Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



22 Aralık 2010 Çarşamba

Bebek Sağlığı ve Bakımı

Doğumdan sonra hastanede, bebeğe K vitamini verilmesi önemli. K vitamini, bağırsaktaki faydalı bakterilerin ürettiği bir vitamin, pıhtılaştırmayı hızlandırıyor. Bebekte, doğum anında bu tür faydalı bakteriler olmadığından, K vitamini üretimi yok. Dolayısıyla beyin kanaması gibi ani kanamalarda risk yaşanmaması açısından bu vitamin uygulanıyor.


Bunun dışında yine doğum sonrası bebeğe Hepatit B aşısı uygulanıyor.

Doğumdan sonra, hastaneden çıkmadan, bebek ve anne rutin sağlık kontrollerinden de geçiriliyor. Örneğin, bebeğin tiroid hormonlarına bakılıyor, fenilketonüri taraması, metabolik hastalık taraması ve sarılık için inceleme yapılıyor. Bunların yanı sıra, işitme testi, kalça gelişiminde gerilik olup olmadığı açısından kalça ultrasonu ve aile talep eder bebeğin de koşulları uygun bulunursa sünnet ediliyor.

Bebeğin doğum ağırlığının 2,5-4 kilo arasında olması, doğum haftasının da 37 hafta ve üzerinde olması normal kabul ediliyor. 35. hafta ve daha öncesinde doğan bebeklerin bir müddet küvezde gözetim altında tutulması gerekebiliyor.

Doğum sonrasında bebeğin görünümü, ilerleyen günlere göre daha farklı. Örneğin bel bölgesinde ya da vücudun diğer kısımlarında morluklar, kırmızı lekeler olabiliyor, el ve ayakları ise nispeten soğuk oluyor. Ayrıca, eğer normal doğumla dünyaya geldiyse, doğum kanalındaki geçiş kafatasında değişikliklere yol açabiliyor. Tüm bunlar, doğumdan sonra geçiyor.

Anne-babaları en korkutan yenidoğan özelliklerinden biri ise bıngıldak. Bıngıldak, bebeğin kafatasındaki kemiksiz boş bölge. Bu bölge zamanla, kafatasındaki kemiklerin gelişmesi ile kendiliğinden kapanıyor. Bu bölgeye özel önem gösterilmesi gerekmekle birlikte, oynanmadığı ve bastırılmadığı sürece zedelenmesi mümkün değil. Zaten 4-18 ay arasında kendiliğinden kapanıyor.

Göbek kordonu, anne-babaları telaşlandıran bir başka konu. Kordon düşene kadar hastanede takılan mandalın kalması, bu mandalla kesinlikle oynanmaması ve hassas davranılması gerekiyor. Özellikle bezin üst kısmının, mandala gelmeyecek şekilde aşağıya doğru katlanması öneriliyor. Kordon, iyi bir bakım ve normal şartlarda 1 hafta-10 gün içinde kendiliğinden düşerek, göbek deliği normal halini alıyor. Kordon düşene kadar, günde iki ya da üç kez, kordonu tutan mandal hafifçe çevrilerek altı kısmı ve üst kısmının, % 70 alkol içeren mendil ya da pamukla silinmesi ve banyo yaptırılmaması gerekiyor. Bu dönemde bebeği, sabunlu suyla silip, saf suyla silerek durulayabilirsiniz.

Yenidoğan bebeği kaldırırken ya da kucağınızda tutarken, baş ve popo kısımlarının desteklenmesi tavsiye ediliyor.

Bebeğin, doğduğu andan itibaren, anne ve babası gibi giyinmesi yeterli kabul ediliyor. Yani prensip olarak, “siz üşümüyorsanız, bebek de üşümez” Ancak bu prensipte dikkate alınan, loğusa olduğundan devamlı terleyen/sıcak basan anne değil, baba. Bu yüzden babalara çok iş düşüyor. Yine de, bebeği soyup giydirirken, altını değiştirip banyo yaptırırken hızlı davranılması, kullanılacak materyallerin önceden hazırlanması gerekiyor. Bebek giydirilirken, kıyafeti çekilerek düzeltilmeli, kolu-bacağı ve başı kesinlikle zorlanmamalı.

Yenidoğan bebeğin yatış pozisyonu önemli konulardan bir diğeri. Çünkü sağlıklı bebek ölümlerinin bir kısmı uyku/yatış sırasında meydana geliyor. Uzmanların önerdiği en uygun yatış pozisyonu; sırtüstü, başı sağa ya da sola dönük olduğu pozisyon. Ancak gözetim altındayken yüzükoyun yatırılması da mümkün. Bebeğin yattığı yerin sert ya da yumuşak olmaması, kendisine ait bir yatakta ya da sepette yatırılması ve yastık kullanılmaması gerekiyor. Oda sıcaklığının 22-23 derece olması yeterli.

Bebeği, oturaklı ya da fileli küvetlerde, önce önü sonra arkası olmak üzere yıkayabilirsiniz. Başını yıkarken, kulaklarına su kaçmasını önlemek için kulaklarını hafifçe kapatabilirsiniz. Isı kaybedip üşümesini engellemek açısından da önce vücudu sonra başı yıkanmalı ve en fazla 5 dakika içinde yıkama işlemi bitirilmeli. Suyun ısısının, dirseğinizi yakmayacak kadar olması yeterli. Bebeği, doğduğu mevsime göre günde iki kez ya da günaşırı yıkayabilirsiniz, yıkama işleminin akşamları yapılması, bebeğin iyi ve huzurlu uyuması için tavsiye ediliyor. Olası tahrişleri önlemek için, her yıkamada sabun/şampuan kullanılmaması gerekiyor. Bebeğin önce başını, ardından vücudunu kurulamalı ve bu işlemler için iki havlu kullanmalısınız, bebeği ıslak havluda bekletmek doğru değil. Cilt kıvrımlarının iyice kurulandığına da emin olmalısınız.

Banyodan sonra, bebe yağı ile yapılacak masajın bebeği rahatlattığı ve gazını çıkarmasına yardımcı olduğu söyleniyor.

Bebeğin kendisine zarar vermesini önlemek için, ilk bir ay eldiven kullanılmalı. Tırnakların ilk kesimi için, doğumdan bir hafta ya da 10 gün sonrası tercih edilmeli ve tırnakları küt ve kısa tutulmalı. Tırnak kesimi içinse, bebeğin uyuduğu ya da banyodan çıktığı zamanı tercih edebilirsiniz. Çünkü banyo, tırnakları yumuşatıyor ve kolay kesilmelerini sağlıyor.

Emmeden sonra bebeğin yüzüne bulaşan sütler, bebe losyonu ile temizlenebilir.

Bebeğin, kol altından ölçülen vücut sıcaklığının 36,5-37 derece, makattan ölçülen sıcaklığının ise 37,5 derece civarında olması normal kabul ediliyor. En ufak ateşlenme şikayetinde derhal doktorun aranması tavsiye ediliyor.

Bebeğin ve lohusa annenin, doğumdan sonra 40 gün doktor ziyaretleri dışında evden çıkmaması gerekiyor. 40 gün dolduktan sonra da, 4 aylık oluncaya kadar hastalık kapmayacak şekilde, mümkün olduğu kadar açık havada dolaştırılması, kapalı ve kalabalık ortamlara girmemesi tavsiye ediliyor. Bu evrede hijyen çok önemli olduğundan yenidoğan ve annenin, kalabalıkla teması, öpüşmesi, insanlarla kucaklaşması kesinlikle yasak.

Pamukçuk, bebeklerde görülen bir tür mantar enfeksiyonu. Doktorun tavsiyesi de dikkate alınarak, pamukçuk olan yerlerin (bebeğin ve varsa anne göğsünün) karbonatlı suyla (kaynatılmış ılıtılmış suya ilave edilecek) temizlenmesi gerekiyor. Anne göğsünün temiz ve kuru tutulması, pamukçuk oluşumunu engellemek için önemli.

Bebeği sakinleştirmek için hafifçe sallamak, emzirmek ve şşşşşş sesi çıkarmak etkili yöntemlerin başında geliyor. Ilık bir banyo da tavsiye ediliyor.

Bebeğin uyuduğu odanın nemini ayarlamak ve dengede tutmak için piyasadaki cihazlar kullanılabileceği gibi, odanın günde bir iki kez havalandırılması da yeterli görülüyor.

Bebeğin altını bağlamada, pamuk yüzeyli bezlerin kullanılması, ağ dokulu olanların tercih edilmemesi de pişiğin önlenmesinde faydalı. Bebeğin altının önce ıslak mendiller silinmesi, kasığının temizlenmesi ve sonrasında pişik önleyici krem kullanılması tavsiye ediliyor. Tüm önlemlere rağmen bebek pişik olduysa, mutlaka doktora götürülerek, pişiğin mantar enfeksiyonu mu yoksa tahrişten mi olduğu tetkik edilmeli.

Beslenmeden sonra bebeğin gazını çıkarmak için kucağınıza alarak kürek kemiklerinin arasına “pıt pıt” sesi duyulacak şekilde hafifçe vurmak ve sırtını aşağıdan yukarıya doğru sıvazlamak gerekiyor.

Burun temizliği ve burundaki tıkanıklığın giderilmesi içinse, burun deliklerine serum fizyolojik sıktıktan sonra, rulo haline getirilmiş pamuk kullanılabilir.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Ispanaklı Yumurta

Özellikle kışın, pazar sabahı kahvaltılarının vazgeçilmezleri arasındadır ıspanaklı yumurta. Üstelik Cumartesi akşamı, dışarıda bir şeyler yiyip bünyenizi fast food ile doldurduysanız, sağlıklı beslenmeye dönüş için iyi bir seçimdir. Hele üzerine karabiber ektiniz mi bu iş tamam.

Malzemeler: Yarım kilo ıspanak(arzuya göre azaltabilirsiniz), iki yumurta, sıvı yağ, karabiber, tuz


Yapılışı: İyice yıkayıp ince doğradığınız ıspanağı, sıvıyağ ilavesiyle teflon tavada kavurun. Tuz ve karabiber ekleyin. Ispanak pişince, spatulanız ile iki yuva açıp yumurtaları bu yuvalara kırın. Tavanın kapağını kapatıp yumurtanın beyazlarının pişmesini sağlayın.

Afiyet olsun !

2 Aralık 2010 Perşembe

Doğumun Yaklaştığını ve Doğumun Başladığını Gösteren İşaretler

Doğumun yaklaşması ile başlaması birbirinden tamamen farklı durumlar. Doğumun yaklaştığını gösteren emareler, 36. haftadan sonra beliriyor. Gebe (anne adayı), kendinde bir rahatlama ve enerjisinin arttığını hissediyor. Buna güvenerek, anne adayının kendisini yorması ise maalesef erken doğumu tetikleyebiliyor. Dolayısıyla vücut aksini söylese de, bu dönemde, yani son haftalarda, yürüyüş dışında dinlenilmesi, ağır işlerin yapılmaması tavsiye ediliyor.


Bu haftalarda, kasılmalarda artış da başlıyor. Ancak bu kasılmalar, anne vücudunu doğuma hazırlamaya yönelik, düzensiz ve dinlenince geçen kasılmalar.

Bazı hamilelerde az da olsa kilo kaybı görülebiliyor.

Doğumun başladığını gösteren en önemli emare ise “nişan” denilen, rahim ağzını kapatan tıkacın gelmesi. Mukus görünümünde, akışkan bir yapısı olan ve kahverengindeki bu tıkaç, aslında bebeğin dış dünya ile temasını önleyen bir nevi koruyucu madde. Bu maddenin vücuttan atılması ile bebek, dış dünya ile temasa geçmeye hazır hale geliyor. Dolayısıyla nişan gelir gelmez doktor aranmalı ve bir an evvel hastaneye gidilmeli.

Bunun yanı sıra, suyun gelmesi de doğumun başladığına, yani doktoru arayıp evden çıkmanız gerektiğine işaret. Yalnız, son gebelik haftalarında bazı anne adaylarında idrar kaçırması da olabildiğinden, su ile idrarın birbiriyle karıştırılması söz konusu olabiliyormuş. Uzmanlar, aradaki farkı anlamak için, gelen sıvıyı tutmaya çalışın diyorlar, eğer tutabiliyorsanız bu idrardır, yok eğer insiyatifiniz dışında akmaya devam ediyorsa gelen sudur. Ayrıca idrarda rahatsız edici bir koku vardır, ancak suda yoktur.

Bir diğer işaret de, düzenli aralıklarla gelen ve dinlendiğinizde geçmeyen ağrıların başlamasıdır.

** Amerikan Hastanesi doğum öncesi eğitim programından edindiğim bilgilerdir.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Tavuklu Karnıyarık ve Bulgur Pilavı

Son zamanlarda pirinç pilavına alternatif olarak yaptığım ve beğenerek yediğimiz bulgur pilavının tarifini keşke daha önce yazsaymışım. Bulgur; nişasta içermemesi nedeniyle şeker hastalarının rahatça tüketebileceği, bağırsak kanserini önlemede faydalı bulunan, içerdiği potasyum-demir-folik asit nedeniyle hamilelerin özellikle yemesi istenen çok kıymetli bir besin türü. Baklagillerle birlikte pişirildiği zaman daha besleyici olduğu söyleniyor. Pirinç pilavını yakıştırdığınız her yemeğin yanına bulgur pilavını rahatlıkla pişirebilirsiniz.


Malzemeler: 1,5 su bardağı pilavlık bulgur, 1 kuru soğan, 1 dolmalık kırmızı biber ya da 2 çarliston biber, dilerseniz iki diş sarımsak, 1 domates ya da yarım çorba kaşığı domates salçası, yağ(tereyağ ve ayçiçeği yağını karıştırarak kullanıyorum) 3 su bardağı kaynar su, tuz.

Yapılışı:

1. Bulguru ayıklayıp, yıkayın. Süzülmesi için bir kenara bırakın.

2. Bu arada, yemeklik doğradığınız kuru soğanı ve sarımsağı sıvıyağda kavurun. İnce doğradığınız biberi ilave edin.

3. Rendelediğiniz domatesi ya da domates salçasını ekleyip, bir iki dakika karıştırın. Bulguru ve tuzu ilave edip, iyice harmanlayın.

4. Kaynar suyu ekleyip, bulgur suyu tamamen çekene kadar kısık ateşte pişirin.

Afiyet olsun !

Yaz sebzelerine yavaş yavaş veda ettiğimiz bu dönemde, aldığım patlıcanlarla, kıymalı karnıyarık yerine, tavuklu karnıyarık pişirdim. Aslında bu yemek, işyerimin yemekhanesinde yapılıyor ama şimdi hatırlamadığım farklı bir isim vermişler. Klasik kıymalı karnıyarığa iyi bir alternatif, üstelik en az onun kadar lezzetli.
Malzemeler: 6 adet patlıcan, 1 kuru soğan, 2 tavuk göğsü, bir dolmalık kırmızı biber ya da iki çarliston biber, 1 domates ya da yarım kaşık domates salçası, yarım çay bardağı su, sıvıyağ, tuz, karabiber, yarım su bardağı rendelenmiş kaşar peynir.


Yapılışı:

1. Patlıcanları alacalı soyup, bıçakla uzunlamasına ince bir çizik atın. Yarım saat tuzlu suda bekletin. Bu arada tavuğu haşlayıp, minik minik doğrayın.

2.Patlıcanların suyunu sıkıp, kapaklı teflon tava ya da tencerede biraz yağ ilavesi ile kısık ateşte arasıra çevirerek pişirin (kızartma kadar lezzetli olmasa da neredeyse yağsız olduğundan sağlıklı bir pişirme şekli.. yarı sote yarı buğulama gibi)

3. Yemeklik doğradığınız soğanı ve biberi sıvıyağda kavurun. Rendelediğiniz domatesi ya da domates salçasını ilave edip karıştırın. En son doğradığınız tavuk etini, sıcak suyu ilave edip bir taşım kaynatın. Tuzunu ve karabiberini ayarlayın.

4. Pişen patlıcanları, tavuklu harç ile doldurun. Üzerlerine kaşar peynir rendesini yayın. Tencereye bir miktar su ilavesi ile patlıcanların iyice pişmesini sağlayın.

Afiyet olsun !

18 Kasım 2010 Perşembe

Lido di Jesolo

Venedik’i görmek, ekonomik bir yerde konaklamak ve upuzun kumsalında denize girmek istiyorsanız tam size göre bir yer burası !


Trafiğe kapalı caddesinde, alışveriş yapabileceğiniz dükkanları, pizza ve çeşit çeşit makarna yiyebileceğiniz restoranları ile her bütçeye hitap eden yazlık bir kasaba Lido di Jesolo.

Venedik gezimiz sonrasında buradaki otellerden birinde bir gece kalmıştık. Gün içerisinde gezimiz olduğundan, denize girmeye fırsat bulamamıştık, ama yine de sahile inmiş ve fotoğraf çekmiştik. Uçsuz bucaksız kumsalı, sakinliği, sessizliği, bir de sabah kahvaltımızı paylaşmak isteyen arsız ve sevimli serçeler bizi mest etmişti.

Venedik dönüşü otele geldiğimizde, biraz dinlenip yemek yemek ve gezmek için bahsettiğim o caddeye çıktık. Henüz ilkbahar akşamı olmasına rağmen hava bayağı sıcaktı. Yazlıkçılar henüz gelmemiş olsa da, dükkanlar açık, restoranlar hizmet vermeye başlamıştı.

Önce bir pizzacıda yemek yedik. (Patlıcanlı pizzası gerçekten çok güzeldi.) Sonrasında da dondurmalarımızı alıp, otelin yolunu tuttuk.

Tam o sırada, köşebaşında bir kısım gençlerin şarkı söyleyip gitar çaldıklarına şahit olduk. Aralarında dans edenler de vardı. Durup bir süre dinlemekten kendimizi alamadık. Hatta otele dönmeyi istemedik bile, ama o kadar yorgunduk ki …..

Yaz akşamlarından kalma, sakin ve romantik bir gece geçirdiğimiz Lido di Jesolo’yu, uçsuz bucaksız kumsalını, pizzacıdaki Hindu garsonun nezaketini, kahvaltı masamızda bizi başbaşa bırakmayan yaramaz serçeleri unutamayacağım.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Doğum İçin Hastane Seçimi

Doğum yapılacak hastanenin seçimi, bebek ve anne için çok önemli. Odaların genişliği ve konforundan ziyade, hastanede “yeni doğan yoğun bakım ünitesi”nin olması ve hastanenin “bebek dostu” ünvanının bulunması tavsiye ediliyor.


Özellikle, yeni doğan yoğun bakım ünitesinin varlığı, doğumda oluşabilecek komplikasyonlar göz önüne alındığında, bebeğin hayatını kurtarabilecek bir merkez.

“Bebek dostu” hastane ise, anne sütünün değerinin bilindiği, gerek annenin gerekse bebeğin, emzirmeye/emmeye teşvik edildiği, bu yönde hastane personelinin seferber olarak, çok zorunlu haller dışında bebeğin mutlaka anne sütüyle beslendiği, başka gıdalar verilmediği hastane olarak tanımlanıyor. Bu tür hastanelerde bebek, doğumdan hemen sonra (tabii tam anestezi altındaki sezeryan dışında), ilk bakım ve temizliği yapıldıktan sonra annenin kucağına veriliyor ve emmesi sağlanıyor.

Ayrıca, hastanede geçirilen süre boyunca bebeğin, annenin odasında kalması sağlanıyor. Böylece hem anne-baba hem bebek, birbirlerine alışıyor, anne ve baba uzman hemşirelerin gözetim ve desteği ile ilk acemiliklerini atlatıyorlar. Bu süre içinde bebeğin kilo artışı da kontrol altında tutularak, anne sütünün yeterli olup olmadığı değerlendiriliyor. Başta anne, anne sütünün değeri hakkında bilgilendiriliyor ve bebeğini emzirmeye teşvik ediliyor.

** Amerikan Hastanesi doğum öncesi eğitim programından edindiğim bilgilerdir.

5 Kasım 2010 Cuma

Mantarlı Et Sote

Hem kış hem de yazın yenebilecek, davet sofralarına da çıkarılabilecek güzel bir et yemeği. Yanında şehriyeli pilavla harika bir ikili oluyor.


Malzemeler:

- 1,5 kilo yağsız dana kuşbaşı
- 2 adet kuru soğan (ince doğranmış)
- 3-4 adet sarımsak (ince doğranmış)
- 2-3 domates (kabukları soyularak rendelenmiş)
- 1 tatlı kaşığı domates salçası
- 1 kavanoz mantar (suyu süzülerek doğranmış)
- Tuz, karabiber, isteğe göre kekik
- Pişirmek için su
- Sıvı yağ

Yapılışı:

1. Eti süzgece koyup yıkayın ve suyunun tamamen süzülmesini bekleyin.

2. Eti tencereye alıp, suyunu salıncaya kadar orta ateşte, suyunu bıraktıktan sonra kısık ateşte, arasıra karıştırarak, suyunu çekmesini sağlayın.

3. Et, bıraktığı suyu çekince, dilediğiniz miktarda sıvıyağ ilave edin. Biraz kavurup, soğan ve sarımsağı ekleyin.

4. Soğan kavrulunca salçayı ekleyip kokusu gidene kadar karıştırın. Ardından rendelediğiniz domatesi ilave edin. Birkaç dakika daha karıştırdıktan sonra eğer et pişmediyse ya da yemeğin biraz sulu olmasını isterseniz bir miktar sıcak su ve mantarları ilave edin.

5. En son yemeğin tuzunu, karabiberini ve isterseniz kekiği ayarlayın.

Afiyet olsun.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Bursa


Mudanya’da verdiğimiz gezi+yemek molasından sonra Bursa’ya doğru yola çıktık. Neredeyse yarım saat sonra Bursa’ya vardık. İstanbul’dan yola çıkmadan önce, konaklayacağımız otelden yol tarifi almıştık, hakikaten dedikleri gibi kolayca, yolda kimseye sormadan otelimizi bulduk.


Almira Otel, Bursa’nın merkezinde. Otelin biraz ilerisinde yolun karşısında kocaman bir alışveriş merkezi ve Heykel’e giden dolmuşların kalktığı meydan var. Yol yorgunu olduğumuzdan ve Mudanya gezimiz şimdilik kafi geldiğinden, öğleden sonramızı odamıza yerleşmek ve kapalı havuzda dinlenmekle geçirdik.
Ertesi sabah vakitlice uyanıp kahvaltı ettikten sonra, bahsettiğim meydana çıkıp dolmuşa binerek Heykel’e gittik.

Heykel, Bursa’nın en ünlü semtlerinden biri. Adını, burada bulunan Atatürk Heykeli’nden alıyor.

İlk durağımız, Bursa Şehir Müzesi’ydi. Üç katlı olan bu müze; fotoğraflar, belgeler ve tasvirlerle Bursa’yı, Bursa’nın meşhur özelliklerini, yaşam tarzını sergiliyor.

Sonrasında, Bursa Arkeoloji Müzesi’ne gitmek istedik ama müzenin bu yıl sonuna kadar restorasyon sebebiyle kapalı olacağını öğrendik ve çok üzüldük. Sekiz ay boyunca ne tür bir restorasyon yapılacak maalesef anlayamadım, anlam veremedim. Neyse…Bursa, Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmış olduğundan, önemli tarihi eserlerle dolu. Biz de, her ne kadar kronolojik sıraya uymasa da gezimize bunlarla devam edelim dedik.

Heykel’den biraz geriye doğru, yani trafiğin tersine yürüdüğünüzde, Bursa’nın meşhur Ulu Cami’sine ulaşıyorsunuz. Ulu Cami; 1399 yılında I. Bayezid tarafından yaptırılmış. Hakikaten çok büyük ve kubbesi çok yüksek bir cami. İçerisi bizim gibi turistler ve ibadet edenlerle doluydu. Dışarıda ise asırlık çınarları görmeniz mümkün. Ağaçların üzerine “anıt ağaç” yazmışlar, ki ne kadar doğru.
Ulu Cami ziyaretimizin ardından, hemen bitişikteki hanları/çarşıları gezmeye başladık. Biliyorsunuz Bursa’nın dokumacılığı, havlu ve ipeği ünlü. Gezdiğimiz hanlardaki dükkanlarda satılan ipek eşarplar, kravatlar, gömlekler, çeşit çeşit havlular hepsi birer sanat harikası, renk cümbüşüydü. Bayram olması nedeniyle hanlar Türk bayrakları ile süslenmişti, insanlar cıvıl cıvıldı.


Sırasıyla Kapalıçarşı, Koza Han, İpek Han’ı gezdik. Bu hanların hepsi, Osmanlı döneminde yapılmış ve vakıflara gelir elde edilmek üzere kullanılmış. Halen de dopdolu, İstanbul’daki Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı’na benziyorlar. Aralarındaki fark, anıt ağaçlar altında soluklanabileceğiniz avlularının olması.

Yorulduğumuzu anlayınca Koza Han’ın avlusunda kahve molası verdik. Gezimizin en hoşuma giden kısımlarından biri işte bu molaydı. Diğer hanlardan farklı olarak Koza Han’ın avlusu çay işletmeleri ile dolu, hatta kimi işletmeler Türk kahvesi fincanlarını sergilemişler, gayet hoş bir görüntü olmuş.

Kahve molamızın ardından önce Orhan Camii’ne, sonra Fidan Han’a gittik. Orhan Camii, 1339 yılında Orhan Gazi tarafından yaptırılmış, bahçesinde yine asırlık çınarlar.
Öğlen yemeği saati çoktan geçmişti, hem acıkmıştık hem de meşhur Bursa İskender’ini yemek istiyorduk, ama dolmuş şöförünün bize tarif ettiği tarihi lokanta, yani İskender kebabın doğduğu dükkan meydandaydı ve gezmemiz gereken yerleri hala bitirmemiştik.

Son bir gayret, Heykel’den aşağı doğru yürüyerek, Bursa’nın simgelerinden biri olan Yeşil Türbe’ye gittik. Türbenin hem içi hem de dışı çinilerle kaplı olup, adını bu çinilerin renginden almış. 1421 yılında Çelebi Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır, içinde sandukalar bulunmaktadır.
Yeşil Türbe’den sonra, Tophane semtindeki Orhan Gazi ve Osman Gazi Türbelerine gittik. Bu türbelerin olduğu geniş alanda, İstiklal Harbi şehitleri için de şehitlik ve anıt yapılmış. Türbelerin bulunduğu geniş alana, diğer ülke başkentlerinin kaç kilometre uzaklıkta olduğunu ve istikametini gösteren levhalar koyulmuş.


Geniş alanda, tarihi saat kulesini görebilir, Bursa’yı kuşbakışı izleyebilir, anıt ağaçların altında oturup soluklanabilirsiniz. Saat kulesi, Sultan Abdülaziz tarafından 1905 yılında yaptırılmış.

Bir müddet mola verdikten sonra taksiye binip, serüvenimize başladığımız yere, yani Bursa Merkez’e döndük ve sora sora o küçücük İskender lokantasını bulduk. Oto tamircilerinin olduğu bir ara sokakta, içerisinde neredeyse 6-7 masa bulunan minnacık bir dükkan. Kahvaltıdan sonra hiçbir şey yemeyip, suya talim eden midelerimiz lezzetli Bursa İskender’ini görünce bayram etti. Dedikleri kadar var, artık havasından mı suyundan mı bilemiyorum ama Bursa’ya giden herkese imkanları ölçüsünde bu lezzeti tatmalarını öneririm.

Kebapçıdan sonra kestane şekerlerimizi alıp, hayli yorgun olarak otelimize döndük. Ertesi gün Cumalıkızık gezimizden sonra, İstanbul’umuza döneceğimizden, Bursa gezimizi bu kadar ile sınırlı tuttuk. Geri kalan yerler, özellikle Arkeoloji Müzesi inşallah bir başka sefer…

28 Ekim 2010 Perşembe

Hamilelikte Egzersiz

Hem doğumu kolaylaştırmak hem de anne adayının bazı fiziksel sıkıntılarını engellemek/aza indirgemek için hamilelikte egzersiz önemli ve tavsiye ediliyor. Ama kimi durumlarda egzersiz yapılması yasaklanabiliyor.


Kalp damar hastalıklarının bulunması, akut enfeksiyonun olması, tekrarlayan düşük veya erken doğum riski, çoğul gebelik, kanama ya da su kesesinin açılması, ciddi hipertansiyon, gelişme geriliği şüphesi, gebeliğin tüp bebek ile sağlanmış olması, tromboflobit (anne adayında dolaşım yolu bozukluğu) gibi nedenler, egzersiz yapılmasına engel olabiliyor. Dolayısıyla egzersiz yapmaya başlamadan önce, hamilelikte rutin kontrolleri yapan uzman doktorla konuşmak ve uygun görüşünü almak gerekiyor. Zaten, bu tür egzersizler bir merkezde yapılacaksa kayıt aşamasında “doktor raporu” talep ediliyor.

Egzersizlerin, steril ve aydınlık bir ortamda, iyi havalandırılmış bir odada ya da açık havada yapılması gerekiyor. Özellikle son aylarda sıvı alımı daha da önem kazandığından, sıcak havada, güneşin altında egzersiz yapılmamalı. Anne adayının kapasitesinin bir basamak altında efor sarfetmesi yeterli görülüyor. Yani yorulmak ve zorlanmak kesinlikle yasak. Ayrıca yapılacak egzersizlerin, “kişiye özel” hazırlanması en uygun yöntem, yani “arkadaşım şunu yapıyor ben de yapayım” düşüncesi yanlış.

Tehlikeli sporları yapmak tabii yasak. Yani bu dönemde su kayağı, yüksek atlama vs sporlara heves etmemek lazım. Yüzme ve yürüyüş gibi aktiviteler gayet uygun. Hamileliğin ilk altı ayı ile son üç ayı yapılan egzersizler de içerik olarak değişebiliyor.

Bence, çok idealist değilseniz kısa yürüyüşler, nefes egzersizleri, el ve ayakları çalıştırıp şişmelerini önleyecek basit hareketler gayet yeterli. Hamileliğimin ilk aylarından beri mümkün olduğu kadar yürümeye, yaz tatiline gelen kısmında kendimi yormadan yüzmeye ve basit hareketler yapmaya çalışıyorum.

** Amerikan Hastanesi doğum öncesi eğitim programından edindiğim bilgilerdir.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Mücver


Tüm yazı neredeyse hiç mücver yemeden kapatmaya gönlüm razı olmadığından, pazardan aldığım kabakların bir kısmıyla mücver yaptım. Mücveri kızartırken çok yağ kullanmayınca, ağır ve yağlı olmuyor. Ayrıca kızarttığım mücverleri kağıt havluya çıkararak fazla yağın süzülmesini de sağlıyorum.

Mücveri;, dolma ve ızgara etin yanına çok yakıştırıyorum. Ama tercih size kalmış, çay sofralarında soğuk bile servis yapılabilir. Hatta kızartmak yerine, yağlanmış borcama döküp fırında da pişirilebilir.

Malzemeler:
- 2 kabak
- 1 yumurta
- Arzuya göre, dilediğiniz miktarda dereotu, taze soğan, maydanoz
- Aldığı kadar un
- Tuz, karabiber
- Kızartmak için sıvıyağ

Yapılışı:
1. Kabakları rendeleyin ya da rondodan geçirin. (Bu aşamada kabakların suyunu sıkıp ayıran oluyor, ama ben kabakları suyu ile kullanıyorum) Yumurta, doğranmış yeşillikler, tuz ve karabiber ilave ederek karıştırın.

2. Aldığı kadar un ilave ederek, tavaya döküldüğünde yayılıp dağılmayacak bir kıvam tutturun. Unu yavaşça ve iyice karıştırarak ilave etmenizi öneririm.

3. Teflon tavanızda sıvıyağı kızdırın, mücver harcını birer kaşık birer kaşık tavaya dökerek, her iki tarafını rengi değişene kadar kızartın.


Afiyet olsun !

21 Ekim 2010 Perşembe

Hamilelikte Duygusallık ve Bebeğe Nasıl Bakılacağı

İnternetten yaptığım araştırmalar ve dilnediğim uzmanlardan anladığım adarıyla; lohusalık sendromu kadınların bir kısmında görülebiliyormuş. Görülen bu sendromun normalde, doğumdan sonra 10 gün içinde bitmesi gerekirmiş. Esas önemli sendrom, doğumdan 20 gün sonra başlayan ve bir hafta 10 gün içinde geçmeyenmiş.


Her iki sendroma da sebep olanlar ya da tetikleyenler; stres, uykusuzluk, destek eksikliği, sağlıklı beslenmeme, anne ve/veya bebek için doğumda meydana gelen problemler, bebeğin sağlıksız olması, annenin daha önceden depresyon geçirmiş olması, kısıtlanma düşüncesi, iş yükünün artması, eşlerin azalan ilgisi.

Bunları biraz açmak gerekirse, özellikle ilk günlerde/haftalarda bebeğin bakımı ve ev işleri için aile, yakın arkadaşlar ve yardımcılardan destek almakta yarar var. Çünkü annenin tüm bunlara tek başına yetişmeye çalışması onda stres, uykusuzluk ve kısıtlanma düşüncesi yaratıyor. Yani destek istemekten kaçınmamak ve isteneni net söylemekte yarar varmış. Böylece anne, kendine de vakit ayırabiliyor ve kısıtlandığı düşüncesine kapılmıyor. Örneğin sabah kahvesi eşliğinde kitabını okuyabiliyor, müzik dinleyebiliyor ya da saçlarını kestirmek için kuaföre gidebiliyor. Yakın çevrenin de anneye bu konularda destek olması ve onun hayatını kolaylaştırması önemliymiş. Her gün en az “10 dakika”nın annenin bizzat kendisine ayrılması çözüm önerilerinden biri ve belki en basit olanı.

Bunun dışında, eşlerin de birbirine destek olması, güzel sözler söylemesi, şefkat göstermesi psikolojik açıdan önemli. Bebek uyuduktan sonra eşlerin başbaşa kalması ve sohbet etmesi uygun desteklerden biri olarak görülüyor.

Bebek için en önemli devre, 0-3 yaş aralığı. Çünkü bu yaşlarda karakter ve alışkanlıklar gelişiyor ve yerine oturuyor. Dolayısıyla mümkünse annenin 0-3 yaş arasını çocuğu ile birlikte geçirmesi tavsiye ediliyor. Ama tabii bu, günümüzde mümkün değil. Gerek hayat koşulları gerekse annenin kariyer hayatı göz önüne alındığında mümkünse anneanne-babaannelerin destek ve gözetiminde bir bakıcı tutulması çözüm olabilir. Ancak bakıcının sık sık değişmemesi, annenin bebeğini emanet etmeden önce en az 1 ay bebeği ve bakıcıyı birbirlerine alıştırması tavsiye ediliyor. Bakıcının çalışacağı evde, bir kontrol sistemi kurulması (kamera, ses vs) da önemli. Bunu özetlemek gerekirse; 0-3 yaş evde anneyle birlikte, 3-4 yaş yarım gün anaokulunda, 4 ve sonrasında ise tam gün anaokulu ve okul öncesinde vakit geçirmesi tavsiye ediliyor.


Tartışmalı bir konu olsa da, bebeğe 2 yaşına kadar televizyon seyrettirilmesi uygun görülmüyor. Çünkü televizyonun, bebeğin dil ve sosyal gelişimini olumsuz etkilediği, bebeğin geç konuştuğu ve kendisini ifade edemediği düşünülüyor. Televizyon ile kurulan ilişkinin pasif bir ilişki olduğunu düşünürsek, bence bu mantıklı. Müzik konusunda ise herhangi bir sınır yok, aile hangi müziği seviyorsa bebek de, abartılı olmamak kaydıyla müzik (masallar, ninniler dahil) dinleyebilir. Ancak müziğinde sürekli açık olması tavsiye edilmiyor. Eskinin “azı karar çoğu zarar” sözünü akılda tutmakta yarar var. Piyano çalmanın, çocukta matematik zekayı geliştirdiği söyleniyor.

Yabancı dil eğitimi konusundaysa uzmanlar, 2 yaşına kadar sadece anadilin öğretilmesi gerektiği görüşünde. 2 yaşından sonraysa, yabancı dil eğitimi başlayabilirmiş.

Oyuncak konusundaysa, aşırıya kaçmamakta yarar varmış. “Çok oyuncak”tan ziyade, oyun oynamak önemliymiş. Çünkü bebeğin, ulaştığı ayda kendisinde beklenen tepkileri vermesi gerekiyormuş. Bunu ister tahta kaşığı ister oyuncağını masaya vurarak yapsın önemli değil. Bebekler için ilk etapta dokunarak öğrenmek önemli. Genellikle 1-1,5 yaş arasındaki bebeklere de dokunmak ve yürümek daha çekici geliyormuş, oyun oynamaya ise daha sonraları öncelik veriyorlarmış.

Bunları dinlediğim uzman, konuşmasını bitirirken, her çocuğun farklı olduğunu, genellemelerin yanlış olabileceğini ve her ebeveynin çocuğunu iyi gözlemleyip tanıyarak, ne yapması gerektiğine karar vermesinin en uygun çözüm olduğunu ve tereddüt edilen her noktada uzman destek alınmasında yarar bulunduğunu özellikle belirtti.

** Amerikan Hastanesi doğum öncesi eğitim programından edindiğim bilgilerdir.

17 Ekim 2010 Pazar

Kaşık Sapı

Geçenlerde bal alırken, markette gördüğüm “Mudurnu Kaşık Sapı” dikkatimi çekti ve makarna alacağıma bari bunu deneyeyim diyip bir paket aldım.
         


Paketin üzerinde, makarnalık un, su, yumurta ve tuz ile yapıldığı yazılmış. Pişirme önerisi ise şu şekilde; kaynamakta olan suya bir miktar yağ ve kaşık sapını ilave edin. Yumuşayana kadar haşlayın. Arzuya göre sade ya da peynirle servis yapın. İnternetten yaptığım araştırmalarda da aynı pişirme şeklinden sonra servis içi, didiklenmiş tavuk, dövülmüş ceviz ve sarımsaklı yoğurt ile sunulabileceği yazılmış.

Bu öneriler cazip gelmeyince, eşimin küçüklüğünden beri çok sevdiği “annane mantısı”nı Kaşık Sapı ile yapmaya karar verdim. Sonuç, muhteşem oldu ! Denemenizi tavsiye ederim…


Malzemeler:

- 1 paket kaşık sapı
- 200 ya da 250 gram yağsız dana kıyma
- 1 kuru soğan
- İki adet yumuşak domates (rendelenmiş) ya da 1 yemek kaşığı domates salçası
- Büyükçe bir kase sarımsaklı yoğurt
- Bir avuç doğranmış maydanoz (maydanoz yoksa ince doğranmış yeşil soğan da olabilir)
-Sıvıyağ
- Tuz, karabiber

Yapılışı:
1. Kaşık sapı’nı, makarna pişirir gibi pişirin.

2. Diğer yanda, yemeklik doğradığınız soğanı sıvıyağda kavurun. Kıymayı ilave edip kıyma pişene kadar kavurmaya devam edin. En son rendelenmiş domates ya da salçayı ilave edip, domates pişene (salçanın kokusu gidene) kadar kısık ateşte pişirin. Tuz ve karabiber ilave edin.

3. Servis yapacağınız tabağa, delikli bir kepçe ile kaşık sapını koyun. Üzerine önce sarımsaklı yoğurdu ardından kıymalı sosu yayın.

4. Maydanoz ya da taze soğanı serperek servis yapın.

Afiyet olsun !

12 Ekim 2010 Salı

Çorum ve Çorum Müzesi

Leblebisi ile meşhur Çorum ve çevresi, tarih öncesi ve tarih çağlarında önemli kültürlere, uygarlıklara sahne olmuştur. 1935 yılında Atatürk'ün direktifleriyle başlanan Alacahöyük kazısından elde edilen buluntular da yörede arkeolojiye ve eski esere olan ilginin artmasına neden olmuştur.


Meydanda, Çorum ilinin simgelerinden saat kulesini görebilirsiniz. Bu kule, Yedisekiz Hasan Paşa tarafından 1896 yılında yaptırılmış olup, her saat başı kendisine özgü bir melodi çalmaktadır.

Çorum'da, 1937 yılında Müze faaliyetlerine başlanmıştır. Çorum Müzesi 1968 yılında hizmete açılmıştır.

Müzede, kalkolitik çağ eserleri, Hitit yazılı belgeleri (Çivi Yazılı tabletler), Hitit ve çağdaşı dönemlerine ait mühürler, seramik eserler, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait sikkeler, cam eserler, altın ve gümüş süs eşyaları, heykelcikler, kandiller ve Bizans dönemi eserleri görülebilir.

Çorum Müzesi, bende hayranlık uyandıran müzelerden biri oldu. Gerek müze binası gerekse bahçesi çok bakımlı ve temizdi, eserler özenle sergilenmiş ve korunuyordu. Keşke gezdiğim her müze böyle olsa, turizme ve tarihi eserlerimizi korumak için daha fazla bütçe ayırabilsek.

8 Ekim 2010 Cuma

Dört Boyutlu Ultrason ve Şeker Yüklemesi Testi

Aldığım vitaminlerden mi yoksa yirminci haftadan itibaren bebeğin gelişimi hız kazandığından mı bilemiyorum iştahım çok arttı. Açlığımı, bebeğe ve bana faydası olmayan gıdalarla gidermek yerine bol bol sebze, tahıl, süt ürünleri ve meyve yiyerek bastırıyorum. Şansıma, bugünlerde av yasağı da kalktığından omega 3 kaynağı balığı da soframıza dahil edebileceğim. Umarım minik kızım da benim gibi balıksever olur.


Bu hafta (24. hafta), şeker yüklemesi testi için doktor randevum vardı. İnsülin direnci nedeniyle gebeliğimin ilk aylarında kullandığım glukophage yüzünden bu testten korkuyordum. İtiraf ediyorum, bal ve çok sevdiğim vişne reçeli (onun da sadece taneleri) dışında tatlı tüketmemek için özen gösteriyordum, artık iyi mi ediyordum kötü mü bilemiyorum ama fazla şekerin herhalde kimseye yararı yok.

Doktor, "normal kahvaltını edip gelebilirsin" dese de bir gece öncesinden meyve ve tatlı bir şeyler yemeyi bıraktım. Sabah her zamanki gibi yumurta, peynir, zeytin, domates ve birkaç dilim ekmek yiyip, bir bardak süt içtikten sonra doktora gittik.

Önce dört boyutlu ultrason yapıldı. Yani bebeği sanki televizyonda seyreder gibi ve renkli olarak görebildik. Minik kızımız önce gözlerini ovuşturdu sonra da ağzını açıp kapayarak esnedi. İçeride rahat ve keyifli olduğunu bilmek bizi çok rahatlattı. Doktorumuz da bu pozları kaçırmayıp, bize birkaç ultrason görüntüsünü verdi. Bunlar, minik kızımızın ilk vesikalık fotoğrafları…

Bazı sabahlar bacaklarıma giren kramplar yüzünden doktor, kalsiyum sandoz kullanabileceğimi söyledi. Suda eriyen bu vitamini küçüklüğümden beri sevmememe rağmen, kızımın hatrına içeceğim, başka çare yok. Peynir, süt ve yoğurdu elimden geldiği kadar çok tüketsem de sanırım yeterli olmuyor.

Dört boyutlu ultrasondan sonra, tam kan sayımı ve idrar testi için kan ve idrar örneklerimi verdim. Ardından hemşire, 50 gramlık şeker yükleme testi için büyükçe bir su bardağı içerisinde şekerli su getirdi ve içmeye başladıktan itibaren 5 dakika içinde bitirmemi söyledi. Bu suyu içtikten tam bir saat sonra yine kan alınacaktı. Suyun tadı oralete benziyordu, pek fena değildi. Beş dakikada içip bitirirken hiç sorun olmadı, gerçekten büyütülecek bir şey değil. Ama sonrasında 1 saat boyunca hastaneden ayrılmamamızı, çünkü bazı hastaların bu testte fenalaşabildiğini, kesinlikle uyumamamı, bir şeyler yiyip içmememi ve fazla efor sarfetmememi söyledi. Bunları duyunca biraz telaşlandım desem yalan olmaz, iyi ki yalnız gitmemişim. Eşimle birlikte sakin bir köşeye çekilip dergileri karıştırmaya başladım. İlk 20 dakika hakikaten sıkıntı yoktu, ama akabinde şekerin etkisiyle midem yanmaya ve hafif hafif bulanmaya başladı. Sabahki enerjim de kalmamıştı. Kalan süreyi hayal kurarak, iyi şeyler düşünmeye çalışarak tamamladık ve kan verdikten sonra hastaneden ayrıldık. Dışarıya çıkmak, yürüyüş yapıp mağazalara bakmak beni hemen ferahlattı hem de halsizliğimden eser kalmadı. Yine de keyifli bir test olduğunu söyleyemeyeceğim.


Testin ertesi günü doktorum arayarak değerlerin normal çıktığını (açlık 74, yüklemeden sonra 109) söyleyince, 100 gramlık şeker yüklemesi kabusunu yaşamayacağım için ne kadar sevindiğimi anlatamam. Eğer yüklemeden sonra şekerim 140’ı geçseymiş, o zaman ilave tetkik, diyet ve insülin gündeme gelecekti. Çok şükür bu aşamayı da atlattık. Toz şekersiz hayata devam !...

5 Ekim 2010 Salı

Aya Köftesi


Daha önce Şanlıurfa Boranisi yaptığımı yazmıştım. Oradaki tarife göre yapılan yuvalak köfteler bir süre sonra beni çok yormuştu. Ben de kalan malzemeyle aya köftesi yaptım. Köfte malzemesi ve yoğuruluşu aynı, sadece avuç içi büyüklüğünde yassı köfteler yapılıp yine yağda kızartılıyor. İsterseniz sıcak isterseniz ılık yiyebilirsiniz. Çay sofralarına da yakışacağını düşünüyorum.

Afiyet olsun !

28 Eylül 2010 Salı

Safranbolu

Tarihi evleri ile bilinen bu güzel ve kültür hazinesi ilçe, kültür turlarının “Batı Karadeniz” bölümünde yer alıyor.


Homeros’un İlyada Destanı’nda Paplagonya olarak anılan bu ilçede, Hititler, Frigler, dolaylı olarak Lidyalılar, Persler, Romalılar, Selçuklular ve en son Osmanlılar egemenlik kurmuştur.

Bu kadar uzun bir tarihi geçmişi olan, birçok uygarlığa ev sahipliği yapan yörede; han, hamam, cami, çeşme, köprü ve eşsiz konaklar hayranlık uyandırmaktadır.

Safranbolu, en üstün ekonomik ve kültürel düzeyine Osmanlı döneminde ulaşmıştır. Kentin, 17. yüzyılda İstanbul-Sinop kervan yolu üzerinde önemli bir konaklama merkezi oluşunun bunda önemli bir rolü vardır.

1975 yılında Anıtlar Yüksek Kurulu’nun Safranbolu’yu kentsel sit alanı ilan etmesi ile başlayan ilgi, 90’lı yılların başından bu yana açılan turistik tesislerin katkısıyla gelişmiş ve tanınmaya başlamıştır. Böylelikle, terk edilen konaklar; otel, lokanta haline getirilmiş, bozulan Arnavut kaldırımları yenilenmiş, anıtsal eserler restore edilmiş, eski el sanatları sergilenmek suretiyle turizme kazandırılmıştır.

Safranbolu’nun, sahip olduğu zengin kültürel mirası korumadaki başarısı, Safranbolu’yu “Dünya Kenti” ününe kavuşturmuş ve Unesco tarafından “Dünya Miras Listesi”ne alınmıştır.

Safranbolu Evleri, 18. ve 19. yüzyıl Türk hayatının geçmişini, kültürünü, ekonomisini ve yaşama biçimini yansıtmaktadır. Safranbolu’da yaklaşım 2.000 geleneksel Türk evi bulunmaktadır.

Safranbolu’ya isim veren Safran bitkisi, kendi ağırlığının yüz bin katı kadar sıvıyı sarıya boyayabilmektedir. Bu bitki, gıda, ilaç ve kozmetikte kullanılmakta olup, üretildiği ender yerlerden biri Safranbolu’dur.

Kaymakamlar Evi, Safranbolu’nun gezilebilir müze evlerinden biridir. İçerisinde eski konaklardaki hayatları, kullanılan eşyaları ve el işlerini görebilirsiniz.


Yemeniciler ve Arasta çarşısından yöresel el işleri ve lokum satın alabilirsiniz. Özellikle safranlı lokumu denemenizi tavsiye ederim. Biz, İmren’den alışveriş yapmıştık, gayet taze ve lezzetliydi.

Cinci Han ve Hamamı, Osmanlı dönemi eserleri içinde sayılabilir. Sultan Deli İbrahim’i tedavi ettiği söylenen, Cinci Hüseyin Efendinin anısına, eşi tarafından 1640-1648 yıllarında yaptırılmıştır.

Saat Kulesi’nde çalışan amcadan yörenin tarihini ve özelliklerini keyifle dinleyebilir, 44 yıldır bu işi yapan amcaya hayran kalabilirsiniz.

Fotoğraf çekmek ve ilçeyi kuşbakışı görmek içinse Hıdırlık Tepesi’ne çıkabilirsiniz.

İyi seyahatler !

22 Eylül 2010 Çarşamba

Domates Dolması

Çok yaygın yapılmamakla birlikte, bence yazın çok güzel olan dolma çeşitlerinden biri. Rahmetli annemin sık sık domates dolması yaptığını ve içerisine nane koyduğunu hatırlıyorum. Daha önce denemediyseniz ve benim gibi, hazırladığınız dolma içleri hep fazla geliyorsa farklı bir lezzet için yapmanızı öneririm.


Malzemeler:
-Buradaki linke göre dolma içini hazırlayabilirsiniz. Dilerseniz dereotu yerine, nane kullanabilirsiniz.
- Dolma içine göre yeter miktarda domates (baş kısmı kapak şeklinde açılarak, çekirdekli iç kısmı çıkarılmalı)

Yapılışı:

1. Hazırladığınız dolma içini, bir parmak boşluk kalacak şekilde domateslere doldurun ve kapakları örtün. Dolma tencerenize dizin.

2. Domateslerin içerisinden çıkan çekirdekli kısımları küçük küçük doğrayarak, tencereye ilave edin.

3. Salçayı, domateslerin yarısına kadar gelecek sıcak suda ezip, tenceredeki dolmaların üzerine dökün. Önce harlı ateşte, kaynadıktan sonra kısık ateşte pirinçler yumuşayana kadar pişirin.

Afiyet olsun.

17 Eylül 2010 Cuma

20. Hafta- İlk Hareketler ve Detaylı Ultrason

20. haftayı özellikle yazmak istedim, çünkü hayatım boyunca hatırlayacağım, benim için çok özel anları yaşamaya başladığım bir hafta oldu. Minik meleğimin ilk hareketlerini (daha doğrusu tekmelerini) bir Pazar sabahı hissettim. Bu haftalarda bebeğin hareketlerini hissedeceğimi bilmekle birlikte, yine de irkildim ve şaşırdım. Resmen karnımın içinde bir yerlerden “pıt pıt” diye itti biri. Devam eden günlerde de özellikle yatar ya da oturur haldeyken ve şekerli birşeyler (mutlaka tatlı değil, meyve de olabilir) yediğimde hareketlerini hissedebiliyordum. Hareketler, her zaman şiddetli olmuyor, genellikle kıpırtı olarak tarif edebilirim. Eşim de elini karnıma koyarak, hareketleri hissedebildi. Gebeliğin mucizevi olduğunu düşünmemek elde değil….


Yine bu hafta, detaylı ultrason için randevumuz vardı. Her zamanki doktorumuz değil, bu işte uzman bir başka doktor detaylı ultrasonu yaptı. “Bebeğin genel anatomik incelemesi” denilebilecek bu tetkikte, bebeğin kemik ölçümleri, kafatası ölçümü, gözleri arasındaki mesafe, organları inceleniyor. Bebeğimizin cinsiyetini de, yapılan detaylı ultrasonda öğrendik. Bizi merakla bekleten, meğer minnacık bir kızmış.

Bana, kullandığım multivitamine ek olarak demir ilacı (gyno ferro sanol) da verildi, meğer bu dönemde tüm hamile hanımlara veriliyormuş. Bir de doktorum, tetanoz aşısı yaptırmam için beni Sağlık Ocağı’na yolladı. Bu aşı, hem beni hem de bebeği doğumda kullanılan malzeme ve genel olarak ortamdaki tetanoz risklerinden koruyacakmış. İlk aşı şimdi, ikincisi 4 hafta sonra olmak üzere iki doz uygulanacakmış. İstersem bunları tamamlayabilirmişim. Sağlık Ocağı bu konuda gerekli bilgileri ve aşı kartımı verdi. Hemşire, aşı yapılan kolumu fazla kullanmamamı, biraz ateşim çıkabileceğini ve kolumda, tutulmaya benzer ağrı olabileceğini söyledi. Nitekim böyle bir ağrıyı yaklaşık dört gün kadar hissettim. İçinizdeki minik kıpırtı böyle ufak acıları düşünmenizi engelleyip sizi mutluluk sarhoşu yaptığından, büyütülecek bir şey değil, bence normal zamanda yapılan aşı acısı kadar.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Tava Böreği

Tava böreği; benim gibi, sadece fırında börek yapılabileceğini düşünenler için pratik bir alternatif. Aslında fırına sürmek için borcama hazırladığınız böreği, neredeyse aynen tavada hazırlıyor, kısık ateşte, kapağı kapalı olarak, bir yanı kızardıktan sonra diğer yanını çevirerek pişiriyorsunuz. Üstelik pişme süresi de fırındakinden daha kısa. Çay sofranızda ya da sebze yemeklerinin yanında pilav-makarna yerine sunulabilir.

Malzemeler:
- 2 yufka
- 1 yumurta
- 1 çay bardağı süt
- Sıvıyağ
- içi için: beyaz peynir + dereotu

Yapılışı:

1. Kapaklı teflon tencerenizi sıvı yağ ile yağlayın. Yufkalardan birini, kenarları dışarı sarkacak şekilde tencereye yayın. Diğer yufkayı dört parçaya bölün, parçalardan birini büzerek tencerenin dibine yayın

2. Yumurta, sıvıyağ ve sütü çırpın. Yarısını, tencerenin içindeki yufkaların üzerine dökün. Çeyrek parça yufkayı, yine büzerek tencerenin dibine yayın..

3. İç harcı ekleyin. Kalan iki parça çeyrek yufkayı büzerek iç harcın üzerini kapatın. Sütlü karışımı yayarak dökün.

4. Tencerenin dışına sarkan yufkayı içeriye katlayıp, tencerenin altını kapatın. Kısık ateşte her iki yanının kızarmasını sağlayın.

Afiyet olsun!

4 Eylül 2010 Cumartesi

Siena/İtalya


Yağmurlu bir ilkbahar gününde tanıştığım ve gezdiğim bu İtalyan şehrini masalsı buldum. Siena’da zaman durmuş gibiydi, sanki Siena ve “dışarısı” vardı…. Dışarıda 21. yüzyıl, Siena’da size kalmış....


Roma İmparatorluğu’nun efsanevi kurucuları Remus ve Romulus’u emziren kurdun ismiyle anılan bu şehir, kendini çok iyi korumuş bir orta çağ kentidir.

Meydanı ve meydana çıkan daracık sokaklarında gezmek, sokak aralarındaki evlerin birbirinden süslü pencerelerine bakarak hangisinin daha güzel olduğunu tartışmak,


her mahallenin bir hayvan figürü ile nitelendirildiğini öğrenip bu figürlere göre hangi mahallede olduğumuzu tahmin etmek bence çok hoştu.

Siena şehrinin merkezi (Campo Meydanı / Piazzo del Campo), Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmıştır, yapım yılı 1347’dir. Bu meydan, günümüzde de yapılan geleneksel at yarışları ile ünlüdür. Meydan, koni şeklinde eğimli tasarlanmıştır.

Meydan’da, Belediye Sarayı (Palazzo Pubblico) ve onun 103 metrelik çan kulesi Torre del Mangia’yı görebilirsiniz.

Eğer Siena'da ayaküstü birşeyler yemek isterseniz, meydandaki kafelerin dah apahalı olduğunu bilmelisiniz. Biz, meydana paralel sokaklarda bulduğumuz bir kafede pizza yedik ve çok beğendik.

Garsona, yarım yamalak İtalyancam ile verdiğim yarım yamalak siparişin eşim tarafından İngilizce düzeltilmesi, ardından aşçının uzattığı harikulade bir dilim deniz mahsullü pizzayı neredeyse bir lokmada yiyişimi gülümseyerek hatırlıyorum…

Dönüş için meydandan hayli uzaklaşıp ağaçlarla kaplı bir yoldan otobüsümüze doğru yürüdük.... yağmur altında çok ama çok romantikti...

31 Ağustos 2010 Salı

Gümbür gümbür geliyor bu minik (12-18 haftalar)

Gebelikle ilgili önemli testlerin, tetkiklerin yapıldığı bir dönem. Yani heyecan, kaldığı yerden devam ediyor. “11-14 testi” de denilen ikili test, sonrasında doktor gerekli görürse üçlü test ve rutin kontroller.


İkili testte, ultrasonla bebeğin ölçümleri yapılıyor, anneden de kan alınıyor. Her iki sonuç kıyaslanarak herhangi bir sorun olup olmadığına bakılıyor.

İkili test yapıldıktan sonra kimi doktor üçlü teste gerek görmeyebilir. Benim doktorum, üçlü testin sadece AFP’sini yaptı. Bunun için benden kan aldı. Çok şükür testler olumlu çıkınca, doktorumuz da izin verince, eşimle birlikte 16. haftada yıllık izne ayrıldık.

Bulantılarımın azalması, kendimi daha enerjik hissetmem ve çok sevdiğimiz yazlığa gitmek 16-18. haftalarda benim için güzel bir ödül oldu. Doktorumun dediklerine uyarak (güneşe çıkma, bol su iç, 50 faktörlü güneş kremi kullan, havuz yerine denize gir) gayet güzel bir tatil geçirdim. En büyük keyfim, öğleden sonraları plaj havlumun üzerinde uyumaktı, rüya bile gördüğümü söyleyebilirim. Dedikleri gibi hamilelik uykuları gerçekten çok keyifli.

15-16. haftalarda karnım, pantolonlarımın bel kısımlarını iyice zorlamaya başladı. Giyinikken çok belli olmasa da, bel ve karın bölgemin genişlediğini hissediyordum. Tesadüfen, Beşiktaş’ta PTT’nin olduğu pasajın ikinci katında güzel, modern ve kullanışlı hamile kıyafetleri satan bir dükkan bulduk. Üstelik fiyatları da makuldü. Buradan kendime iki kumaş pantolon aldım. Pantolonların üzerine giyebileceğim bol üstleri ise, indirimde olan normal mağazalardan tamamladım. Gerçi bence üstler çok da problem olmuyor, karın henüz çok çıkmadığı için, normal zamanda bol ve biraz uzun gelen gömlek ve t-shirtlerinizi giymeye devam edebilirsiniz. İşe giydiğim topuklu ayakkabılarımı ise bel ağrılarım nedeniyle kaldırıp, iki babet aldım. Haftasonları daha çok eşofman altı ve spor ayakkabı ile idare edebildim. Bu dönem kıyafet benim için problem olmadı.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Ispanak Sufle

Ispanak sufle, bence en lezzetli ıspanak yemeklerinden biri. İçerisindeki yumurta, beşamel sos ve kaşar peyniri ile çok besleyici. Özellikle klasik ıspanak yemeği dışında lezzetler arayanlara denemelerini tavsiye ederim.

Ispanak sufle; ızgara et ve tavuğun yanına güzel olduğu gibi, bence çay sofralarına da yakışıyor.
Püf noktası; beşamel sosunun normal ölçülerden biraz daha katı kıvamda hazırlanması ve ıspanağın, suyunu iyice çekene kadar kavrulması. Eğer bunları yaparsanız suflenizi börek gibi keserek servis edebilirsiniz, yoksa sıvı bir hal alıp tabakta dağılabilir.

Malzemeler:

- ½ kilo ıspanak
- 1 yumurta
- ½ su bardağı rendelenmiş kaşar peyniri
- Sıvıyağ, tuz, karabiber

Beşamel sos için: 3 yemek kaşığı sıvıyağ, 1 yemek kaşığı silme un, ¾ su bardağı süt

* Malzemeler, iki ya da üç kişilik olup, iki katına çıkarılarak kalabalık sofralar için hazırlanabilir.

Yapılışı:

1. Ispanağı yıkayıp ince doğrayın. Teflon tavanıza biraz sıvı yağ ilave ederek, ıspanak suyunu çekene kadar, ağzı açık vaziyette ve ara sıra karıştırarak sote edin.

2. Bu sırada beşamel sosunuzu hazırlayın. Unu, kokusu gidene kadar yağda kavurup, unun pütürlenmemesine dikkat ederek, devamlı karıştırarak sütü ilave edin. En son tuz ekleyin.


3. Yumurtanın sarısı ile beyazını ayırın.

4. Kavurduğunuz ve bir kenarda soğuttuğunuz ıspanağa tuz ve karabiber ekleyin. Yumurtanın sarısını iyice çırparak ıspanakla karıştırın. Beşamel sosu da ilave edip güzelce harmanlayın.

5. Yağladığınız fırın kabınıza ıspanağı koyun. Üzerine iyice çırptığınız yumurta beyazını döküp, ıspanağın içine işleyene kadar çatal yardımıyla hafifçe karıştırın.

6. En üste kaşar peyniri serperek, önceden ısıtılmış fırınınızda üzeri kızarana kadar pişirin.

Afiyet olsun !

Not: İsteyenler beşamel sosa ya da kavurdukları ıspanağa, doğranmış bir diş sarımsak da ekleyebilir.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Foça

Bu yaz günübirlik gittiğimiz Foça, İzmir’in güzel ilçelerinden biri. Çanakkale tarafından giderken, ana yolu takip ederek Aliağa’ya ulaşmanız ve Foça tabelalarını takip etmeniz yeterli.


Yeni Foça ile Eski Foça arasındaki yol, deniz ve çam ormanlarının yer yer birleştiği, harika koyları kuşbaşı görebileceğiniz, biraz virajlı olsa da asfaltlı ve gayet düzgün bir yol. Eğer isterseniz dönemeçlerdeki ceplere girip fotoğraf molası verebilir ya da koylardaki “beach”lerden denize girebilirsiniz.

Eski Foça’yı ziyaret edişimiz inanılmaz sıcak bir güne rastlamıştı. Dolayısıyla tarihi yerlerini (Pers Mezar Anıtı, Tiyatro, Arkaik Duvar, Şeytan Hamamı, Kybele Açıkhava Tapınağı, Sur ve Beşkapılar, Siren Kayalıkları vs.) gezmeye halimiz yoktu. Kısıtlı olan zamanımızı, balık yemek ve çarşısında bir müddet gezdikten sonra dönüşe ayırmakta kullandık. Ancak gezmeye vaktiniz varsa, çarşının içindeki turizm bürosuna mutlaka uğrayarak bilgi almanızı tavsiye ederim. Buradaki görevli bey ve çok detaylı hazırlanmış broşürler, hem gezilebilecek tarihi yerler hem de kalınabilecek otel ve pansiyonlarla ilgili detaylı bilgi veriyor ve çok yardımcı oluyorlar.

Çarşıda gezinirken, bazı eski Rum evlerinin restore edildiğini ve banka şubesi olarak kullanıldığını gördük.

Alışveriş yaptığımız bir dükkanda, Foça’nın sembolü haline gelen meşhur fok balıklarını sorduysak da, sayılarının hayli az olduğunu ve çok zor görüldüklerini öğrendiğimizde üzüldük.

Foça sahilindeki balıkçılardan Akvaryum’u tercih ettik. Nitekim sahilde olduğumuz saatte en kalabalık balıkçı orasıydı. Eşim fileto lüfer, bense barbun yedim. İki kişilik karışık salata ve kalamarla birlikte 50.-TL verdik. Balıkların taptaze olduğunu ve tatlarının damağımda kaldığını söylemeden geçemeyeceğim.

Umarım Foça’ya bir kez daha gidip ve tarihi eserlerini görme fırsatım olur.
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac