Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



29 Şubat 2012 Çarşamba

Kaymaklı Kayısı Tatlısı

Neredeyse bir haftadır yazmıyorum, oysa aklımda yazmak için kurduğum ne çok konu, bilgisayarımda yüklenmeyi bekleyen ne çok fotoğraf var. Zamansızlık değil, önceliği bloguma vermemem, hepsi bu.

Defne için aldığımız (ve evet onun yemediği) kuru kayısılar biraz uzun bir müddet buzdolabında kalınca bayağı sertleşmişti, halbuki ben buzdolabı yönetimi konusunda kendimle hep övünürdüm. Neyse... çok pratik ve lezzetli "kaymaklı kayısı tatlısı"nı yapmaya karar verdim. Kayısılar suda haşlanırken, geçen kış bol bol içtiğim kayısı suları geldi aklıma.

Kuru kayısı suyunu ve tanelerini; bağırsakları çalıştırması ve süt yapması itibariyle yeni doğum yapmış annelere tavsiye ederim. Kayısıları pişirirken şeker miktarını çok tutmazsanız hem kayısının kendine özgü tadını örtmemiş hem de kilo almamış olursunuz.

Malzemeler:

- 10 / 12 adet kuru kayısı
- 1 yemek kaşığı toz şeker
- Kayısıların üzerini örtecek miktarda içme suyu
- Kaymak

Yapılışı:

1. Yıkayıp suyunu süzdürdüğünüz kayısıları tencereye koyun. Üzerine şekeri serpin ve su ilave ederek, dağılmamalarına dikkat ederek, kayısılar yumuşayana kadar pişirin.

2. Pişen kayısıları enlemesine cep şeklinde kesin. Kesiklerin içerisine kaymak doldurun. Soğuk olarak servis edin.

Afiyet olsun.

** Çıkan kayısı suyunu da içmeyi unutmayın :)

23 Şubat 2012 Perşembe

Yürüyerek Keşfetmek

Bilmem farkında mısınız, blogumda ne zamandır Gezi Notu yayınlamıyorum. Bunun nedeni, iki kişilik ailemize katılan minik kızımla henüz yeni yerler keşfetmeye başlamamış olmamız. Oysa eşim de ben de, gezip tozmayı ne çok severiz. Defne'nin doğumundan önce haftasonları ya da kısa tatillerde nereye gitsek, ne yapsak, araştırır, şehir içinde de olsa görmediğimiz müze, sergi vs değişik yerler/etkinlikler bulmaya, bunlara katılmaya ve bol bol fotoğraf çekmeye çalışırdık.

Babam, geçenlerde Atlas Dergisi getirmiş. Mehmet Yaşin (evet televizyon programından da tanıdığınız, hani hem gezen hem yiyen tatlı amca), dergide "yürümek"le ilgili bir yazı yazmış. İlk kez gittiği bir şehirde yürüyerek gezmenin, gezerken kaybolmanın güzelliğinden; gezintiye eşlik eden seslerin (müzik, doğa, trafik vs) ve kokuların (yemek, doğa vs) gezdiği yerle ilgili bilgiler verdiğinden, bu yüzden yürüyerek dolaşmanın öneminden bahsetmiş. O yazıyı nasıl imrenerek ve iç geçirerek okudum anlatamam. Gezmeyi, yeni yerler keşfetmeyi, hayata kaldığım yerden devam etmeyi çok özlediğimi bir kez daha fark ettim.

Yakınlarda okuduğum bir başka yazıysa, küçük bir çocukla markete giden annesini anlatıyordu. Anne, bir an evvel markete gitmek, alışverişi bitirip eve dönmek isiyor; küçük çocuksa market yolunda gördüğü su birikintisi ile oynamak, karınca yuvasını seyretmek, çiçekleri koklamak, yanlarından geçen insanların arkalarından bakmak istiyordu. Öncelikleri ne kadar farklıydı. "Bu yüzden" demişti yazıda, "eğer aceleniz varsa, markete giderken çocuğunuzu mutlaka pusetine yerleştirin". İşin ilginç kısmı, yazıyı, markete giden annenin gözünden değil, karınca yuvasını seyreden küçüğün gözünden okuduğumu fark ettim. Çünkü küçükken ben de karınca yuvalarını seyretmekten, uğur böceği aramaktan, dört yapraklı yonca bulacağım hayaliyle otları karıştırmaktan büyük keyif alırdım. 

Farklı yerlerde ve farklı amaçlarla yazılmış bu iki yazı birleşince, Defne'nin bağımsız olarak yürümesini ne çok istediğimi ve beklediğimi düşündüm. Bu yazıları okuduktan birkaç hafta sonra, yani birkaç gün önce Defne kendi başına yürümeye başladı. Henüz paytak paytak ilerliyor, çok sıkışınca bir yerlere tutunuyor, ama olsun, şeytanın bacağını kırdık.

Çekirdek ailemiz için artık yürümek ve kızımızla hayatı yeniden keşfetmek zamanı. Kimi bilir, belki babasının imrendiği sergiye gitmekle keşiflerimize yeniden başlarız....

19 Şubat 2012 Pazar

Aileme Armağan-Anılarım

Defne doğduğundan bu yana, çocuk bakımı ve gelişimi dışında kitap okumaya zaman ayırmadım, ta ki Fethiye Teyze'nin kitabı elime geçene kadar.

Fethiye Teyze (aslında ona büyükanne demeliyim), babaannemin kardeşi yani babamın teyzesi. Yazdığı ve imzalayarak bana da hediye ettiği bu kitap, sadece anılarını değil, doğduğu kent Şanlıurfa'daki yaşantıyı, düzeni, yöresel yemekleri, turistik yerleri de anlatan bir nevi tarih kitabı niteliğinde. Kullandığı dil yalın ve anlatımı sürükleyici. Bence en etkileyici özelliği, iyimserlikle dolu olması, insana yaşama azmi vermesi. Yaşadığı onca yıldan, aile ve arkadaşlarından hep sevgiyle, iyilikle, tatlı bir dille bahsetmiş. Hele çizdiği iki büyük soyağacı. Bana, baba tarafımın nereden geldiği (ve nereye gittiği) konusunda rehber niteliğinde. Üstelik kitabında, benden, eşimden ve minik kızımdan da bahsetmiş.

Aile büyükleri ne kadar anlatsa da, söz uçup gidiyor ama yazı kalıyor işte. Keşke anne tarafımla ilgili de elimde böylesine bir kaynak olsa(ydı). Kim bilir, belki bir gün cesaret eder, hayattaki aile büyüklerime danışarak ben yazarım birşeyler...

İlgilenenler için Fethiye Teyze'nin kitabı Ankara'daki Sage Yayıncılık'tan (0312 341 00 02) istetilebilir.

16 Şubat 2012 Perşembe

Beykoz Kebabı

Staj yaptığım bir sene ve sonraki ilk çalışma yılımda çalıştığım yerlerde yemek çıkmadığından, dışarda yiyordum. Kimi zaman simit ya da ekmek arası ile geçiştirdiğim bu yemeklerin en keyiflisi, staj zamanı Karakayalar isimli lokantada yediklerimdi. Bürodan birkaç arkadaş birlikte gider ve set menüyü söylerdik. Bu menü, içerisinde çorba, sulu yemek, pilav ya da börek, salata ya da tatlı olan gayet ekonomik bir menüydü. Yediğimiz yer de çok temizdi.

Sonraki ilk çalışma yılım Sultanahmet'te geçti. Gerçi böyle dediğime bakmayın meslek icabı mesaimin çoğu Sultanahmet'te olmuyordum; ama öğleyin ofisteysem birkaç arkadaş yakınlardaki yerlere giderdik. Mesela meşhur köfteci, Aslan, Hanımeli... Oradaki arkadaşlarım, yemeklerden sonra çay keyfi yapmaya alıştırdı beni. Sohbet muhabbet çok hoş geçerdi öğle yemekleri. Üstelik tarihi yarımadada olmak, yaz kış turistlerin olması içimi açardı.

Devam eden çalışma yıllarımda işyerimin yemekhanesinde yedim. Bunun avantajları; kışın soğukta, yazın sıcakta "ne yiyeceğim" derdi olmaması, öğle yemeği için para harcamamak, her zaman sağlıklı ve temiz yiyebilmekti. Hele yemek dağıtan teyzeler. Hamileliğim boyunca bana hep iltimas yaptılar. Tabağıma hep daha fazla koydular, tercih etmediğim yemeklerden "canın çeker" diye küçük kaselere doldurup verdiler. Bu içtenliklerini asla unutmayacağım. Orada da mesai arkadaşlarımla giderdim yemeğe. Sohbet muhabbet bir şekilde geçerdi öğle tatilleri, ama çoğu zaman dışarının havasını alamadan, yani asla o kadar neşelenmeden.

İşten ayrılıp evde kalmaya başladığımdan beri öğlenleri canım yemek istemiyor. Sanırım en büyük nedeni yalnız olmak. Küçüklüğümden beri, sofra düzenine alışmışım. Yani evde kim varsa, aç ya da tok fark etmez mutlaka sofrada olacak. Yemek yenecek, konuşulacak, hayat paylaşılacak. Belki de bu yüzden, sofra kurulunca ilk oturanlardan ve en son kalkanlardan biri ben olurum. Açlıktan gözüm döndüğünden değil, o kalabalığı ve paylaşmayı sevdiğimden. Neyse,

Geçenlerde, eski işyerimde, "Beykoz Kebabı" ismiyle yapılan yemek düştü aklıma. Lezzetliydi, besleyiciydi, "deneyeyim" dedim ve hatırladığım kadarıyla yaptım. Biraz uğraşmalı bir yemek, çok kap kirleniyor ama sonunda bence buna değiyor.  

Az sonra Defne uyanacak, önce ona yedireceğim sonra da o oyun oynarken ben yiyeceğim ve yerken, bugüne kadar öğle sofralarını paylaştığım tüm arkadaşlarımın kulaklarını çınlatacağım ve akşam eşimle soframızı paylaşmayı dileyeceğim.

Malzemeler (iki kişilik):

- 250 gr yağsız dana kuşbaşı
- 2 patates
- 1 havuç
- 2 ya da 3 diş sarımsak
- 8 ya da 10 adet mantar
- 1 patlıcan
- 1/2 yemek kaşığı domates salçası
- Sıvıyağ
- Beşamel sos
- Rendelenmiş kaşar peyniri

Yapılışı:

1. Patates ve havucu soyup küpler halinde doğrayın, sarımsağı soyun ve bütün bırakın. Bunları, buharda pişirin.

2. Patlıcanı alacalı soyup doğrayın. Çok az sıvıyağ ilavesi ile kapaklı bir teflon tencerede pişirin.

3. Eti, yağsız tencerede, suyunu bırakıp çekene kadar pişirin. Ardından yeteri kadar sıcak su ve salça ilavesiyle et yumuşayana kadar pişirmeye devam edin.

4. Burdaki tarife göre beşamel sos hazırlayın.

5. Yağladığınız fırın kabına sebzeleri ve eti koyun. tuzunu ayarlayın. Beşamel sosu döküp hafifçe karıştırın. En üste rendelenmiş kaşar peynir serpip, önceden 200 derece ısıtılmış fırında üzeri kızarana kadar pişirin.

Afiyet olsun ! 

13 Şubat 2012 Pazartesi

İyi uykular Anneeeee !!

Anne olup da, şu ya da bu nedenle geceleri defalarca uyanmayan kaç kadın vardır acaba? Bebeğin ağlaması kadar; süt olsun diye gündüz litrelerce içilen suyun boşaltılması, eğer kışsa ve bebek çok hareketliyse "acaba üstünü mü açtı" endişesi, bebek çok küçükse "acaba nefes alıyor mu" düşüncesi (kabul ediyorum evhamı), bebek azıcık hasta ya da ateşliyse acaba ateşi yükseldi mi korkusu ve daha sayabileceğim onlarca neden bir annenin uykusunun bölünmesine ya da bir türlü kendini koyverip derin uykuya geçememesine yeter de artar.

Hele bir de bebek park yatağında sizin odanızda yatıyorsa... En ufak kıpırtısı, uykusunda (belki rüyasında) kendi kendine söylenmesi, sesler çıkarması annenin zaten derin olmayan uykusunu altüst eder. Ve anne tam da uykuya dalınca gerçek ağlama başlar, çark hep böyle işler.

Durum böyleyken, baba tarafına bakarsınız. Babacık büyük olasılıkla sanki hiçbirşey olmamış gibi iyice büzülmüş mışıl mışıl uyumaktadır, sinir olursunuz, azıcık da o "anne" olsun istersiniz.

Bugün, internette tesadüfen "babalar gerçekten nasıl da bebeklerinin ağladığını duymuyor" başlıklı yabancı bir yazıya rastladım. Yazının orjinaline buradan ulaşabilirsiniz. Özetlemem gerekirse;

Erkekler (babalar) genetik kodları gereği, bebek ağlaması sesine duyarlı değillermiş. Hatta bebek ağlaması sesi, onları uykularında rahatsız eden ilk on ses arasında bile yokmuş. Araba alarmı, rüzgar uğultusu, su damlaması/sızıntısı, cırcır böceği gibi sesler babaları uyandırmada öncelikliymiş. Kadınlar açısındansa, bebek ağlaması ilk sıradaymış. Diğer sesler sonradan geliyormuş.

Yazıya yapılan yorumlar da ilginç. Kimi babalar, bunu kabul etmemiş ve bebeklerin seslerini duyduklarını söylemişler, buna katılan kimi anneler de olmuş. En komiği ise bir anne, "sesi duyamıyor olabilir ama ona atacağım dirseği mutlaka hissedecektir" yorumunu yapmış.

İnsan biyolojisi, alışkanlıkları, genetik (kodlar) o kadar derin konular ki, blogumda bunları tartışmaya ya da çözmeye haddim yok. Öyle ya da böyle, babaların gerçekten duy(a)madıklarını bilmek ve araştırmaların da bir şekilde onlardan yana olması teselli olmak için iyi bir neden bence.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Kısır

Sevimsiz isimli, lezzetli bir salata kısır. Belki "bulgur salatası" desek daha yerinde olur ne dersiniz?

Defne'nin doğum günü de dahil, çaya gelen her misafire yaptığım, severek, bıkmadan yediğim kısırın tarifini paylaşmak istiyorum.

Malzemeler:

- 1 su bardağı köftelik bulgur
- 1 su bardağı sıcak su
- 1 yemek kaşığı salça
- 7/ 8 dal taze soğan
- Yarım demetten biraz az maydanoz
- Limon suyu
- Kuru nane, kırmızı pul biber, tuz
- Zeytinyağı

Yapılışı:

1. Bulguru, servis  yapacağınız düz ve derince bir kaseye alıp üzerine, sıcak suda ezdiğiniz salçayı gezdirin. Mutfak havlusu ile üzerini örtüp bulgurun suyu çekmesini sağlayın.

2. Bu sırada, yeşillikleri ince ince doğrayıp limon suyunu hazırlayın.

3. Bulgur suyunu çekip soğuduğunda, doğradığınız yeşillikleri, limon suyunu, baharatları ve zeytinyağını ilave edip iyice karıştırın.

4. En son tuzunu ilave edip servis yapın.

Afiyet olsun.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Televizyon Seyretmeli mi?

Önce siyah beyaz televizyon, ardından renkli televizyonun evimize geldiğini, sadece TRT 1'in yayın yaptığını, çizgi film seyredebilmek için bir hafta beklediğim günleri dün gibi hatırlıyorum. İyi ki o günleri görmüşüm ve o günlerde büyümüşüm diyecek kadar televizyonu sevmiyorum.

Oysa şimdi öyle mi? Uydu, Digiturk vs derken onlarca (belki yüzlerce) kanal, 7/24 süren çeşit çeşit programlar, yarışmalar, diziler, filmler. İstersen sabahtan akşama otur karşısına, elinde kumanda o kanal senin bu kanal benim gez. İlla seyredecek, takip edecek birşeyler mevcut. Ancak sonunda bir de bakmışsın ki, işlerini yapamadan, durup düşünmeden, yanındakiyle iki laf edemeden gün ölmüş gitmiş. Ama televizyon bitmemiş. Hatırlar mısınız, eskiden İstiklal Marşı ile yayın biterdi. Bu bir nevi "yeter artık, hepsi bu kadar" demenin kibarcasıydı, kim bilir?

Bazı akşamlar camdan dışarı bakıyorum, her evde televizyonun ışığı parlıyor. O kadar üzülüyorum ki, televizyonun (sayabileceğim azıcık yararının dışında) iletişimsizlik ve kopukluk olduğunu biliyorum. Çünkü ne zaman televizyon açsak, eşimle daha az konuşuyoruz, konuştuklarımız da o anki yayınla sınırlı kalıyor. Bazen de birbirimizin konuşmasına tahammül edemiyoruz, "ya biraz dur diziyi kaçırıyorum" diye tersliyoruz birbirimizi, değer mi değmez !

Rahmetli dedeciğim, televizyona "aptal kutusu" derdi. Bazen kızardım böyle demesine. Belgesel izliyorum, tartışma programı takip ediyorum, gezi programları ile yeni yerler görüyorum diye cevap da verirdim. Ama neticede haklı olduğunu biliyordum. Çünkü dediğim gibi azıcık yararının yanında, sonsuz bağımlılık yaratan bu parlak alet her evde, herkeste.

Peki bebek ve çocuklar televizyondan nasıl etkileniyor hiç düşündünüz mü? Anne olmama az bir zaman kala bu tür araştırma ve yazıları takip etmeye başladım. Bilinçli kocaman insanı bile kendisine esir eden televizyon, küçücük cana kim bilir ne yapar merak ettim.

Okuduğum yazılar, tahmin ettiğiniz gibi hiç de içaçıcı değil. Tartışmalar devam etse de, benim de dahil olduğum grup özellikle 2 yaşına kadar televizyonun çocuklara kesinlikle seyrettirilmemesi gerektiğini savunuyor. 2 yaşından sonraysa belli bir süre ve program kısıtı ile devam edilmeli. Aksi takdirde, çocukta otizm belirtileri görülebiliyor, gelişim geriliği/bozukluğuna neden olabiliyor ya da hiperaktiviteye yol açabiliyormuş. Öğrenme ve takip etme, dikkat toplama eksikliği de cabası. Tabii bu her çocukta olacak diye birşey yok, ama ya sizinkine denk gelirse?

Peki Defne'de ne yaptık? Başlarda (5-6 aya kadar) o kadar bunalıyorduk ki televizyonu açıyorduk, zaten çok küçüktü ve televizyona bakmıyordu bile. Ama sonra, eşimle mücadele ve kavgaya ramak kalan restleşmelerimiz sonucu Defne uyanıkken televizyon açmama kararı aldık. Başlarda zorlandık kabul ediyorum, haberler ve eşimin bayıldığı CNBC-E dizileri güme gitti, bense dizilerimin büyük çoğunluğuna sonuna doğru yetişebildim. Ama şunu gördük ki televizyon olsa da oluyor olmasa da. Hatta olmadığı için, sanki daha mutluyuz. Defne, o parlak ışık yerine etrafıyla ve bizimle ilgileniyor, tabii biz de onunla.

Geçenlerde sırf meraktan Defne uyanıkken televizyonu açtım. 5-6 ay öncesine kadar ilgi göstermeyen çocuk, neredeyse televizyonun içine düşecekti. Eliyle televizyonu işaret ediyor, görüntüler değiştikçe çığlık atıyor, televizyonun dibinden bir saniye ayrılmıyordu. Beş dakika bile sürmeyen bu süre, dehşete düşmeme yetti. Hemen televizyonu kapattım ve Defne'den büyük bir azar işittim. Çığlıklarını duymalıydınız, 5 dakikada bu kadar etkilenebileceği, bu kadar ilgi gösterebileceğini tahmin etmemiştim. Tevekkeli değil kimi anneler televizyon karşısında çocukları oyalanırken iş yapıyor. İnşallah ben onlardan olmam.

Kabul ediyorum, televizyon olmadan çocuğu oyalamak, bir yandan onunla ilgilenirken bir yandan iş yapmak ya da kendine zaman ayırmak zor, hatta imkansız. Ama, bu konudaki araştırmaları okudukça yaptığınız fedakarlığa değeceğini de görüyorsunuz.
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac