Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



18 Eylül 2013 Çarşamba

Gökdelen'de Çalışmak

Toplam 10 yıllık çalışma hayatımın son 8 yılı Levent'te bir plazada geçti. İnşaa edildiği tarihte, bölgesinin en yükseği şimdinin alçakları arasında, gökyüzünü delip geçen bir binada, yani gökdelende.

Mesleğim ve bana verilen iş görevi gereği "sabah gir, akşam çık" şeklinde, masabaşı bir çalışma şeklim vardı. Yani yemekleri de binada yediğimi düşünürseniz sabah 9 gibi başlayıp akşam 18'de biten "yarı cezaevi" de denebilecek, "katıklı hapishane" de sayılabilecek bir hayat.

Geçmişe dönüp baktığımda da, içinde yaşarken de ne hak verebileceğim ne de hakkını yiyebileceğim bir çalışma şekli "plaza çalışanı" olmak. Kışın ve bütçe açısından mükemmeldir mesela. Elbiseleriniz, ayakkabılarınız eskimez, yemekhaneyi ve servisi kullandığınız ölçüde aldığınız maaş tamamen size kalır. Hatta işyeriniz sunuyorsa "plaza avantajlarından" da yararlanabilirsiniz. Örneğin sürümden kazanma gayesiyle plaza çalışanlarına belli günler hizmet veren kargo, kuaför, kuru temizlemeci, kitap standı, hatta tıbbi laboratuvar elinizin hemen altındadır. Benim gibi şanslılardansanız plazanızın önünden civar yerlere (AVM ya da lokanta gibi) belli saatlerde ring yapan ücretsiz servislerden de faydalanabilirsiniz. Neredeyse herşey ama herşey bir tık kadar uzağınızda ve plazadan ayrılamamanız üzerine kuruludur acı bir şekilde. Plazada, masabaşında çalışıyorsanız ve servis kullanıyorsanız "sokak"la muhatap olmazsınız. Tıklım tıkış toplu taşıma, sokak tacizleri, kapkaç, baştan aşağı çamura bulanmak ancak ve ancak kabuslarınızı süsler.

Gelgelelim bir parça rüzgarın saçlarınızı okşayıp geçmesine, küçücük bir kuş cıvıltısına, tesadüfen bir arkadaşınızla karşılaşıp iki laf etmeye, mesai saatlerinde yalvar yakar izin almadan basit işlerinizi halletmeye (notere gitmek, tiyatro bileti almak ... gibi) hasretsinizdir. 

Plazada çalışırken bazen, "kapıyı üzerimizden kitliyor bunlar ayol" diye bağırasım gelirdi. Kuşbakışı gözüken denize bakıp, "haftasonu gelse de sahile insem, denizi koklasam" diye heves ederdim. Hele bahar ayları yok muydu bahar ayları, plaza işte o aylar cehennem olurdu bana. Tomurcuklanan ağaçlara, açan çiçeklere, cıvıldayan kuşlara cam bir pencere kadar uzak, bir asansör kadar yakın. Öğle tatili vardı evet ama karnını mı doyuracaksın, çıkıp nefes mi alacaksın hep bir koşturmaydı. Çalıştığım binanın hemen karşısı parktı, öğlenleri mutlaka oraya gider, şanslıysam, sigara kokularının bana erişmeyeceği bir ağaçaltı bulur saatime bakmadan anın tadını çıkarmaya çalışırdım. Hatta Defne'ye hamileyken uyuklardım bile. Yer yoksa ya da duman altıysa villaların arasında aheste beste yürürdüm. Bazen arkadaşlarla civar kafelere gittiğimiz de olurdu. 

Plaza çalışanı olmak sosyal anlamda da gariptir. Her gün hep aynı insanları görürsün, devamlı görürsün, sadece mesai arkadaşı anlamında değil, aynı binayı paylaşma anlamında. Kimiyle ortak iş yaparsın kimini sadece simaen bilirsin. Ama bu rutin de bir süre sonra sıkar insanı. "Yeni"lik, devinim yoktur. Ve bu sıkıcılıktan dedikodu, lakap takmalar başlar. Özellikle kadınlar arasında "bugün ne giymiş, hamileyse çok mu kilo almış, saçını nasıl yaptırmış..." gibi gayet bayıcı ve bence basit kaçan konuşmalar uzar da gider. 

Plaza çalışanlarının açıkça ve ortaklaşa dertlendikleri konuların başında "asansör bekleme" ve "yemek" gelir. Mesai başlasa da bitse de "asansör bekleme" derdi hiç bitmez. Hep geç gelir asansörler, hep dolu gelir, insanlar gideceği yöne binmez vs derken aslında çok basit olan giriş-çıkış bile strese döner. Benim asla stres etmediğim hatta geç gelmesinden memnun olduğum bir objeydi asansör, totoma Japon yapıştırıcısı sürüp koltuğuma çakılmadan önce kimseye hesap vermeden serbestçe ayakta durabileceğim son noktaydı asansör bekleme kuyruğu. Gelsindi, dolu gelsindi hiç fark etmezdi, sakince bekler çevremdeki yakınmaları duymazdan gelmeye çalışırdım.

"Yemek" de benim için benzerdi, yemekhaneden her zaman memnundum, hiçbir zaman aç kalmadığım gibi işi bıraktığımdan beri en çok özlemini çektiğim tek plaza mekanıdır yemekhane. Evet penceresiz, evet belki havasız ama evde yap(a)madığım çeşit yemek, salata, tatlı ve meyve hemen ötemde sadece tepsime konmayı bekliyor. Hiç acımadan yerdim, "akşam az yerim" diye düşünürdüm, tek dikkat ettiğim sağlıklı ve dengeli beslenmekti o kadar. Çünkü bir plaza insanı yediği kadar yak(a)mazsa şişmanlık başlar. Yemekhane ve yemekler de sıklıkla yakınılan konulardı. "Köftenin içi pişmemiş", "dolmanın pirinçleri sert", "neden aynı çorbaya farklı isimler verilip tekrar tekrar yapılıyor", "mantı çıkarmasın bunlar" serzenişlerini gülümseyerek dinlerdim. Çünkü onlar dışında da yenebilecek bir dolu yemek vardı, "maksat yakınmak" değildiyse tabii. 

İçimden, plazaları karınca yuvasına ya da akvaryuma benzetmek gelir. Bir dolu insan sabah- akşam girer çıkar, harıl harıl çalışır, üretir, kaynaşır. Ve bir akvaryum balığı gibi cam bir fanusun içinde döner durur.  

Bir zamanların "plaza insanı", Defne'den sonra "apartman insanı" olmuş durumda ve acı bir gerçeklikle plazadaki 1 saatlik öğlen molalarını deli gibi arar vaziyette. Çok şükür ki, bu sene yuvaya başlamakla bendeniz plaza gazisi bir nebze olsun "özgür"lüğüne kavuşabilecek. Kalanları Allah kurtarsın....      


2 yorum:

  1. Şu anda bir zamanlar çalıştığın Plaza'nın tam yanındaki Plaza'dan senin Plaza'na bakıyorum. Sanırım 17. Katı saydım (emin değilim 13.kat mevzusu filan vardı sanki) ve hayali bir el salladım eski pencerelerinden birine. Şimdi başımı sağa çeviriyorum. Gri bir deniz var karşımda. TEM akıcı, trafik yok. Aşağıda ne çok ağaç var aslında hiç fark etmiş miydin? Ne kadar yeşil gözüküyor buradan bakınca. Elimde çayım, önümde laptopum var. Hiç açılamayan bir pencere kadar uzağım anlattıklarıma. Hava soğuk mu? Camı açıp bakamıyorum çünkü. Havalandırmadan soluduğum suni havanın sesi geliyor. 2 saat sonra aşağı inerim oksijen almaya yoksa başım ağrıyacak akşam. 10 dakika oksijen mutlu bir akşam demek. Yanımda çalışan arkadaşım bir şarkı mırıldanıyor. Sesine katlanamıyorum aslında ama plaza insanı sahtedir, sahte olmak zorundadır bu nedenle rahatsızlığımı bile dile getiremiyorum. Arka tarafta birisi söyleniyor. Nedenini bilmiyorum çünkü zaten o her gün 5 şeye söylenmeden rahat edemeyenlerden bir yerden sonra ne oldu, sıkıntı nedir demeyi bıraktım.
    Az bile yazmışsın. Ama son derece doğru yazmışsın. Canımı yaktı doğruluğu. Evet üstümüze kapanmış kocaman bir gökdelende çay-kahve-manzara ve çok iş demek plaza çalışanı olmak.. Binlerce insanın içinde yapayalnız olmak demek. Düşünüyorum bazen. Gideyim buradan, 1 koliye toplayım eşyalarımı ve ardıma bile bakmadan kaçayım buradan diye. Ama çok okudum ya ben. Üniversite, yüksek lisans, onlarca seminer, yığınla eğitim, olduğum yere tırnaklarımla kazıyarak geldim ben. Hem daha yapacaklarım vardı burada. Ne yapıcam ki buradan gitsem? Evde mutlu olamam ben. Deli çıkarım. Başka yerde çalışsam? En kurumsalı, en gözdesi böyleyse başka yerde ne yapıcam ki?
    Çok yazdım.. Bu arada 2 telefon görüşmesi ve bir rapor yollamak için ara verdim.
    Dışı dışarıdakini, içi içeridekini yakan bir sistem Plaza'da çalışmak.. Allah hepimizi tez vakitte kurtarsın :)

    YanıtlaSil
  2. Haklısın be canım, yazdıklarını okuyunca ne dolu eksiğimi fark ettim daha doğrusu hatırladım, silinmiş hafızamdan demek... Mecburen misafir olduğun telefon konuşmaları, sahte gülücükler, bir uçtan gelen yüksek sesin tüm konsantrasyonunu bozması, her gün aynı pozisyonda dünyaya bakmak vs vs anlatılmaz yaşanır, öpücükler sana :)

    YanıtlaSil

 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac