Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



31 Temmuz 2010 Cumartesi

Venedik

Kuzey İtalya’nın doğusunda, Adriyatik Denizi kıyısındadır. 118 ada üzerine kuruludur. Bu adalar, birbirlerine köprü ve kanallarla bağlıdır. Eskiden ticaret şehri olarak ün salmış Venedik, halihazırda geçimini ağırlıklı olarak turizmden sağlamaktadır.


Venedik’e, Lido di Jesolo denilen yazlık kasabadan bindiğimiz vaporettolarla ulaşmıştık. Deniz yolculuğumuz sanırım yarım saat ya da bir saat kadar sürmüştü.


Büyük Kanal (Canal Grande); Venedik’teki en büyük kanaldır. Uzunluğu 4 kilometre, genişliği ise 30-70 metre arasında değişmektedir. Kanalda ulaşım, vaporetto ve gondollarla sağlanmaktadır.

Büyük Kanal üzerinde yaklaşık dört köprü bulunmaktadır. Bunlar arasında en eski olanı Rialto Köprüsü’dür. Bu köprü, şehrin en cıvıl cıvıl yeri ve merkezi kabul edilmektedir. Etrafında; maskeler, cam eşyalar, şapkalar ve danteller satın alabileceğiniz dükkanlar, oturup soluklanabileceğiniz kafeler bulabilirsiniz.


Son Nefes Köprüsü ise, Dükler Sarayı ile yeni hapishane arasında inşa edilmiş, kapalı bir köprüdür. İsmini, mahkumların bu köprü üzerinden Venedik’e son bir kez bakmalarından almış olabilir.

San Marco Meydanı, Venedik’in en meşhur meydanıdır. Napolyon burası için, “Avrupa’nın en güzel şenlik alanı” ifadesini kullanmıştır. Meydan, birbirinden şık kafelerle çevrilidir. Bu kafelerde zaman zaman klasik müzik dinletileri de düzenlenmektedir.

Doğruyu söylemek gerekirse, Venedik’e gitmeden önce buranın romantik olmadığını, bunun bir klişe olduğunu düşünüyordum. Ama Venedik’i gördükten ve gondola bindikten sonra düşüncem tamamen değişti.

Venedik, her gün biraz daha sulara gömülerek, dünyaya elveda diyen bir şehir… Şu an eğlenceli gözüken ve uğruna festivaller düzenlenen meşhur maskeler, vaktiyle vebadan korunmak için kullanılmış mesela… vebadan ölen insanların cesetlerini taşıyan gondollar, matemin rengi siyaha boyanmış… yani biraz hüzünlü, biraz romantik, biraz canlı ve yaşlı nüfusun fazlalığı nedeniyle biraz da huzurlu bir ada şehir burası….

Size tavsiyem, Venedik’e ve Burano- Murano adalarına en az bir tam gününüzü ayırmanız, kanallar arasında hiçbir endişe duymadan kaybolmanız, San Marco Meydanı’nda güvercinlerin arasında hayal kurmanız ve mutlaka Gondol’a binmeniz…

22 Temmuz 2010 Perşembe

Ege özlemi

Her yıl kışın son aylarında, yaz tatilinin, denizin, sıcacık güneşin, tatil yöremizde gittiğimiz pazar yerlerinin, yediğimiz taze balıkların ve Ege’deki günbatımlarının özlemini duymaya başlarım. Bu özlem o kadar büyür ki, bazı geceler rüyamda yola çıkmak üzere olduğumu ya da denizde yüzdüğümü görürüm. Ertesi sabah buz gibi bir havaya uyanmak ve hazırlanıp işe gitmek zor gelir…. Hep yaz olsa hep oralarda olsam derim… sabah ilk iş denize girsem, dönüp uzun uzun kahvaltı etsem, sonra da verandada kitap okuyarak keyif yapsam…. Zihnimde canlanan hep bu görüntüdür, ne azı ne fazlası….


Geçenlerde, yine öyle bir sabaha uyandım. Rüyamda gördüğüm ben, henüz denizde kulaç atıyordu ki, dijital saat uyanma zamanının geldiğini müjdeledi! Kendimi o kadar kaptırmışım ki, önce nerede olduğumu anlayamadım, ardından servise yetişmek için hızla hazırlanmaya başladım. İşte bu sene de zamanı geldi, deniz tatilini özledim.

Hem kendimi avutmak hem de “yaşam notlarım”ın önemli bir yerini tutan Burhaniye, Ören ve Ayvalık’ı yazmak istiyorum. Oraları ne kadar sevdiğimi, ne kadar benimsediğimi ve koca bir yıl ne kadar özlediğimi…..

Küçüklüğümden beri her yaz, Ören’e yakın bir yerde bulunan yazlığımıza giderim. Soğuk denizi ve bazen deli deli esen rüzgarına rağmen havasını, yazlığımızı, komşularımızı, özellikle de Ege’yi çok severim.

Denizin, kumun, çam ve zeytin ağaçlarının kokusu sinen saçlarımı ve giysilerimi döndükten sonra uzun bir süre hasretle koklarım ve her dönüş zamanında, genç olmama rağmen, gelecek sene tekrar gidebilecek miyim endişesini taşırım.


Tüm sorumlulukları ve şehir hayatının koşuşturmasını geride bırakmış olmanın rahatlığıyla ve tabii ağustos böceklerinin sesleriyle, geceleri deliksiz uyur, sabah dinç uyanırım.

Ege denince balıksız olmaz, erken saatlerde gelen Balıkçı Şeref’i yakalamak için saatimin alarmını kurarım …. ama akşam yediğim tazecik balıklar, erken uyanmama değdiğini gösterir! Üstelik Balıkçı Şeref’in sohbeti de güzeldir. Neredeyse 20 senedir tanışırız. Kimsenin balıklarını ayıklamaz, benimkileri ayıklar, çünkü bilir ki ben bir türlü öğrenemedim bu işi, elim yatkın değil. Üstelik çok kısa bir zaman için gelmişim, kırmaz beni… geçen kıştan konuşuruz, onun torunlarından, benim işimden….

Pazartesi günleri Burhaniye’de, Perşembe günleri ise Ayvalık’ta pazar kurulur. İkisini de kaçırmayız. Pembe domatesler, kış için kuru incir ve Kaz dağı kekikleri, taze börülce, tanesi üç kuruşa kocaman karpuzlar ve tabii Ayvalık’ta eşsiz sakızlı kurabiye ve sakızlı dondurma satan Güler Pastanesi bizi bekler….. Ayvalık’a her gidişimizde mutlaka meşhur tosttan yeriz.

Evlilik yıldönümümüzü ise, Cunda’da akşam yemeğiyle kutlarız. Bu bir ödüldür bize, çalıştık yorulduk ama bak yine Cunda’dayız, Ege’ye karşı oturuyoruz, tenimiz güneşin izlerini taşıyor, saçlarımız Ege’nin tuzunu ve önümüzde Ege’nin lezzetleri… daha ne olsun….

İşte böyledir Ege, bağımlılık yaratır.. sonbaharı burun sızısıyla hatırlanan anılara, kışları özleme, ilkbaharları işkenceye, yazları vazgeçilmezliğe neden olur….

Sevgili Ege ! Bekle bizi, sana kavuşmamıza çok az kaldı, üstelik bu sefer küçük bir melekle geliyoruz !!!
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac