Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Aralık 2013 Pazartesi

Yeni Yıla Nasıl Girersen

"Yeni yıla nasıl girersen tüm yılın öyle geçer" diye bir batıl inanış vardır. İnanmam minanmam desem de sanırım az buçuk inanıyor gibiyim bu söze. Bu yüzden de elimden geldiği kadar dikkat ederim yeni yıla girdiğim güne, saate vs. İşe yaradığını pek sanmıyorum ama sonuçta herşey moralle bitmiyor mu?

Son 3 gündür maşallah Defne gözle görülür şekilde iyileşti. Hele bugün, ara sıra kendisini yakalayan köh köh öksürük dışında bayağı iyi. İştahı da bugün yerine geldi maşallah. Ben de bunu fırsat bilip öğlene doğru, bizimkini iyice giydirip 15 dakikalığına dışarı çıkardım. Neredeyse 1 haftadır eve kapalı bünyesi taze hava aldı, parktaki salıncaklara binemediği için bana kızdı, ama neticede olaysız-ağlamasız eve girdik. Tam eve gireceğimiz sırada yaşlı bir komşumuzla karşılaştık, meğer hastaneye gidiyormuş, paltosunun yakasında birkaç gün evvel gittiği bir cenazede taktığı fotoğraf kalmış, onu çıkardım izin isteyerek. Aklıma büyükbabacığım geldi, ne çok maceramız vardı onunla, hele son yıllarında gittiğimiz onlarca arkadaşının cenazesi. Neyse, yeniyıl dedik, güzellikler dedik, cenaze değil konumuz :)

Eve dönünce, biraz vücudunun ısınmasını bekleyip miniğimi itinayla yıkadım. Keşke yıkamaz olaydım, moralim, benliğim, herşeyim dibe vurdu. Giysilerinden pek belli olmuyordu ama biliyordum acı gerçeği, Defne 1 haftada öyle bir zayıflamış, öyle bir çökmüş ki, bir gören olsa "anası bakmıyor" diyecek vaziyette. Kamboçyalı çocuk diye fotoğrafını çekseler, bir de esmer olsa tamamdır yani. Kerata yemedi, içmedi ki, sadece ilaçla ve vitamin şurubuyla beslendi. Olacağı buydu.

Oysa ben lokma lokma lokmalarla şişirmiştim o minicik göbeğini, tüm yaz peşinde, aman deniz aman güneş aman temiz hava bol gıda demiş, yazlıktaki lokmacı teyzenin dizinden ayırmamıştım ufağımı. Şimdi nerede o mis gibi Ege lokması? Ege denizi, havası?? Gel de İstanbul'un bu karanlık, zehir kokan havasında, herkesler evlerine kapanmışken aldır o kiloları.... Neyse, nankör olmamak lazım.... hiç iyileşmeyip, hastane köşelerinde serum yemek de vardı, ki itiraf edeyim 3 gün öncesine kadar kabusumdu bu gerçeklik....

Doktoru hep söyler, "çocuklar hastayken verdiği kiloları hızlıca geri alırlar, merak etmeyin". Tamam şekerim merak etmiyoruz da bu da demektir ki yine yeniden kilo aldırma uğraşlarına devam, üstelik hemen şimdi. En sevdikleri pişirilecek, yediğini yiyecek sonrasında oyunla-masalla-oyalamacayla devam edilecek, hiç istemediğim halde belki kaşıkla arkasından koşacağım ve yeni yıla bu telaşla gireceğim. Tüm yılım böyle geçecek..... Çok şükür ki dileklerim kabul oldu ve yeni yıla hasta girmiyoruz maşallah !

Herşeyin başı sağlık, gerisi hakikaten teferruat.

Şimdiden hepinize mutlu yıllar diliyorum !!!

28 Aralık 2013 Cumartesi

İlk Üç Yaş İçin Hangi Oyuncak

Oyuncak konusu ailenin bütçesine, tercihine ve çocuğun eğilimlerine göre değişebiliyor. Bu yüzden bize uyan, Defne'nin keyifle oynadığı, ilgilendiği oyuncaklar aynı yaşlardan bir başka çocuk için vasat olabilir. Dolayısıyla yazımı, kesin ifadelerle değil, tavsiye olarak okuyup yorumlamanızı ve oyuncak seçimini çocuğunuzu gözlemleyerek yapmanızı rica ediyorum.

* İlk aylarda her ne kadar "anlamaz" deseler de Defne çıngırağa bayılıyordu. Minicik elleriyle kolay kavrayabileceği, içindeki zilleri şıngır şıngır eden bir çıngırağı vardı. Kah bizim elimizde kah onun elinde. Bir de havlama sesi çıkaran bir köpek kuklası. Aslında o yaşa uygun bir oyuncak değildi ama gazlı bir bebek olduğundan dikkatini dağıtmak için, sesini fazla çıkartmamak suretiyle oynatıyorduk.

** Renkli kaplar; bu kadar basit ve ucuz bir oyuncak anca böyle makbule geçer dedirtti. Kaplar üstüste dizildi, içiçe geçti, renklerine/ büyüklüklerine göre kümelendi. Kuma götürüldü, içine su dolduruldu, velhasıl hala Defne'nin baştacı oyuncaklarından biri.

*** Üç tekerlekli gidon; Joker'den binbir macerayla aldığımız, Defne'nin kırmızı böceği. Evimizde hala popüler. Kolay katlandığı ve yer tutmadığı için bizimle düzayak her yere geliyor.

**** Yap-Boz; büyük parçalı, 25-30 parçayı geçmeyen setler. Orchard Toys markasınınkiler biraz pahalı olmakla beraber "eğitici" özelliğe de sahip olduğundan tercih ettim.

***** İlk arabam; gidon gibi de kullanılabilecek, market arabası gibi ittirerek de götürülebilen bir oyuncak. Defne yürümeye, onun sayesinde alıştı diyebilirim.

****** Balık tutma oyunu; Tchibo'nun bana küçüklüğümdeki benzer bir oyuncağımı hatırlattığı için 1 sene kadar önce aldığım ve Defne'yle hala severek oynadığımız bir oyuncak.

****** Oyun hamuru; bildiğiniz rengarenk oyun hamurları. İster yaratıcılığı için öylece verin eline isterseniz biraz motivasyon ve "oyun kurma" amacıyla oyuncakçılarda satılan oyun hamuru aktivite merkezlerinden alın.

26 Aralık 2013 Perşembe

Yılbaşı Ağacı'nız Hazır mı?


Çok basit malzemelerle evde yapılabilecek bir etkinlik daha. Özellikle bu soğuk günlerde çocukları evde tutmak, tutup da oyalamak, oyalayıp da mutlu etmek zorlaşmışken. Hele de küçüğünüz hastaysa, bu etkinlik ona da size de "iyi" gelecek garanti ediyorum.

Malzemeler; yeşil ve kahverengi karton, Pritt, süslemek için hazır sticker ya da dergilerden kesilmiş süs ve şekiller.

Evde hazır bulunan keçe bir ağacı baz alarak yılbaşı ağaçlarını çizip kestim, sonrasında kahverengi kartondan gövdeleri kestim. Defne, her ikisini Pritt ile birbirine yapıştırdı.

Sonrasında yine Defne, İş Bankası Yayınlarından Kış Eğlenceleri kitabında hazır bulunan stickerlar ile ağaçları süsledi. Bu minik ağaçları birkaç tane yapıp, şans getirmesi için yakın akrabalarımıza hediye ettik. 

Veee sonrasında; çok daha büyük bir ağaç ve gövde kestim. Defne yine bunları birbirine yapıştırdı. Joker ve Macro mağaza dergilerinden kestiğim süsleri (hediye paketi, geyik, noel baba, çan resmi vs) de gelişigüzel büyük ağaca yapıştırdıktan sonra, ağacın tepesini çift delik delip janjanlı bir kurdeleyle sokak kapımıza astık. 

Yeni yıla az bir zaman kala, gayet basit malzemeler ve neredeyse sıfır masrafla siz de yılbaşı ağacı hazırlayabilirsiniz.   


24 Aralık 2013 Salı

Mayısa Kadar

Defne yine hasta, aslında son bir aydır "iyi" olduğu günler "hasta" olduğu günlerle neredeyse eşit. Bir türlü tam olarak toparlanamadı yavrucağız.

Kasım'ın 3. haftası gibi yakalandığı bol öksürüklü grip, sahiplendiği küçücük vücudu terk etmeyi nedense hiç istemiyor. Oysa yedi, bitirdi, tat bırakmadı. Ne babasının doğum günü ne çok istediğimiz bir bebek ziyareti ne başka herhangi bir şeye kalkışamıyoruz, iki arada bir derede bize mola verdi de doğum gününü kutladık o ayrı. Sanki ne zaman birşeyler yapmaya niyetlensek, akşamına ateş 39'a vuruyor, iniltiler ve köh köh öksürükle bir gece geçiyor, zaten iştahsız olan Defne, ertesi sabaha tamamen yemeyi ve içmeyi kaldırıyor. Yalvarmalar, tehditler, rüşvetler neredeyse hiç işe yaramıyor. Ben denemekten o reddetmekten bıkmıyor ve sonunda ben pes ediyorum.

Hayır düşünüyorum da bu çocuk yaşamak mı istemiyor acaba. Bir insan hasta da olsa yemeye içmeye bu kadar mı direnir anlamıyorum. En sevdiklerini koyuyorum önüne, ne istediğini soruyorum, nafile... küçücük dudaklar mühürlenmiş sanki, gözler ateşten pörtlemiş, daha tabağın içindekini görmeden "ııııı annem istemiyoyuuuummmm" diye direniyor.

Arkadaşlarımla, konu komşuyla konuşuyorum, blogları geziyorum. "Yuvanın ilk senesi böyle geçecek, sabır" diyor herkes. Elbet geçecek de yemeden içmeden, sadece ilaçla hastalık nasıl tedavi olur? Ne bileyim insan bir tarhana çorbası, ılık bir ıhlamur içmez mi? En sevdiği yiyecekleri bile elinin tersiyle itiyor kerata. Sanırım imtihanların en büyüklerinden biri bu "iştahsız çocuk".

"Allah çaresiz dert vermesin, grip birşey değil, üstelik açlıktan da ölmez elbet" diye gün boyu içimden tekrarlıyorum ama o kadar gerginim ki neredeyse tüm gün sırtım ağrıyor. Çabalamaktan ve yedirememekten usanıyorum.

Bugünlerde kızı hasta olan çok sevdiğim bir komşum, "Mayıs'a kadar sabır" dedi dün. "Havalar ısınmaya başlayınca bitecek bu hastalık çilesi". İyi de Mayıs'ı çıkarabilecek miyiz acaba?

Soruyorum soruşturuyorum, çevremdeki çocukların büyük kısmı ya hasta ya yeni iyileşmiş ya da eli kulağında mızık mızık başlamışlar. Nedir bu çocukların gripten çektiği? One minute yaaaa, biraz ara ver hastalık, daha yapacak çoooook işimiz var....    

23 Aralık 2013 Pazartesi

Bir sonbahar da böyle geçer....

Yok öyle "batıl"a inanan insanlardan değilim, hurafeler, garip inanışlar bana göre değil. Ama işte taaa 2013'e girerken biliyordum, hissediyordum işte bu yılın bir cacık etmeyeceğini. Etmedi de, ne özel hayatımda ne genel hayatımda ne de ülkemizde.

Şu günler Yalın'ın en çok bu şarkısını seviyorum, tam da en yalnızlığımda yakalıyor beni. "Ne seninle ne sensiz" derler ya, işte o duygu benim için 2013'e damgasını vurdu.

"Hadi artık 2013 daha fazla sürüme ayağını da çekip git hayatlarımızdan, tüm uğursuzluğunu da beraberinde götür" diye haykırasım geliyor bazen.... oysa yılbaşlarına, takvim düzenine de inanmam ben, bana göre zaman hep ileri doğru akan bir sonsuzluktur, belki de algılarımızda....

Nankör olmamam lazım, herşeye rağmen birşeyler yerli yerine oturuyor hayatlarımızda, sanki "eski" günlerimize dönecek gibiyiz, eskisi gibi şenşakrak, gezip tozmalar filan...

Buz gibi soğuk, ayaz İstanbul sabahından sıcacık sevgiler....

Neyleyim İstanbul'u.... 

Son sözüm kalmadı söyleyecek sana
Sadece birkaç küçük sitem
Belki onlarda eriyip gidecek
Mutlu olduğunu bilsem
Göz görmeyince gönül katlanır derler
Ondan biraz uzak olsam yeter
Ama hiç yalnız bırakmaz anılar
Çünkü en çok mesafeyi severler
Ben birkaç parça anıyla sarhoş oldum bugün
Ve mutluluğum kaldı dağlar ardında
Çünkü yoksun yanımda
Neyleyim İstanbulu sonbaharda
Sen çünkü yoksun yanımda
Neyleyim İstanbulu sonbaharda
Şimdi hiç gücüm yok sana geri dön demeye
Çünkü ayrılık vardı sözlerinde
Hem zaten başkasını bulmuşsundur
Hakkım yok rahatsız etmeye
Ben birkaç parça anıyla sarhoş oldum bugün
Ve mutluluğum kaldı dağlar ardında
Çünkü yoksun yanımda
Neyleyim İstanbulu sonbaharda
Sen çünkü yoksun yanımda
Neyleyim İstanbulu sonbaharda
Çünkü yoksun yanımda
Neyleyim İstanbulu sonbaharda



17 Aralık 2013 Salı

Maç, kaç kaç?

Üniversiteye kadarki öğrenim ve özel hayatım hep "ben" gibi, "ailem" gibi tiplerin arasında geçti. Yani dini, dili, ırkı ne olursa olsun "aydın", liberal ve demokrat insanlar, gelişime ve değişime kapalı olmayan, inançlarını kendi içlerinde yaşayan, kimsenin kimseye karışmadığı sıradan vatandaşlar. 

Üniversiteye başladığımdaysa "gerçek" dünyayla tanıştım. Gün be gün, fakülteye gidip geldikçe, gözlemledikçe, olayların içine girdikçe ya da gir(e)meyip dışardan baktıkça, bilmediğim, bana yabancı gerçeklerle, aslında bu ülkenin gerçekleriyle tanıştım. 

96'da birinci sınıfın ilk dersindeydik. Anayasa hukukuydu. Lise psikolojisiyle amfimiz hınca hınç doluydu, neredeyse 300 kişiydik. Hocamız İbrahim Kaboğlu kürsüye çıktı, kendisini ve dersin içeriğini anlattıktan sonra her birimizin sırayla kendini tanıtmasını istedi. İsmimizi, hangi ilden geldiğimizi ve mezun olduğumuz liseyi söyleyecektik. Amfinin en arkasından başlandı. Aynı "memleketten" gelenler bir olmuşlar, yanyana oturmuşlardı. Aha da işte benim gibi "İstanbul"luların bilmediği "memleket" kavramına merhabaydı benim için. Sonrasında beni ürperten ve garipseten diğer gerçeklik, sınıfımın büyük kısmı imam hatip lisesi mezunuydu. Yani aslında imam ya da hatip olmak için eğitim almış, lise öğreniminin ağırlığı "dini" içerikli olan genç arkadaşlardı. Oysa bu fakülte hukuk fakültesiydi, sonu hakim, savcı ya da avukat olarak bitiyordu. Başka meslek liseleri bu kadar ağır basmamıştı, ne bileyim elektrik, muhasebe vs liselerinden kimse yoktu ya da dikkat çekecek kadar yoktu, varsa yoksa imam hatip.

Biz birinci sınıf çömezlerinin etrafında hemen biten, "kıdemli" gruplar başladı sonra. Yeni gelenleri, kendi aralarına çekmek isteyen "dinciler" ki kendilerine "müstakil hukukçular" adını takmışlardı, ülkücüler, solcular.... Prensip olarak ülkücülere ve solculara yakındım ilk başlarda. Hem ülkemi seviyordum hem de sosyalisttim, ki halen de öyleyimdir, ama gün be gün olayları yaşadıkça kendimi bu iki gruba da çok uzak hissettim. Çünkü her ikisi de ailemin bana öğrettiği Atatürk milliyetçiliğini ve sosyalizmi taşımıyordu. 

Üniversite yıllarımda katıldığım tek protesto gösterisi, amacından sapıp çok farklı noktalara geldiğinde ve bundan sonra uzaktan gözlemlediğim tüm protestoların (öğrenci olaylarının) tabanında yatan her bir uç noktanın ortak tek özelliğinin Atatürk'ten nefret etmeleri olduğunu gördükçe siyasetten, radikalizmden iyice uzaklaştım ve soğudum. Bu okuduğunuzdan sakın ola ki, "inançlı" insanlar/ ülkücüler/ solcular Atatürkçü değildir ve asla olamazlar sonucunu çıkarmayın, ben sadece kendi yaşamsal değerlendirmelerimden hareketle, "radikal"lerden, yani uç noktalardan bahsediyorum. 

Evet, her bir farklı uç nokta Atatürk'ü sevmiyordu, alenen ya da gizlice. Çünkü Atatürk kurduğu sistemde hiçbirine üstünlük tanımamış, ortaya koyduğu "milliyetçilik, "sosyalizim" gibi kavramlarla tüm halkı kucaklamaya çalışmıştı. Diktatörlükle suçlanan bu adam, çağının "diktatörleri" gibi kişisel hırslarına kurban olmadığı gibi halkını da kurban etmemişti. Bunlar benim düşüncelerim tabii. 

Biz üniversitedeyken 28 Şubat süreci yaşandı, üniversitelerde türban yasağı uygulandı vs vs. Türbanlı arkadaşlarım vardı ve bir çoğu yasakla beraber türbanlarını çıkarıp girmişlerdi sınıfa, hatta mezun olduktan sonra tekrar "kapan"mamışlardı. Bir tek Elif, kara çarşafıyla sınıfa gelen bu arkadaş, sonrasında peruk takarak öğrenime devam etti, hep düşündüm, bu "yüzünü kitaptan kaldırıp hocaya bile bakamayan, çekingenlikten öte" arkadaş yarın bir gün savcı, hakim makamına nasıl oturacak ya da avukat olup nasıl savunma yapacak diye.... 

Müstakil hukukçular grubuna baktığımda dikkatimi çeken, bu grupta "kız" olmamasıydı. Bu görüşü destekleyen kızlar sessiz sedasız gelirler, okurlar ve giderlerdi. Erkekli, kızlı hareket etmezdi "dinci"ler. Hatta biraraya gelip yüzyüze konuşan iki farklı cinsi de görmedim diyebilirim. İşte o zaman, bir hukukçu kimliğinin böyle mi olması gerektiğini düşünmüştüm mesela. Erkek ve kadını yanyana kabul edemeyen, kesin çizgilerle ayıran bir kimse ilerde avukat, hakim ya da savcı olduğunda nasıl karar verecek, hareket edecek, adalete yön verecekti. Üstelik o adalet ki, mülkün temeli.   

Sonrasında malum Alparslan Arslan. Biz onunla aynı sınıftaydık, çocuktaki gelişimi, kaymayı uzaktan gözlemlediğimi ve danıştay saldırısıyla resmin netleştiğini söyleyebilirim. Müstakil hukukçulara "yakın" olan bu arkadaş, gelir giderdi derslere. Diğer arkadaşları gibi sessiz, sakin, derinden bir tipti, en azından dış görünüşü öyleydi. Sonraları sınıfa gelmesi seyrekleşti, hatta en son gördüğümde gözleri kan çanağına dönmüş bir haldeydi. Ya sabaha kadar ağlamış ya da uyumamış gibi bir görüntüsü vardı. Demek, "büyük abilerin" kucağına işte o yıllar, belki o günler düşmüştü. 

Müstakil hukukçular grubunda anlam veremediğim türde arkadaşlar da vardı. Bunların sayısı nispeten azdı, hatta acaba yanlış mı değerlendiriyorum, gerçekten "dinci" değil mi bunlar diye düşündüğüm oluyordu arasıra. Çünkü bunlar, diğerlerinden farklı olarak sınıfta kızlarla yanyana oturabiliyordu, yıllık komitesinde çalışıp, "kızlı-erkekli" okul gezileri düzenleyebiliyor, kantinde kızlarla çay içebiliyorlardı. Bu "değişik" hareketleri yüzünden hem "müstakil" arkadaşlarına hem de "bize" tam yanaş(a)mıyorlardı. Benim en çekindiğim arkadaş türü buydu işte. Hakikaten ne olduğu belli olmayan, "her dalda oynayan", gerçek niyetini çözemediğim....

Zamanla "cemaat" kavramı girdi hayatıma. Basından takip ettiğim kadarıyla ve sonrasında okuduğum Şakirt kitabıyla yüzeysel olarak tanıdığım ve nedense beni en tedirgin eden kısım. Kitabın yazarı Barış Müstecaplıoğlu ile bir dönem aynı kurumda çalışmış olmamız da ilginç bir tesadüftür.

Yıllar geçti, "minareler süngümüz" diye başlayan şiirler, "kanlı mı olacak, kansız mı olacak" demeçleri, "demokrasi amaç değil araçtır" söylemleri ardından bir şekilde AKP iktidar oldu.  Vatanın kaleleri birer birer fethedilip,"babasının malı gibi" varımız yoğumuz satılırken, Andersen masallarıyla dolu iddianameler esas alınarak astığım astık kestiğim kestik bir hukuk düzeni almış başını gidiyorken, ben ve benim gibiler hep izlemedeydik, tedirgin bir bekleyiş, ta ki malum Gezi olaylarına kadar. Tam da sesimizi duyurduk, biz de varız derken, olaylar duruldu, demek ok hedefini bulmamıştı.

İktidar boyunca tüm "müstakil" görüşlüler aynı çatı altında toplanmıştı, ama bugün anlıyorum ki bu buluşma da bir yere kadarmış. Çıkarların çatışmaya başlamasıyla, çözülmeler de kendini gösterdi. İzleyen gözler, hisseden kalpler, analiz yapan akıllar zaten sinyalleri çok önceden hafif hafif alıyordu. Gülen'in Gezi olaylarına destek vermesi, iktidar içindeki "çatlak" sesler, facebook'tan takip ettiğim "müstakil" arkadaşlarımın birbirleriyle laf dalaşına girmeleri, hatta bir kısmının Gezi olaylarına aktif olarak katıldıklarını itiraf edip, düne kadar yere göğe sığdıramadıkları AKP'nin "faşizan" bir tavırda olduğunu beyan etmeleri.... Ve derken bu sabah, bugün... Onlarca gözaltı, iddia makamında savcı Zekeriya Öz'ün yer alması, Hakan Şükür'ün hiç de sürpriz olmayan istifası......

Taşlar elbet yerine oturacak. Ama o ana kadar, aynı paydadan gelen ve ortak noktaları Atatürk'ten nefret etmek olan bu iki grup birbirinin ne kadar kirli çamaşırı varsa serecek. Ve maçı alan, faaliyetlerine kaldığı yerden devam edecek. Ta ki??? Ta ki BOP gerçekleşene kadar mı, ta ki şeriat gelene kadar mı (ki buna artık inanmıyorum), ta ki ülke bölünene kadar mı? Resmin bundan sonrası benim için tamamen karanlık..... Gözlerim görmeyecek, kalbim hissetmeyecek, aklım çalışmayacak kadar karanlık....

Bu son gelişmeler, beni zerre kadar sevindirip umutlanmıyor. İsterdim ki, gidişata dur diyen cumhuriyetin "gerçek" sahipleri olsaydı. İşin ilginç tarafı, kimin masum kimin suçlu olduğunu da bilemiyorum, çünkü "anayasayı bir kez ihlal etmekten birşey olmaz" zihniyetiyle ilerleyip, düzmece delillerle insanların yıllardır hapislerde süründüğü bir ülkede hukuka ve adalete inanç da kalmıyor. İşte bu yüzden, "çamur at izi kalsın" mantığıyla hareket edip, 4 yıl içerde tuttuğunuz bir insanı aniden salıvermekle vicdanlarda gerçek "adalet" sağlanmış da olmuyor.

Özel hayatında iftiraların en ağırlarına maruz kalmış, çamurlar atılmış ve izleri ömrüm boyu benimle gelecek bir insan, ardından bir hukukçu olarak, hep şunu derim. "Gerçek adalet, herkes için, hemen şimdi."

Sıradan bir vatandaş olarak, bir yanda filler kapışırken ezilen çimenleri düşünerek içim buruluyor. Van'daki depremzedeler, doğuda kardan kapanan yollar, Trakya'yı basan sel, sokak çocukları, yıllarca çalışıp emekliliğinde maaş kuyruğunda ölenler...... ne çok "acı" ve "gerçek" derdi var bu ülkenin....

Düşünce olarak geldiğim son noktada hayat felsefem şudur; din, dil, ırk ne olursa olsun, zaman ve mekana göre değişmeyen ve asla tartışılmaz evrensel değerler vardır. Bu değerler, insanlığın ortak paydası, yapı taşlarıdır. Çoğaltabilirsiniz, ama azaltamazsınız. İyilik, doğruluk, vefa, adalet, yardımlaşma, paylaşma, sevgi, saygı..... Amma velakin dünya döndüğü ve üzerinde insan cinsini barındırdığı sürece bunları sağlayamamışken, ortak bir zaman dilimini paylaştığımız bu günlerde işlerin değişmesini beklemek nafile Pollyanna'cılık olmuyor mu?

Arkadaşım, maç kaç kaç? Yeni yılda asgari ücret ne kadar olacak? Eğitim sistemi yine değişecek mi? FSM gişelerini daha erken düzenleyemez misiniz, trafik berbat buralarda.......    ha bu arada Defne de kaldırdığı öğlen uykularını yerine koydu, yazdan bu yana da 2 cm uzamış...

Belki en iyisi, "küçük" dünyaların "büyük" olaylarını anlatmaya devam etmek, kim bilir?   

13 Aralık 2013 Cuma

Doğum Gününe 1 Kala

Birkaç gündür İstanbul'u esir alan bembeyaz kar, ardında çamurlu göletler bırakarak eriyor. Bir kış daha geldi, yaşanacak, geçecek. Arkası önce bahar, sonra da yaz.

Bugün 13 Aralık, Defne'nin doğum gününe bir gün daha var. Her 13 Aralık'ta olduğu ve bundan sonra da eminim olacağı gibi, miniğimin doğum hikayesini, ardından yaşadıklarımızı ve şimdilik geride bıraktığımız 3 "koca" ve "küçük" yılı düşünmemek elde değil.

Salıdan bu yana doğru düzgün evden çıkmadığımızdan, ikimiz de bayağı bunalmıştık. Zaten ana yollarda kar sorunu da olmadığından bu sabah Defne'yi yuvaya götürüp kendimi, doğum günü hazırlıklarına verdim. Hatta yüzsüzlük edip bugünlüğüne öğle yemeğini yuvada yedirmelerini rica ettim. Azıcık kendimle kalmak, sessizliği dinlemek istedim, hiç olmadığım bir şekilde "bencil" olmaya çalışmak yeni yılki ilk hedeflerimden (bu da bir başka yazının konusu olsun). 

Doğum günü menümüz belli ve çoğunlukla hazır, ama itiraf etmeliyim ki bu sabah itibariyle "ben" hazır değildim. Günlerin verdiği yorgunluk, ev hanımı olmanın en büyük dezavantajı çocuktan bağımsız bir hayatın olmamasının verdiği kısıtlanmışlık hissi, saç-baş dağılmış fiziksel felaket görünüm derken doğum günü sevincini hissedemiyordum bir türlü. 

Bana kalan üç saatlik sürede kuaföre gittim, Defne'ye bir hediye daha aldım, basit birkaç market alışverişini yaptım ve 3 senedir en çok istediğim öğlen yemeğini ısmarladım kendime. Eski işyerime çok yakın bir lokantada, en sevdiğim yemeklerden birini şöyle "dur, otur, hadi yesene, dökülecek bi dakka" olmadan, kendi kendime, ağır ağır yedim. Bu çok uzun ve çok kısa 3 saatin sonunda acayip dinlenmiş ve yenilenmiştim. "Doğum günü nerede, hadi başlasın müzik" modunda lokantadan çıkarken, benden daha mutlusu yoktu sanırım.

Hatta bununla da kalmayarak, kendimizi eve attıktan sonra, sabahın 6,5'unda hortlayan canavarımı bir şekilde uyutmayı başarıp internete dalınca "haha işte budur ev hanımı annenin ideal hayatı" diye oynamak istedim sevgili takipçim.  

Bu vesileyle nice yaşlara minik Defnik, sağlık, huzur ve başarı dolsun hayatın. Bahtın hep açık olsun....

11 Aralık 2013 Çarşamba

Kardan Adam Yapalım mı?

Madem "yuva" hayatı başladı, madem öğle uykuları rafa kalktı, madem hava buz gibi, eve tıkılıyız o zaman evimizde keyifli zaman geçirmeye çalışırız. Bundan böyle başlıklar, çocukla evde yapılabilecek basit el işleri de içerecek. Ufkumuz sonsuza kadar genişleyecek, yaratıcı olmak ve üretmek zamanı.

Öncelikle, Defne sanatsal faaliyet yapabilir duruma geldiğinden bu yana, elime geçen temiz ve düzgün durumdaki bazı malzemeleri (karton, renkli/desenli kağıt, kurdele gibi) saklıyorum, market- mağaza broşürlerine, eski dergilere farklı gözlerle bakıyorum. Gerekirse taklit yeteneğimi de kullanıyorum.

Bence 2,5 yaşına gelmiş bir çocuğun evinde; ucu yuvarlak makas, pritt, renkli el işi kağıtları (10'lu paketler halinde satılıyor), renkli karton kağıtlar mutlaka olmalı. Gerisi hakikaten yeteneğinize, hayal gücünüze kalmış.

Aslında daha basitlerle başladık evdeki sanatsal faaliyetlerimize. Elimdeki bloknotlardan temiz kağıtlar kopardım. Diğer yandan elimdeki eski dergi ve broşürlerden Defne'nin hoşuna gidebilecek resimleri (hayvanlar, yiyecekler, taşıtlar vb) kestim, yapıştırmak için Pritt'i çıkardım. Masaya serdiğimiz çalışma kağıdının üzerine hepsini yerleştirdim. Defne herbir kağıda istediği resimleri Pritt'le yapıştırdı. Kağıtlar dolduğunda, arka yüze Defne'nin her iki elini çizdik, tarih de atıp sevdiklerimize hediye ettik.


Gelelim kardan adama. Defne'nin yuvada yaptığı gayet profesyonel bir havası olan kardan adamdan esinlenerek, evdeki stok malzemelerimizden kendi kardan adamımızı yaptık. Gayet amatörce yaptığımız, el emeği göz nuru bu çalışmamız arşive geçsin.

İki beyaz kartonu bir küçük bir de büyük yuvarlak olarak kestik. Baş ve gövde olarak birbirine zımbaladık. Siyah kartondan gözler, turuncu el işi kağıdından burun kestik, evdeki fiyongu baz alarak renkli kartondan fiyonk kestik. Defne bunları yine Pritt'le yapıştırdı. Yıllar evvel aldığım dolap bekleyen çiçekli boncukları da düğme niyetine yine Pritt'le yapıştırdı. Başına da siyah kartondan şapka kesip, zımbaladık. Ve işte kardan adamımız hazır......  İsterseniz kardan adamınızı, şapkasını delgeçle çift delik delip, bu deliklere kurdele takmak suretiyle sanat sahibinin oda kapısına ya da sokak kapınıza asabilirsiniz.

İçimizi ısıtan güzelliklerin asla yok olmaması dileğiyle. #direnkardanadam!!!!!  

10 Aralık 2013 Salı

Kaptan Phillips (film önerisi)

Gerçek bir olaydan uyarlanan bu film, Somali açıklarında gemisi önce saldırıya uğrayan ardından da rehine olarak alınan bir kaptanı anlatıyor. Başrolde Tom Hanks var.

Filmi seyrederken, üstelik "yaşanmış" olduğunu bilerek seyrederken, teknoloji sayesinde küçüldüğünü düşündüğümüz aslında bu koca dünyada ne çok hikaye olduğunu, insanların "para" için "kişisel hırsları" için neler yapabileceklerini hatırladım. Ve evet, hiçbir hikaye tek taraflı değil. Bir tarafta "masum Amerikalı" varken diğer tarafta "kötü" ama bu kötülüğü aslında temel ihtiyaçlarını karşılayamamaya dayalı bir Somalili var. İşte bu yüzden düşüncelerimin uç noktalarına dokundu seyrettiklerim. Elbette hiçbir "neden", "suçu" haklı kılmaz, ama paylaşmak, yardımlaşmak varken, "komşun açken sen tok uyuma" varken neden ezelden beri bu dünya düze çıkamıyor diye düşünmemek elde değil.

Bunun yanısıra, bir ülkenin, zor durumdaki vatandaşı için seferber ettiği gücü, kaynağı, aldığı riski gördüğümde, doğup büyüdüğüm, yaşadığım ve muhtemelen de öleceğim kendi ülkemde "insan"ın hakikaten hiçbir kıymeti olmadığını bir kez daha fark ettim. Bu acı gerçek de yüzüme buz gibi çarptı.  

Filmin kategorisi, dram ve gerilim türü olarak yapılmış. Ama bence gerilim kısmı çok da ağır basmıyor. Aksiyon tutkunuysanız ve özellikle benim gibi "gerçek" hikayelerden hoşlanıyorsanız kaçırmayın derim. Uzun zamandır bu kadar sürükleyici ve akıcı bir film seyretmemiştim.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Son Zamanlar

Uzunca bir zamandır bloguma uğramadım, es geçtim, erteledim, elim varmadı yazmaya, dilim varmadı söylemeye. Çünkü kelimelerin kifayetsiz kaldığı noktalarda dolaşıyordum. Gerçi halen daha o noktalardayım ama sanırım artık hareket edebilecek kıvama gelebildim.

Koca bir yaz, ardından sonbahar geçti, sessiz sedasız. Bu sessizliğe inat hayatımız gayet renkli ve yeniliklerle doluydu aslında.

Defne yuvaya başladı, ikinci azı dişlerini (bilmeyenler için son süt dişlerini) büyük tantanalarla birer birer patlattı ve sonuncu dişi çıkarken feci bir gribe yakalandı, ilk kez saçlarını kestirdi, Bayram'da gittiğimiz otelin çocuk kulübünde harika dans şovları yaptı (oysa daha geçen sene şaşkın şaşkın diğer çocukları seyrediyordu), ilk kez "annecim/babacım seni çok seviyorum biliyor musun" dedi, ilk kez "seni özledim" deyip sarılmalara başladı, ilk kez kesip biçmeli yuvasal etkinlikler yaptı, bunları eve getirdi, büyük bir keyifle herkeslere gösterdi..... ve maalesef son birkaç gündür "öğle uyku"larını kaldırıp bizi yeni bir boyuta, şimdilik bilinmez ve henüz taşları yerine oturmamış bir düzene taşıdı....  

Bense uzun bir aradan sonra ilk kez "birey" olmanın tadını hatırladım. Defne'nin yuvaya gittiği zamanlarda kendime ait birşeyler yapmaya başladım, evle ilgili ne zamandır ihmal ettiğim konulara giriştim. "Dışarda hayat varmış yahu" denecek kadar "kapanmış"ım meğer. 

En istikrarlımız eşim de, Defne'yle keyifli anlar yaşamanın tadını çıkarıyor. Artık oyunları anlam ifade eden minik kızıyla vakit geçirmek daha başka. Özlemek ve özlenmek, sevmek ve sevilmek ve küçücük, saf bir yürekten bunları duymak "baba" için çok değerli olmalı....

Özetle böyle olmakla beraber paylaşmayı istediğim ayrıntılar çok. Mesela Defne ve İngilizce, ben ve bulamadığım yayınlar, internet üzerinden alışveriş, yeni okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, düşünüp düşünüp sonunda bulduğum içimi en ısıtan o eski kareler ve kaldırılan öğle uykusunun evimize yaptığı atom bombası etkisi..... 

Şimdilik sadece akşamları güncellenecek bu blog, tabii anne tüm günün yorgunluğundan bayılmadığı ya da Muhteşem Yüzyıla kendini kaptırmadığı sürece.... 

İyi geceler bloggerlar !    

6 Aralık 2013 Cuma

Pascal Campion

Dün gece hayli ilerleyen bir saatte, bloga dönmeye karar verip, bir iki şey karaladıktan sonra ve üstüne yorumlara bakıp, olumlu mesajlar alınca moralim yükseldi. Hiçbir şey olmasa sırf beni mutlu eden, canı gönülden gelen o güzel ve anlamlı yorumlar için yazmaya değer. Teşekkür ediyorum kendilerine (kim olduklarını biliyorlar)....

Beni gülümseten bir anıyı yazmak isterdim ama şu son zamanlarda geçmişime dönüp baktığımda,  daha çok haksızlık ve vefasızlık damgasını vuruyor hayatıma, dolayısıyla şimdilik bizatihi bana ait olmamakla birlikte içimi ısıtan bir çizeri paylaşmayı uygun görüyorum.

Kendisi Pascal Campion. Bence harikulade bir çizer. Çekirdek ailesinden esinlenerek karikatürize ettiği, sempatik, insana umut veren, gerçek sevgiyi hissettiren çizimleri var. İlgilenenler için internet sitesi bu linkte. İngilizce biliyorsanız, kısa kısa başlıkları da var çizimlerinin.

Tesadüfen keşfettiğim ve neredeyse her gün tıklayıp yeni çizimini merak ettiğim bir yetenek. Belki biraz "evli, mutlu, çocuklu" çizimleri var ama çift hayatını ya da arkadaşlıkları güzel işleyen çizimleri de mevcut.

Şimdilik favorilerim,

The Dance, bir babayla kızının "aşk"ları ancak bu kadar güzel, naif ve dokunaklı anlatılabilir sanırım. Eşim bu çizimi evde tekrar etmek suretiyle, Defne'nin doğum gününe yetiştirmeye çalışıyor.

Ginger, uzun zamandır ara verdiğim ve geri dönsem de bir daha asla aynı tadı yakalayamayacağımı düşündüğüm arkadaş toplantılarını anımsatıyor bana. Uyumu, mutluluğu, serbestliği....

Siteyi biraz turlarsanız eminim hoşunuza gidecek bir iki parçaya rast geleceksiniz.

Sevgi ve ışıkla.....

Kaldığım yerden....

Upuzun bir aradan sonra başlamak zor geliyor. Ne desem, hangi birini anlatsam, nasıl girsem geliştirsem ve bitirsem...

Defnenin yuva maceraları, bayram tatilimiz, mevsimsel hastalıklar, yaptıklarımız, yapamadıklarımız, yıllar sonra kendime ayırabildiğim gerçek anlamda zamanlar, hatırladığım hobilerim, okuduğum kitaplar, etkinlikler, karar ve kararsızlıklarım, hayatıma damgasını vuran hayalkırıklıklarım, tükenmişlik hislerim ve elbet alışkanlıklar....

Babam ve oğlum filminin bir sahnesi vardı hafızamdan asla silemediğim, hayatı - olacakları nasıl engelleyemeyeceğini anlatan. Babaya "tut " diyordu Şefik Sezer, oğlana ise " koş ve babanı devir, geç" ve Çetin Tekindor o sahnenin sonunda anlıyordu ki olacakla öleceğin önüne geçemiyorsun, ne yaparsan yap. "Faydası yok sözlerimin, bildiğini okuyor hayat, her nasıl olsa..." Diyor ya Gripin bir şarkısında aynen de öyle.......

Tam 1 ay olmuş bloga dokunmayalı, benim gibi sık yazan biri için çok uzun bir süre. Öyle ya da böyle elim varmadı yazmaya, sebepleri bana kalsın diyelim.... Neticede, bir şekilde başladım ya yeniden, gerisi gelir ne de olsa değil mi?




 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac