava-su gibi hayatımızın kalıcı parçası olmuş. Beynim uyuşmuş, kafamdan kaynar sular boşalmışcasına eve dönüyorum, anneme haber veriyorum. Kadıncağız bir an şaşırıyor ne yapacağını. O her şeyi bilen canım annem, gözlerinde okuyorum paniği.

"Karakola gitmek lazım" diyor sonrasında, "tamam" diyorum "okul bugün kalabilir". İşte o an annemin gözlerinden ateş püskürüyor. "Sen değil kızım, ben gideceğim" diyor çok ama çok sinirli bir şekilde. Hayret ediyorum bu haline. Niyetim okul kırmak değil, o da biliyor bunu ve beni yanlış anlamış da değil, ineğin önde gideniyim çünkü. "Ben yaşadığım sürece karakola gidemezsin sen" diye ekliyor. Üsteliyorum, "sen görmedin ki arabayı ben gördüm" diyorum bilmiş bilmiş. "Karakola girersen nasıl çıkacağını bilebilir misin" diyor bana, boğazım düğümleniyor, susuyorum, bir daha asla konuşmak istemezcesine.Oysa bizim arabamız kapının önündeki, lastiklerini patlatanlar suçlu, bizse sabahın bir vakti işe ve okula gitmek için hazırlanmış "sıradan" ailelerden biriyiz. Sonunda ben okulun, annemse büyükbabamın desteğinde karakolun yolunu tutuyor.

Aradan geçen 18 yıl boyunca ve en son halen devam eden Gezi olaylarında rahmetli anneciğimin aslında ne demek istediğini çok ama çok iyi anlıyorum. Ve tüm bu yaşananların ağırlığıyla gecenin bir köründe uykum kaçınca, polisten ne çok korktuğumu itiraf ediyorum kendime. Büyük konuşmak istemem ama başımıza birşey gelse polise sığınmayı ne kadar tercih ederim, ne kadar güvenirim bilemiyorum. "Birkaç çürük için koca çuval çöpe atılmaz" derler ama sanırım bu kez çuvalın tamamı çürük.

Taksim'de son yaşanan olayda, elinde palayla ortalıkta terör estiren adama müdahale etmeyen polise ne demeli, görevini ne şekilde hatırlatmalı bilemedim. Gerçi bunları yazmam saçma, üniversite yıllarında fakültede ne zaman kavga çıkacak olsa o sabah kapıda polis olmazdı, her zaman oralıkta cirit atan sivil polisler de yok oluverirdi, biz de anlardık bir şeylerin olacağını ve ilerleyen saatlerde elinde sopalar, demirlerle birileri çıkıverirdi köşe başlarından. Yine böyle bir sabah fakültenin devasal merdivenlerinden inerken, yukarılardan gelen koşturma sesleriyle irkilmiştim, yanımdan hızla geçen, elinde boyum kadar sopa taşıyan adamı son nefesimde bile hatırlayacağım sanırım.

Belki abartıyorum ama eşim yanımızda olmadığında Defne'yle evimizin mıntıkasından uzaklaşmaya korkuyorum. Her an polis bir yerlerden çıkıp gaz atmaya, su sıkmaya başlayacak gibi geliyor. Kaç aydır Defne'yi vapura bindirmek isteyip hep öteliyorum bu programı, bugün haberlerde atılan gazdan etkilenen bebek ve çocukları yazmışlar, o meleklere yapılan nasıl cezasız kalabilir hangi vicdan buna eyvallah diyebilir kelime bulamıyorum. Divan otelinde annesine sımsıkı sarılmış ağlayan o bebeciğin fotoğrafı gözümün önünden gitmiyor.

Yaşadığım bu topraklara ne zaman huzur gelecek merak ediyorum.....

Not: Günün anlam ve önemine binaen bugün için niyetim hatırladığım eski Ramazanları yazmaktı, ama maalesef keyif kalmadı, belki yarına....

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Ana- Kız Hallerimiz

31 aylık sayılan Defne ve 35 yaşına günler kalan annesinin son halleri....

* Tchibo'dayız, kıyafet denemek için birlikte kabine giriyoruz. Defne önce reddediyor daracık kabine girmeyi, dışarıda kalıp ortalığı karıştırmak daha keyifli tabii. Neyse güç bela birlikte sığışıyoruz içeriye ve tüm ısrarlarına rağmen kapıyı kapatıyorum. Bluzlardan birini deniyorum, daha aynaya bakmadan bizimki "anne bu olmamış" diyor. Bakıyorum, ayna da aynı fikirde... Dumur vaziyette ikinci bluza geçiyorum, henüz askıdan almamla Defne yine mırıldanıyor "anne olmaz bu". Hakikaten de giyince bol geliyor bluz. "Yahu" diyorum içimden, bu çocukta bile göz var nizam var, bende hala yok. Geliyoruz son bluza. Tabii sinirler iyice gerilmiş kabinde. Allah'tan sabahın en erken saati de dışarıda ağaç ettiğimiz kimse yok. Son bluzu giymemle Defne'den son yorum yükseliyor, "anneeeee, ne güjel olduuuunn". Ve alışveriş maceramız bu son bluzun alınmasıyla nihayete eriyor.

** Evdeyiz, ben çeşitli sebeplerden harap bitap vazyetteyim. üzülmesin diye bizimkine çaktırmamaya çalışıyorum ama nafile. Melek kalbi herşeyi fısıldıyor ona. Minicik elleriyle yüzümü okşuyor "anne kıyamam sanaaa" diyor. Ve ben bitiyorum o an. Hayatımda duyduğum en anlamlı, en güzel, en özel, en harikulade kelimeler bunlar. Canı gönülden... Benden duyduğunu bana satıyor olsa da bunu öyle hoş ve yerinde yapıyor ki, tüm yorgunluğum, keyifsizliğim bulut olup uçuyor....

*** Sabahın çok erken bir saati, bizimki mızık mızık uyanıyor. Bir ümit yanına kıvrılıyorum, en azından saati 7 yapsak diye. Vız vız vızıldamalar, bir mutsuzluk bizimkinde. Belli ki uykusu yetmemiş aslında ama bir kez o cin gözlerini açmış ya artık dönemeyecek uykuya. en azından öğlene kadar... Yine bir ümit başını okşuyorum öpüyorum belki uyur diye, ama nafile. İşin acı tarafı kendisi de farkında bu halinin, "anneeee ne oldu banaa" diye ağlamaklı sorup duruyor. "Ah kuzum" diyemiyorum tabii, "büyüyorsun ve ilk ergenliğini yaşıyorsun aslında". Bol bol öpüyorum, sarılıyorum ve sonunda pes edip yataktan çıkarak güne başlıyoruz....

**** Uzaktaki parktan dönüyoruz, çantam gülle gibi. Islak mendil, meyve kutusu, selpak .... çocuklu kadın çantası işte. Bizimkinin gözü bu sefer de bizim sitenin parkında. Kıyamıyorum eve götürmeye, ama çantayı bir şekilde bırakmam lazım. "Bak Defne, çanta çok ağır lütfen eve gidip bırakalım sonra tekrar ineriz" diyorum. Bizimki anlar gibi ama ufukta salıncakları görünce "annneee parkaaa" diyiveriyor. E herkesin derdi kendine. Bu sefer ikinci koza geçiyorum "çantayı bırakalım söz hemen çıkacağız" diyorum, nafile, gözler ağlamaklı, oysa hiç kandırmıyorum onu ama olsun işte, istediği hemen olacak ya. Bu sefer, "Defne kolum çok ağrıdı çantam çok ağır eve bırakalım çantayı" diyorum. Sözün bittiği yere geliyoruz, bizimkinin ağzından inciler dökülüyor. "Annecim, kıyamam sana. Senin kolun ağrırsa ben çok üzülürüm" ve tırıs tırıs eve çıkıyoruz, çantayı bırakıp anlaştığımız gibi hemen parka iniyoruz.

***** Ve hayatımda duyduğum en güzel hitap "annem, benim annem" demiyor mu, cennette sanıyorum kendimi, kanatlar takmışım da uçuyormuşum gibi geliyor.

Öyleyiz böyleyiz de yine, çok ama çok iştahsızız. Bardağın dolu tarafını görmeye çalışsam da, çocuk bu tabii bize benzeyecek desem de, az yiyormuş gibi geliyor bana. Sıcaklardan mı, yemeklerden mi sıkıldı, ne yapsam ne etsem ile günler geçiyor. Boyu uzuyor, taytlarının (aslında sıskalar için kumaş pantalon demeli) kısalmasından belli, ama maalesef kemikleri sayılıyor. Bu hali bir yandan, kumsaldaki çok bilmiş teyzelerle girebileceğim diyaloglar diğer yandan şimdiden kabusum oluyor. Tek umudum tatilimize az kalması, belki deniz havası, kumda oynamak vs iştahını biraz açar, yoksa bu kış, yuva&hastalıklarla silindir gibi geçecek üstümüzden.....    

5 Temmuz 2013 Cuma

Yazdan Kışa....

Bahar geldi, yaz geldi diye rehavete kapılıp ağustos böceği misali şarkı söyleyip yayılmak yok, bayanlar baylar. Yaz, bir yönüyle de kışa hazırlanmak, kışı programlamak, hele benim gibi plan, program hastası bir insan için. Bazen düşünüyorum, günahım neydi diye, engel olmak istiyorum kendime ama nafile. Biliyorum ki canımın çıkacağı o güne kadar delicesine program yapacağım, uygulayacağım.

Tamamen mutfak hazırlıklarından bahsediyorum bu yazımda. Daha önce bahsettiğim gibi buzluğu doldurmaktan hoşlanmıyorum ama bizim evin şartları bazı hazırlıkları da yapmam gerekiyor yazdan.

Birkaç hafta evvel 5 kilo bezelye alıp ayıklayarak, torbaladık, buzluğa attık mesela. Çoğul söyledim, çünkü kışın o bezelyeden nasiplenecek her ferdin dahli vardı çalışmada. Kimi ayıkladı, kimi hem oynayıp hem ayıkladı, kimi de bu anı ölümsüzleştirdi.


Yine belli bir miktar enginar alıp dondurdum. Kayınvalidem sağolsun reçel ve yaz sonuna doğru domates/biber salçamızı yapacak, bir de azıcık bamya atacak buzluğa. Hepsi bu, ama yetmez mi? Hele de salça kısmı, kışın tam hayat kurtarıcı.

Bizim evin karınca halleri de bunlar işte. Yazdan kışa hazırlıklar, tatlı telaşlar....

4 Temmuz 2013 Perşembe

Kabaklı Tava Böreği

Yeni taşınan komşumuzdan öğrendiğim ve ne zamandır denemek istediğim çok pratik, çok lezzetli ve sağlıklı bir tarif bu. İster ikindi kahvaltısına isterseniz akşam yemeğine pişirebilirsiniz. Özellikle, sebze ya da peynir yemekte zorlanan bir çocuğunuz varsa tam size göre diyebilirim, en azından denemeye değer. Peyniri sadece erimiş halde yiyen Defne, bu böreğe bayıldı mesela.

Böreğin içindeki kabağı çiğden koydum, hep söylediğim gibi kavurma/ ön pişirme işlemlerinden vazgeçeli çok oldu. Börek pişince kabak da pişmiş oldu, bence daha bir lezzetli oldu. Pişirme sırasında sulanıp böreğin kıvamını da bozmadı. Sanırım bunda iç harcındaki sıvıları az tutmamın da etkisi oldu.

Malzemeler: 

2 yufka, 1 kabak, göz kararı maydanoz (seviyorsanız dereotu), 1 yumurta, rendelenmiş kaşar peynir, tuz, karabiber, sıvıyağ ve biraz süt.

Yapılışı:  

1. Kabağı ve kaşar peyniri ayrı ayrı rendeleyin. Maydanozu (ya da dereotunu) ince kıyın. Rendelediğiniz kabağı, doğradığınız maydanozu karıştırın, biraz tuz ve karabiber ekleyin.

2. Yumurta, sıvıyağ ve azıcık sütü bir kapta iyice çırpın.

3. Böreği pişireceğiniz tavayı yağlayıp, yufkalardan birini kenarları dışarıya taşacak şekilde tavaya serin.

4. İkinci yufkadan parçalar koparıp bir kat koyun. Sıvı harç ile yufkayı biraz ıslatın, bir kat daha yufka koyun.

5. Yufkaların üzerine kabaklı karışımı yayın, kaşar peyniri serpin. İkinci yufkadan kalan parçalarla iç harcı kapatın. Kalan sıvı harcı dökün.

6. Tavanın dışında kalan yufkalarla böreği örtün. Üzerine isterseniz bir miktar sıvıyağ gezdirin ya da parçalar halinde tereyeğ koyun. Kısık ateşte her iki tarafı kızarana kadar pişirin.

Afiyet olsun !

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Kalendertepe Restoran

Bir pazar günü, çok başka bir yere gitmeye niyetliyken karşımıza çıkıveren bir mekan Kalendertepe Restoran. Kartvizitinde yazılana göre 1968'den beri hizmet veren bir yer. İster lokanta diyin ister çay bahçesi, her tanıma uygun, püfür püfür rüzgarı olan, çam ağaçlarının altında, sessiz, sakin, dingin tam biz çocuklu ailelere göre bir yer bence.

Menüsü çok geniş, ister kahvaltı ister ızgara isterseniz atıştırmalık, herşeyleri var. Çayları sanırım hep taze, ne zaman gitsek mis gibiydi çünkü. Fiyatlar, muadillerine göre bence çok iyi, kesinlikle lüks/gereksiz pahalı değil. Çok geniş bir otoparkı var, otopark ücretsiz, vale de yok. Zaten dediğim gibi tehna bir yer, öyle ayakaltı değil, dolayısıyla yer bulamama, araba park edememe gibi sorunlar olmuyor.

Biz hep ikindi lahvaltısına gittik buraya. Patates kızartması ve sigara böreği yedik, çok lezzetli ve tazeydiler. Yan masalarda ızgara yiyenler de keyifli görünüyordu, porsiyonlar da doyurucuydu.

İçinde maalesef biraz köhne kalmış bir çocuk oyun alanı da var. Kaydırak, salıncak, tahteravalli. Köhne ama olsun, var mı var. Defne seviyor ve oyalanıyor mu, evet. E o zaman vıdı vıdı etmeye gerek yok :)

Masaların çoğu kuşbakışı Karadeniz tarafından boğazı görüyor, olduğu gibi Sarıyer, Rumeli Kavağı, Beykoz. Manzara yeşil ve mavi... İşte bu yüzden çok sıcak havalarda bile gidince bunalmıyorsunuz, ağaçlıklı olduğundan doğal olarak güneş de engellenmiş.

Yeri de çok kolay, Kalender Orduevi'nin hemen yanındaki yokuştan dümdüz tırmanıyorsunuz, Cumhurbaşkanlığı Köşü'ne gelince hemen sola sapıp yolu takip edince Kalendertepe'nin otoparkına çıkıyorsunuz.

Velhasıl, gittik gördük yedik içtik beğendik. Çok ama çok tavsiye ederiz, belki de karşılaşırız :)



2 Temmuz 2013 Salı

93'ün Ardından

Yıl 1993 .... Sadece Sivas Katliamı değil, sonu gelmeyen terör olayları yüzünden ülke kaynıyordu o yıllar ve bence 1993 tüm bu olayların tavan yaptığı yıldı. gün geçmiyordu ki birşeyler olmasın, gündem hep terördü, terör. Hatırlayanlarınız vardır belki, belki kiminiz benim gibi asla unutamayacaksınız o yılı.

Kabus gibiydi 1993 ve sonrasında azalsa da, etkisini kaybetmeye yüz tutsa da hep hatırlanası bir sene oldu, benim için, ailem için, yakınlarım için. Hayatlarımız bir daha asla ama asla eskisi gibi olmadı çünkü.

"33 asker" olayı mesela. Şimdilerde Ergenekon gibi davalarda "gizli tanık" olarak dinlenen Şemdin Sakık'ın da dahli bulunduğu, asla unutulmayacak bir katliam. Annemin saatlerce ağlaması, o gece hiçbirimizi uyku tutmaması, ertesi gün gazetelerdeki manşetler....

Ve sonrasında bir dolu bir dolu olay daha. Ardından 2 Temmuz 1993, ellerinde benzin bidonları, "Allah büyüktür" nidalarıyla (yani tekbir getirerek) "kendilerinden olmayanı" diri diri yakmak üzere harekete geçen bir kalabalık ve onlara asla engel olmayan yüce devletimiz, "misafirperver, anlayışlı, sevgi dolu, hoşgörü dinine mensup" halkımız.... İnsanların diri diri yakılmak istenmesi kadar Allah'ın isminin buna alet edilmeye çalışılması..... Aylar sonrasında başımıza gelen felakette annemin, hastanede Sivas katliamı mağdurlarından biriyle tanışması, birinci ağızdan dinlenen, korku filmlerine taş çıkarır "hikaye"si, vücudundaki yanıkları.... Annemin, eve döndükten sonra, bir süreliğine ara verdiği "bizi siyasetten uzak tutma çabası" sayesinde herşeyi birebir öğrenmemiz....

Ve nihayetinde terörün dönüp dolaşıp ailemi bulması. Yaşadıklarımız, hayatlarımızın bir daha asla ama asla aynı olmaması. Bizden (ç)alınanlar, hiçbirimizin yüzünün bir daha eskisi gibi gülmemesi ve benim 15 yaşımda devlete olan inancımı sonsuza kadar kaybetmem.

Bugün 2 Temmuz 2013, artık "ailem" yok, kahkahalarla güldüğümüz o son 1 Temmuz 1993 sabahı bir asır kadar uzak... ve şimdi, "akil adam" denilen bir grup, devletimin de yönlendirmesiyle tüm bu yaşananları "affedecek" bir raporla, tarihte yeni bir sayfa açmaya çalışıyor.

Neler oluyor, neler yapılmaya çalışılıyor bilemiyorum ve acıdır ki bazen bilmek de istemiyorum. Ve anlıyorum ki, oyunu kurallarına göre oynamakmış bizim hatamız, ülkemizi sevmek, bütünlüğü için çalışmak, özveride bulunmak....

Sivas Katliamı yıldönümü sebebiyle yazdığım bu yazı, tüm terör mağdurlarını anmak için aslında. Adı "Allah için", "bağımsızlık için" vs ne olursa olsun .....

1 Temmuz 2013 Pazartesi

İyi Bayramlar !

Bugün 1 Temmuz, yani Denizcilik ve Kabotaj Bayramı... Başta denizcilerimize sonra da herbirimize kutlu olsun. Bize bu bayramı ve daha nicelerini armağan eden atalarımız huzur içinde uyusun, mekanları cennet olsun !

Kabotaj, Fransızca bir kelime. Bir ülkenin kendi kıyıları arasında denizcilik yapılması anlamına geliyor. Biliyorsunuz Osmanlı'nın son zamanlarında yabancılara tanınan çeşitli kapitülasyonlardan biri de buydu. Kendi kıyılarımızda yabancılar ticaret yapıyorlardı. Ancak sonrasında Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması, kapitülasyonların kaldırılmasıyla bu hak biz vatandaşlara geçti. Yani, 1 Temmuz 1926'da yürürlüğe giren Kabotaj Kanunu ile "Türkiye Limanları ve sahilleri arasında yük ve yolcu taşınması ile kılavuzluk ve römorkaj hizmetleri, Türk Vatandaşları ve Türk Bayrağı taşıyan gemilerce yapılır” hükmü getirilerek daha önceden yabancılara açık olan bu faaliyetleri bundan böyle sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yapabileceğini belirtmiştir.

Bugün bu kanun ne kadar uygulanıyor, adına "kapitülasyon" denmese de yabancılara ne kadar imtiyazlar tanınıyor, kamu malları kiralanıyor ya da satılıyor ben artık hesap edemiyorum. Ancak şunu biliyorum ki, her fırsatta Atatürk'e ve yaptıklarına küfredenler, onun yaptıklarının yarısını, bıraktığı mirasın yarısını bile bırakamayıp gittiler ya da gidecekler koltuklarından, olan da biz halka olacak...

Bir İstanbullu olarak her fırsatta söylediğim gibi, maalesef deniz ulaşımını gereği gibi kullan(a)mıyoruz. Oysa İstanbul bir boğaz şehri. Deniz taşımacılığının etkin kılınması karadaki yükü hafifleteceği gibi, sadece zaman değil enerji tasarrufu da sağlayacak, insanlara yeni iş kapıları da açmış olacak. Ama standart vapur ve çok pahalı olan deniz otobüsü ile deniz taksi dışında ekstra deniz ulaşımı maalesef yok. Günün istediğiniz saati vapur, tekne, bot bulup karşı kıyıya geçmek bu kadar zor olmamalı. Hatta pazar günleri deniz trafiği neredeyse durma noktasına geliyor. Mis gibi deniz havasını alarak hem yolculuk etmek hem de gideceğimiz yere varmak bu kadar lüks, bu kadar zor olmamalı. Belediye Başkanımıza duyururum....

Gelelim deniz kısmına. Maalesef işimize geldiğinde "Müslüman" geçinip en temel konularda sınıfta kalan bir toplumuz. Sorsanız "elhamdülillah" diyen adamlar, iş temizlik kısmına gelince dünyanın en barbar toplumuna dönüşüyor. Yalansa, yalan deyin. Daha dün sahildeydik, en akıntılı yerde denizin üstünde yüzenler içimi kaldırdı. Meyve kabukları, pet şişeler, kağıt artıklar vs ne ararsanız vardı denizde. Oysa insanın en temel ihtiyaçlarından biri sudur, denizler suyu/yağmuru çağırır, barındırdıkları ile karnımızı doyurur. Kıymetini bilene tabii.

Ailemizin tarihinde de bugünün önemi vardır. Hep anlattığım gibi, aslında bize her gün bayramdı. Çünkü o ya da bu ayırmaz, "anlamı olan" her günü kendimizce kutlardık. Dini bayramlar ya da önemli günler mutlaka konusuna göre kutlanır, sonrasında herkes köşesine çekilerek kendi önem verdiği şekilde kutlamasına devam eder (biz küçükler şeker ve harçlık hesabı yaparken, gençler tatil hesabı, büyüklerimizse duayla meşgul olurdu mesela),  milli bayramlarda mutlaka bayrak asılır, evin en küçüklerine günün anlam ve önemi anlatılır, iyice anlamışlar mı diye tekrar ettirilir, şiir ya da marş ezberlettirilir,doğum günlerinde yemeğe çıkılır; cemre düşüşleri telefonla kutlanır vs vs.....  


Yıllar evvel bir Kabotaj Bayramı sabahı ailecek deniz kenarındayız, kahvaltı sofrasındayız. Kuzenim henüz 9 da 10 aylık. Kabotaj Bayramıydı, Denizcilik Bayramıydı derken, bizim küçüğün hiç denize girmediğinin ortaya çıkmasıyla büyükbabam onu kucaklamış, "dur yapma" dememize aldırmadan, çoraplarını çıkararak ayaklarını denize sokmuştu. Böylece kuzenim, bu bayramda hayatında ilk kez denizle tanışarak "milli" olmuştu. Dayımlar acaba hala hatırlar mı o günü?
Öyle ya da böyle bugün Defne'ye, "deniz" konulu bir etkinlik bulmam şart, üstelik bu yağmurda...
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac