Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Nisan 2013 Salı

"Oturun Lan Evinizde ! "

Yarın 1 Mayıs ya gerilmeye başladık yine... Kutlama için Taksim istendi, klasik verilmedi, Kadıköy meydanına izin çıkmış en son öyle duydum vs vs.. Ben bu işin yine ucunda bucağında değilim tabii. Korkarım böyle toplu olaylardan, gösterilerden. Hele 1 Mayıs'tan. Çünkü ailem bana bunu öğretti, rahmetli büyükbabacığım hayattayken ve biz onunla yaşarken 1 Mayıs günleri evden çıkmam, markete bile gitmem onun kalbini çarptırmaya yeterdi, bu yüzden evde kalır güzel bir program yapardık birlikte. Neyse, sıkıntı ya da anlatacağım bu da değil....

Dün, çok sevdiğim bir arkadaşım Amerikan hastanesinde doğum yaptı, gidemedim tabii, anca telefonla tebrik ettim ve ona kendi ellerimle yapacağım kayısı hoşafı götürmek istedim. Anneler bilir, kayısı hoşafı hem sütü arttırır hem de bağırsak çalışmasını düzenler. Özellikle sezeryan doğumdan sonra bu ikisi de önemlidir. Yarın 1 Mayıs eşim evde olacak, sabahtan Defne'yi ona bırakıp metroya atlayarak gidip, hemen eve dönmekti niyetim. Sonrasında başka programımız var çünkü. Ben bunları kafamda kurup organize ederken canım vilayetimin ve emniyet güçlerimin de planları olduğunu unutmuşum tabii. Hürriyet'in internet sitesine girdim ki, yasaklar daha şimdiden ilan edilmeye başlanmış.  http://www.hurriyet.com.tr/gundem/23171239.asp

Metrobüs yok, metro yok, finiküler yok, yok oğlu yok. Ne demek bu şimdi? Hadi işyerlerinin bir kısmı tatil ama ya AVM ya da küçük özel firmalar, dükkanlar vs ?? Hepsi çatır çatır çalışacaklar, peki İstanbul koşullarında bunca insan nasıl işe gidip gelecek? Acil durumlarda hastanelere nasıl ulaşacak? Bunların yanısıra, izin gününde insanlar en hızlı ve en ucuz ulaşım şeklinden neden mahrum bırakılacak? Oldu olacak sokağa çıkma yasağı ilan edilsin, hepimiz rahat edelim değil mi?

Yerin altından ulaştırmayan yerin üstünden de ulaştırmaz, mazallah elimde kayısı hoşafı cop yemenin anlamı yok deyip kırıp totocuğumu oturacağım..... tevekkeli değil rahmetli büyükbabacığım hep haklı çıkıyor ve ben her 1 Mayıs bir şekilde "evimin sınırlarından " pek uzaklaşamıyorum....

29 Nisan 2013 Pazartesi

Tuvalet Eğitiminde 2. Hafta

Baştan uyarıyorum... bol bol kaka, çiş diyeceğim :)

Birinci tur tuvalet eğitiminden kakalar ve çişler 1 Defne 0 olarak; ikinci turdan kakalar ve çişler 2, anne ve Defne 0 olarak ayrılmıştık. Şimdilerde, 3. ve sanırım son tur tuvalet eğitiminden naklen bildiriyor, naçizane tavsiyelerimi sunuyorum...

2. hafta itibariyle çok yol katetti Defne. İlk günlerde sık sık olan kazaların sayısı azaldı, hatta tüm gece çişini tuttuğu bile oluyor. Henüz gece bezini çıkarmadım, bunun için biraz daha beklemeyi düşünüyorum, çünkü üşütmesinden korkuyorum. Şimdilerde işleri bayağı yoluna koyduk gibi gözükse de bugüne kolay gelmedik. İtiraf etmeliyim ki tuvalet eğitiminin 3. gününde resmen evden kaçmak istedim. "ha yaptı ha yapacak" diye gerilmekten, birbirini izleyen kazalardan, yıkananları kurutmaya çalışmaktan fenalık gelmişti. Ama biraz sabır, biraz "geçecek" inancı, biraz da "yavrucuk büyüyor bu da doğal bir süreç" bilinci galip geldi, çok şükür ben delirmeden Defne de üzülmeden günler geçiyor işte...

Önce söylemem gerekir ki, çocuğun eğitime hazır olması şart. Hatta, çocuk hazır olduğu sinyallerini veriyorsa, kesinlikle "yazı" beklemeyin. Kışın da evler sıcak sayılır, üstelik zaten ıslatır ıslatmaz üstünü değiştireceksiniz, yani üşütmez çocuk. Bir de özellikle benim gibi bahçeniz ya da balkonunuz yoksa yanan kaloriferde kıyafetleri kurutmak daha kolay oluyor.

Moralinizi yüksek, sinirlerinizi alçak tutmaya gayret edin. Yaşadıklarımdan biliyorum ki, "çişin var mı" sorusuna "hayır" yanıtı verildikten iki saniye sonra orta boy bir göl büyüklüğünde çiş yapılabiliyorsa, hatta boncuk boncuk kakacıklar küloda sıralanıyorsa insan ne yapacağını şaşırıyor. Önemli olan işte o noktada sakinliği korumak, çocuğu azarlamamak, ama ona açıkça bunun yanlış olduğunu anlatmak ve bir an önce temizliğe girişmek. Bağırıp azarlamak emin olun süreci uzatmaktan ya da en başa dönmekten başka işe yaramayacaktır.

Böylesine bir serüvende size ve küçüğe moral verebilecek birilerini eve çağırın. Akraba, komşu, yakın arkadaş vs kimden çekinmiyorsanız, kimin yanında rahatsanız, en azından manevi olarak destek alırsınız ve zaman daha çabuk geçer.

Tuvalet eğitiminin başlangıcında bir süre evde olmakta yarar var. Bu yüzden hem sizin hem de küçüğün oyalanabileceği birşeyleri hazır bulundurun. Yeni oyuncak, yeni kitap, daha evvel yapmadığınız aktiviteler gibi...

Bol bol yedek kıyafet şart. Ben kullanmadım, kullananlar yorum yazarsa sevinirim, "tuvalet eğitimi külotları" nasıl acaba?  Defne'nin altına normal kız külodu giydirdim, böyle cicili bicili, hatta ona gösterdim de. "Bak artık abla oldun ne güzel kedili külotlar giyeceksin" dedim, pek hoşuna gitti. Eminim erkek çocukların da hoşuna gidecek bir cins vardır.

Her tuvaletini yaptığından sonra bol bol alkışladım, sarıldım, öptüm. Kesinlikle ayrıca bir ödül vermedim, alışsın istemedim, çünkü bu süreçte her tuvaletten sonra yeni birşeyler türetmek imkansızdı. Çiş yapacağı zaman "hadi yap bakalım, sesini duyayım" diyip kulak kabarttık birlikte. Kakada da "bakalım büyük mü küçük mü yapacaksın" dedim. Yaptıktan sonra lazımlığı birlikte tuvalete boşalttık, ilk zamanlarda Defne içerdeyken suyu çekmedik, sadece el sallayıp "güle güle" dedik, su çekme faslını ben sonra hallettim.. Ama şimdilerde suyu birlikte çekiyoruz o da  hoşuna gidiyor.

İlk günlerde tuvalet ihtiyacını söylemeyi tamamen çocuğa bırakmayın. Başlangıçta yarım saatte bir, sonrasında 45 dakika- her saat başı onu tuvalete siz götürün. Çünkü keratalar beze o kadar alışık oluyorlar ki, söylemek yerine salıveriyorlar. Bu yüzden ilk günlerde çok abartmamak kaydıyla, altında bezi olmadığını ona söyleyebilir, külodunu gösterebilirsiniz. Bir de oyunu yarıda bırakıp tuvalete gitmek hoşlarına gitmiyor. Bunca zaman istedikleri yerde istediklerini yaparken istedikleri şekilde çiş kakadan kurtulmak varken şimdi neden tuvalete gidip bu uzun seramoniye katlandıkları onlara garip geliyor. Hani üzerini sıyır, otur yap, sonra temizlen, tekrar giyin, oynamak varken neden yani?? Demem o ki tuvalet eğitimi çocuk açısından da büyük bir aşama ve özveri çünkü 2- 2,5 senelik bir alışkanlıktan vazgeçmesini istiyoruz. En çok zorlandığım günlerde kendi açımdan şunu düşündüm, Allah vermesin öyle bir durum olsa ki altıma bez bağlasalar ya da ördek sürseler tuvaletimi yapabilir miyim? Tam tersi versiyonu çocuğunuz için düşünün. Zor ama anlayış ve sakinliğinizi koruyun. Çocuk hazır değilse de kesinlikle üstelemeyin.

Özellikle kaka yaptıktan sonra tuvaletten hemen kaldırmayın. Bazen kakanın geri kalanı için daha ıkınması gerekebilir. Bu yüzden kaka yapıyorsa onu kesinlikle acele ettirmeyin, iyice bittiğinden o da siz de emin olun.

Çok sulu birşeyler yedirdiyseniz tuvalet aralığını daraltın. İlk günler ve sanırım birkaç hafta bunun sizin konrolünüzde olmasında yarar var.

Lazımlığı çocuğun yanına taşımayın. Mutlaka tuvalette bu işi görmeye alıştırın. Sonra baş edemeyeceğiniz gibi hijyen açısından da iyi olmaz. Özellikle erkek çocuklarda, evdeyseniz önüne bardak sürmeyin. Bir zahmet oyununu bırakıp tuvalete gitmesini sağlayın. Sonuçta bu da bir alışkanlık, nasıl alışırsa öyle gidecek.

Gündüz bezi çıkardıysanız, öğle uykusunda da bağlamayın. Komşumdan aldığım ve uyguladığım bu tavsiye çok önemli. En azından bilsin ki gündüz bez yok. Öğle uykusundan önce mutlaka tuvalete götürün ve iyice bitirdiğinden emin olun. Uyanınca da hemen yanına gidip tuvalete oturtun. Gece bez bağlıyorsanız, bez kuru da ıslak da olsa sabah ilk iş tuvalete götürün ve bezi orada çıkarıp birlikte çöpe atın.

Benden şimdilik bu kadar :)

26 Nisan 2013 Cuma

Mutfaklarda Bahar- Yaz

Mutfaklarımız da özledi ilkbaharı, yazı... Gerçi şimdilerde her sebze-meyve dört mevsim var. Ama olsun, "sağlıklı besleneceğim" diyorsanız, benim gibi zamanını bekliyor, pazarda gezerken ağzınızın suyu aksa da almıyorsunuz, hasretle bekliyorsunuz demektir yılın bu zamanını...



Birkaç haftadır ufak ufak başladık baharlık-yazlık sebze meyvelere. Meğer ne çok özlemişiz patlıcanı,
bezelyeyi, çileği, çarliston biberi... Şöyle serin bir cacığı, kahvaltının yanına domates dilimlemeyi...


Hele yazlık yolumuzdaki Kaz dağlarından aldığım çizgili mor patlıcanı.... İstanbul'da yetiştirebilmemiz için bana bu patlıcanın tohumunu veren köylü teyzeyi...



Ayvalık pazarından aldığım dipdiri bamyaları....şöyle bol ekşili, az kıymalı ve yanında pirinç pilavlı bir öğünü...

Defne hanım, çilek yediği ikinci sezona başladı. "Bir çilek böyle mi güzel, iştala yenir" diye yine beni şaşırttı. Hatta kasesindekler bitince "daha isterim" diye salya sümük ağladı. Kase dediysem neredeyse 300 gram kadar çileği bir oturuşta götürdü minik hanım. "Keşke her yiyeceği çilek kadar sevse dedirtiyor" bana...

Hele şimdi İstanbul'da hava da epey ısınınca aklıma Ege düştü. Mis gibi deniz kokusunun, zeytin ve çam kokularına karıştığı, rutubeti az, havadar yazlığımız rüyalarımı süslemeye başlar yakında.... Özledim güneşi, kemiklerimin ısınmasını, kat kat giyinmeden dışarı çıkmayı, üşütme korkusu olmadan saatlerce parkta oynamayı.... en çok da denizi, kumu, yalınayak sahilde yürümeyi, Ege'de saatlerce süren güneşin batışını....

Hoşgeldin bahar, hoşgelesin yaz ! 

25 Nisan 2013 Perşembe

Kutudan Ev- aktivite önerisi


Bu seneki 23 Nisan kutlamamızda Defne'yle yaptığımız, ilham kaynağı Meraklı Minik dergisi olan kutudan ev işte yukarıda.

İhtiyacınız olan;

- içi temiz herhangi büyüklükte bir ya da birden fazla kutu
- selobant
- makas
- kutunun içini süslemek için resimler (eski dergi ve gazetelerden ya da ambalaj kağıtlarından olabilir)
- ve bol bol hayal gücü :)

Önce kutunun bir yanını fotoğrafta gördüğünüz gibi kesiyorsunuz. Sonrasında kutunun duvarlarına dilediğiniz resimleri yapıştırıyorsunuz. Temanıza göre kutunun içerisine kapı-pencere- perde de yapabilirsiniz. Miniğinizin kutuyu rahatça taşıması için, yine kestiğiniz bir şeridi, tutacak haline getiriip kutunun üzerine yapıştırabilirsiniz.

Biz, Defne'nin hayvanlarına ev yaptık. Ahır diyemiyorum çünkü içinde vahşi hayvanlar da var :) defne'nin odasına daha evvelden aldığım sticker'ların ambalajı duruyordu. Onların resimlerini kesip kutunun kenarlarına yapıştırdım. Küçük resimleri "halı" niyetine yer kısmına yapıştırdım ve üzerine kutuyu taşıması için sap yaptım. Kenarlara bir dergide gördüğüm yüzen balinaları yapıştırdım. Defne de içine hayvanlarını, kırmızı yemliği ve saman balyasını koyunca herşey tamam oldu !

Daha evvel, burada paylaştığım aktivite önerilerine keyifle ilave edebilirim.

Deneyeceklere kolaylıklar dilerim !

24 Nisan 2013 Çarşamba

Kuzu Kapama


Senelerdir gittiğimiz yazlığımızdaki komşu teyze, sağolsun evinde pişen en ufak yemekten bir kap da olsa bize verir. Kuzu kapama ile işte öyle tanışmıştım. Bol dereotlu mis gibi yumuşacık pişirmişti kuzu etini. Tarifini almış ama uygulamamıştım.

Sonrasında eşimin teyzesinde yedik kuzu kapamayı. Hatta iştahsız Defne bile sevdi. Eşimin anne tarafı Konyalı'dır. Ailenin herbir hanımı ayrı ayrı mükemmel yemek yapar. Üstelik pratik ve besleyicidir pişirdikleri. Velhasıl özellikle Defne'nin sevdiğini gözönüne alarak kuzu kapama yapmak istedim. Gerçi et yemekleriyle aram çok iyi değildir, her zaman güzel pişiremem ama konu Defne olunca "yapamam" dediğim herşeyi kırmak gerekiyor.

Eşimin teyzesinden tarif aldım, internette biraz araştırdım, rahmetli anneciğimin yemek kitabına baktım sonunda kendi usulümde kuzu kapamayı pişirdim. Sonuç gerçekten çok iyiydi. Üstelik çok da pratik bir yemek, kesinlikle başında durmanıza gerek yok. Tencereyi ocağa koyduktan sonra arasıra suyunu kontrol etmek ve yanına bol terayağlı-zeytinyağlı bir pilav yapmak yeterli. Yemekte salata yaprakları olduğu için ayrıca salata yapmayabilir, yoğurtla servis edebilirsiniz. Ya da çoban salata yakışabilir.

Malzemeler:

- 1 adet kuzu kol (kişi sayısına göre bölünecek)
- 1 adet yeşil salata (yıkanıp yaprakları iri parçalara bölünecek)
- Yarım demet taze soğan (yıkanıp ikiye kesilecek)
- Bir tatlı kaşığı toz şeker
- 1 tatlı kaşığı tereyağ
- Tuz
- Tane karabiber
- 8 - 10 adet sarımsak (soyulmuş bütün bırakılmış)

Yapılışı: 

1. Yeşillikleri bir kaba alın. Üzerlerine toz şekeri ve tuzu serpip elinizle karıştırın. Pişireceğiniz tencerenin (çelik ya da seramik) dibini tereyağ ile yağlayın.

2. Yeşilliklerin yarısını tencerenin dibine döşeyin. Üzerlerine etleri yerleştirin. Etin üzerini biraz tuzlayın. Sarımsakların yarısını serpin. Tane karabiberleri koyun.

3. Kalan yeşillikleri etlerin üzerine kapatın.

4. Kısık ateşte 1- 1,5 saat kadar pişirin.

Püf noktaları:

* İsterseniz yeşillik mikratını artırıp dereotu da koyabilirsiniz. Defne dereotu sevmediğinden ben koymadım.

** Tencereyi sıvıyağ ile de yağlayabilirsiniz ama tereyağın tadı başka :)

*** Gelecek sefer tane karabiber yerine çekilmiş karabiber kullanacağım. Çünkü tane karabiber yeşilliklerin arasında saklanınca ayıklaması zor oluyor birkaç kez Defne'nin ağzına gelip yaktı. Küçük çocuğu olanlara tavsiye...

**** Yeşilliklerin ve etin kendi suyu pişirmeye yeter. Ama arasıra suyunu kontrol etmekte, su kalmamışsa sıcak su eklemekte yarar var.

Son olarak; fotoğraf aceleye geldi, çatal bıçağın yeri yanlış oldu kusura bakmayın artık :)

Afiyet olsun !

22 Nisan 2013 Pazartesi

En Büyük Bayram Kutlamaları

Yarın, Defne'yle birlikte kutlayacağımız 3. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ! Mutluyuz, gururluyuz, heyecanlıyız...

2011'de kutladığımız ilk bayramda Defne 4 aylıktı, olayın farkına varamayacak kadar küçük olmasına rağmen eline sopalı Türk bayrağı tutuşturmuş, "23 Nisan kutlu olsun" şarkısı söylemiştim. Bizimki kah bayrağı sallamış, kah denk getirememiş kafacığına toslatmış, kamerada çekim yapan babasına şaşkın şaşkın bakmıştı.

2012'de kutladığımız ikinci bayramdaysa, Defne 16 aylıktı, Darıca Hayvanat bahçesine götürdük onu. Defne'nin küçücük hayatında geçirdiği en güzel günlerden biriydi. Çünkü döndükten sonra uzunca bir süre hayvanat bahçesinden bahsetmemi ilgiyle dinlemişti. 

Bu sene, hararetle kutladığımız bayramımıza tuvalet eğitiminin köstek olmasına izin veremezdim tabii... Dolayısıyla kutlamalara biraz erken başladık demeliyim. Sürpriz bir şekilde başlayan ve sanırım son aşamada olduğumuz (burada dilinizi ısırınız) tuvalet eğitimi olmasaydı aklımda yeni bir gezi planı vardı. Oysa konu çocuk olunca evdeki hesap çarşıya uymuyor biliyorsunuz, neyse.... 

Cumartesi sabahı, tuvalet eğitimiyle dolu 4 günün ardından, delirmeme ramak kala kendimi Migros'a attım. Bir de baktım ki oyuncaklarda ve kırtasiye ürünlerinde % 50 indirim var. Bizim "oyuncak fakiri" Defne'ye hemen iri legolardan bir tren aldım. Hem bayram hem de tuvalet eğitimi kutlaması hesabı.... Aynı gün gittiğim Makro'da da kitaplarda % 50 indirim olduğunu görünce yeni bir kitap daha aldım. Hem Defne hem de babası, trene bayıldı.... Hatta birara aralarında paylaşma kavgası bile çıkınca iki tane almadığıma pişman oldum demeliyim :)

Pazar günü de, Defne'nin oyuncak hayvanlarını yerleştirmek için, Meraklı Minik dergisinde gördüğüm evlerden birini evdeki malzemeleri ve yaratıcılığımızı kullanarak yaptık Defne'yle. Birara fotoğrafını ve nasıl yaptığımızı yazacağım.

Bugün, Defne'yle birlikte bayrağımızı astık. Büyük bayrağı görünce aklına sopalı bayrağı gelmiş olacak ki onu istedi benden. Aldı bayrağı eline sallaya sallaya dolaşmaya başladı evde. Ben de el çırpıp "23 Nisan kutlu olsun" şarkısını söyledim. İyice çoştuk coştuk, hatta tütülü eteğini giydirdim, danslar etti. Ama esas kutlama yarın. Bir cesaret, Defne'nin çok sevdiği biraz uzak bir parka ilk kez bezsiz gitmeyi deneyeceğiz. Baba yanımızda olacağı için ben de kendimi daha sağlam hissediyorum. İnşallah kazasız belasız atlatırız bu küçük gezimizi....  Anlayacağınız bugünler "bize hergün bayram" havasında geçiyor....

Herşey bir yana, bize bu büyük bayramı armağan eden başta ulu önderimize ardından tüm silah arkadaşları ve ona destek veren 7'den 70'e herkese rahmet dileyip huzurlarında saygıyla eğiliyorum.

Birilerinin küçültmeye çalıştığı gibi sadece "Çocuk Bayramı" değil, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun !

19 Nisan 2013 Cuma

"Meraklı Minik" Tübitak Yayınları

Minik olup da meraklı olmayan var mıdır acaba? Hiç sanmıyorum.

Önce komşumuzdan öğrendiğim, ardından kitapçıda incelediğim Tübitak'ın aylık yayınlarından biri "Meraklı Minik". 3 yaş ve üzeri çocuklara tavsiye edildiğinden uzunca bir süre almamak için kendimi tuttum. Ama geçen pazar kitapçıya gittiğimde bu haftanın soğuk geçeceğini, dolayısıyla da eve kapanacağımızı bildiğim için deneme amaçlı nisan sayısını aldım.

Ne kadar iyi ettiğimi salı sabahı sürpriz bir şekilde tuvalet eğitimine başladığımızda bir kez daha anladım. Çünkü tuvalet eğitimi demenin, eve kapanmanın bir başka nedeni olduğunu yeni öğrenmiş oldum. Neyse bu ayrı bir yazının konusu olsun. Gelelim dergiye.

Aylık bir dergi bu, yayın kurulu tabii çok sağlam, neticede Tübitak çıkarıyor. Ama kesinlikle sıkıcı ya da bunaltıcı, "ciddi" değil. Tamamen oynayarak öğretmek amaçlı. El becerilerini geliştirmek amaçlı. Bizim aldığımız Nisan sayısı "inşaat ve evler" temalı mesela. İlk başta Defne'nin pek ilgisini çekmedi, ama sonra baktım konu sardı bizimkini. Henüz 28 aylık, el becerileri tabii o kadar gelişmedi bu yüzden derginin ekinde verilen maketi ben biraz yaptım ve oynaması için o küçücük evleri, arabaları bizimkine verdim. Bayıldı ve dağarcığına "maket" kelimesini ekledi.

Dergide anlatılan hikayeye bayıldı. Hikaye, bir ailenin yeni bir eve taşınmasını, evdeki ufak tefek tamirat işlerini yapmak için hırdavat dükkanına gitmesini, alet edevat almasını vs anlatıyor. Ailenin küçük kızı Deniz başrolde tabii. Böylece kelime dağarcığımıza meraklı Defne'nin söyleyişiyle "hırdahat" da katılmış oldu. Hayatında ilk kez çıkartmalar yapıştırdı ve çok hoşuna gitti. Hırdavat dükkanında satılan malzemeleri öğrenmiş oldu ("kargaburun" dahildir ki her söylediğinde gülesim geliyor)

Dergide, esas tema "inşaat ve evler" ile bağlanılı başka konular da var....

Aslında bu yayın 3 yaş ve üzerine tam olur biliyorum ama sonuçta ucundan kenarından Defne'ye de iyi geldi. En azından kelime dağarcığı geliştirme ve basit el işi anlamında. Sonuçta günlük hayatında inşaat olmayan bir çocuğun vizyonu da genişlemiş oldu. Eminim daha büyük çocuklar maketi kendileri yapıştırıp, yemek önerisindeki görselliği harika "mahalle" temasını yine kendileri yapabilirler.

İşin en güzel yanlarından biri, "eyvah bu çocuğu nasıl oyalayacağım" derdini ortadan kaldıran bir yayın. Çünkü gerek içeriği gerekse verdiği ekler çok zengin. Üstelik fiyatı da 4 lira. Çocuğun gelişimine göre henüz erken olan içeriği, ilerde yapması için saklayabiliriz de.

Dolayısıyla merak ettik, aldık, denedik ve beğendik. Sizlere de tavsiye ederim.

Not: 3. tur tuvalet eğitiminin nasıl gittiğini merak edenler varsa, haftasonunu da geçirdikten sonra detaylı birşeyler yazmaya çalışacağım. O zamana kadar dualarınızı ve sabır dileklerinizi eksik etmeyiniz :) 

17 Nisan 2013 Çarşamba

Gıdaların Ambalajına Dikkat Etmeliyiz

Gün geçmiyor ki, gıdalarımız ve sağlığımız konusunda yeni birşeyler öğrenmeyelim. Bir arkadaşım, gıdalarda kullanılan plastik ambalajlarla ilgili aşağıdaki bilgiyi facebook sayfasında paylaşmış, aynen kopyalıyorum:

Yoğurt alırken bu rakamlara dikkat !


Yoğurt satın alırken sadece son kullanım tarihlerine bakıyorsanız, size bir uyarımız var

Yoğurt kapları tehlike mi saçıyor ? Aldığınız yoğurtların plastik kaplarındaki rakamlar size mesaj veriyor.

... Yoğurt kabınızın altında 5 rakamı varsa içiniz rahat olsun ama hiçbir rakam yoksa sağlığınız tehlikede !

Marketlerden aldıkları yoğurtların plastik kaplarının altındaki işaretlerde rakam yazmadığının farkına varan tüketiciler sikayetvar.com’a gönderdikleri şikayetlerle bu rakamların önemine dikkat çektiler.

Gelen şikayetler üzerine uzmanlar da “Plastik kapta bulunan yoğurtları almadan önce ilk işiniz altında bulunan numarayı kontrol etmek olmalı. Üçgen işareti içindeki rakamlar size sağlığınız hakkında mesaj veriyor. ‘5’ rakamı şişe kapakları, içecek kamışları, biberon, yoğurt kaplarında kullanılır ve zararsızdır” diyerek hem firmaları hem de tüketicileri uyardı.

SADECE SON KULLANMA TARİHİNE BAKIYORSANIZ DİKKAT!

Tüketiciler şikayetlerini “Bir sağlık uzmanının uyarısı üzerine aldığım yoğurtun kabının altındaki işaretleri inceledim. Hepsinin bir anlamı varmış. Kabın altına veya yanına baktınız zaman bir üçgen göreceksiniz. Üç oktan oluşan bir üçgen. Bu geri dönüşüm işaretidir. O üçgenin içinde bir sayı yazar. Benim yoğurt kabımda üçgen içinde rakam yoktu. Eğer ürünün altında hiçbir rakam yoksa aman dikkat almamaya dikkat ederim ama bugün aceleyle aldığım bir yoğurtta bu işaret yoktu. Sağlıklı plastik olması açısından bu işaretin içinde 5 rakamı yazmalıymış. Mesajımı okuduğunuzda, tercihiniz olan markanın kabının altına bir bakmanızı öneririm.” şeklinde dile getirerek uyardılar.

NELERE DİKKAT ETMELİ?

“Plastik türünün sağlığa zararlı olup olmadığını anlamak için numarasına bakın” diyen Şikayetvar Yöneticisi Dr. Ömer Deveci, nelere dikkat edilmesi gerektiği hakkında şu uyarılarda bulundu:

“Tüketicilerin ve uzmanların plastik ürünlerin gıdada kullanımı hakkında verdikleri bilgiler gerçekten çok çarpıcı. Plastikler türlerine göre 1’den başlayarak 7’ye kadar numaralandırılıyor. Özellikle Herhangi bir plastik ürün ile sunulan gıdayı alırken ilk işiniz altında bulunan numarayı kontrol etmek olmalı. Bağımsız ya da etrafında oklar olan bir üçgen içinde bu numarayı göreceksiniz. Eğer numara varsa kolay ama yoksa aman dikkat. Yoğurt kaplarında üçgen içinde 5 rakamı vardır. 5 rakamı poliproplendir ve zararsızdır. 5 rakamı şişe kapakları, içecek kamışları, biberon, yoğurt kaplarında vardır. Zararsızdır. 3, 6 ve 7 no'lu plastiklerden uzak durulmalı. Bunlar zararlıdır. Yoğurt alırken kullandığı plastiğe göre tercihinizi yapın.”

Nasıl anlıyoruz?

Kabın altına veya yanına baktınız zaman bir üçgen göreceksiniz. Üç oktan oluşan bir üçgen. Bu geri dönüşüm işaretidir. O üçgenin içinde bir sayı yazar. Benim yoğurt kabımda üçgen içinde 5 rakamı vardı. 5 numara “polipropilen”dir, altında da zaten "PP" yazar.

DİKKAT! 3, 6 ve 7 yazanları almayın, “5” yazmalı...

Plastikte kanser tehlikesi... Hangi plastikler zararlı?

Plastikler türlerine göre sınıflandırılıyor. Bu türler 1’den 7’ye kadar numaralandırılıyor.

Özellikle 3, 6 ve 7 no’lu plastiklerden uzak durmak şart! O halde hangi plastik türünün zararlı olduğunu anlamak için öncelikle numarasına bakmak gerekiyor. Herhangi bir plastik ürün alırken ilk işiniz altında bulunan numarayı kontrol etmek olmalı. Ya bağımsız, ya da etrafında oklar olan bir üçgen içinde bu numarayı görebilirsiniz. Eğer ürünün altında hiçbir rakam yoksa aman dikkat! Türkiye'de özellikle semt pazarlarında satılan ürünlerde yok! Numara varsa işiniz daha kolay.

Peki hangi numara, hangi üründe kullanılıyor? Hangileri zararlı, hangileri değil? İşte evde kullanılan plastikleri ayırmanız için üçgen içindeki numaralar hakkında bilmeniz gerekenler:

1. PET veya PETE Polietilen: Genelde su, iki litrelik alkolsüz içecekler ve yağların konduğu pet şişelerde kullanılır. Cam gibi şeffaftır. Zararsızdır.

2. HDPE Yüksek yoğunluklu polietilen: Deterjan ambalajları ve pet süt şişesinde bulunur. Zararsızdır.

3. PVC Polivinil klorid: Streç folyo, dış mekanda kullanılan eşyalar, plastik pipo, zemin malzemesi, duş perdeleri, şeffaf ve kabartmalı plastik ambalajlarda kullanılır. Zararlıdır!

4. LDPE Az yoğunluklu polietilen: Kuru temizleme ve çöp torbaları, yemek saklama kaplarında bulunur. Zararsızdır.

5. PP Poliproplen: Şişe kapakları, içecek kamışları, biberon, yoğurt kaplarında vardır. Zararsızdır.

6. PS Polistiren: Yemiş paketleri, plastik bardak-tabak, markette etin satıldığı köpük tabak, hazır paket fast food ürünlerdedir. Zararlıdır.

7. DİĞER: Bunlar birden altıya kadar kullanılan plastiklerin dışında kalanlardır. Yemek saklama kapları ve bazı pet şişelerde bulunur. Zararlıdır.

3, 6 ve 7 numaralı plastik kaplar içinde ambalajlanmış gıdalardan uzak duralım!.

Nasıl ama?? Etikete dikkat edelim derken, mevsiminde tüketelim derken, imkanlarımızı zorlayıp organik mi tüketsek derken, buyurun buradan yakın !

Bence bu yazı sadece yoğurt kapları olarak algılanmamalı. Aldığımız tereyağ, hazır ayran vs ürünlerin de altlarına bakmalıyız.

Akşam yazıyı okuduktan sonra dolaptaki yoğurt kabının altına baktım, 6 yazdığını gördüm. Üstelik gayet bilinen bir marka, çok satan bir marka. Çok üzüldüm ve kızdım açıkçası. Firmaya mail atıp şikayetimi bildireceğim. En azından bilsinler, belki kendilerinie çeki düzen verirler. Daha önce de yazdığım gibi, bizler bu firmaların yanında küçük gibi gözüksek de, firmaları tüketim alışkanlıklarımız ile yaşatıyoruz. Biz olmazsak onlar da olmaz. Yani kendimize ve sağlığımıza değer verelim, verilmesini salayalım bu en doğal hakkımız.

Eğer üşenmezseniz ve önem verirseniz, plastik ambalajlarınızın altlarını kontrol edin. Sağlıksız ambalaj kullanılmışsa ilgili firmalara,

" Firmanızın ... ürününü ailecek severek tüketiyorduk. Ancak kullandığınız ambalajın altında .... rakamını gördük. bunun sağlığa aykırı olduğu yönünde araştırmalar olduğundan ürününüzü bir daha satın almayacağımızı üzülerek bildiririz"  

içeriğinde bir mail atabilirsiniz. Hukuki anlamda herhangi bir yaptırıma maruz kalmazsınız bunu bir avukat olarak garanti ederim. Çünkü yazışma sizin ve ilgili firmanın arasında kalacaktır, isim zikredip alenen kötülememektesiniz. Alabileceğiniz en kötü cevap, "yanlış biliyorsunuz sağlıklı ambalaj kullanıyoruz" olabilir.

Eminim tüm tüketiciler birleşse firmalar bir şekilde yola gelecekler, ama nerede bizde o bilinç ve beraber hareket etme güdüsü?



16 Nisan 2013 Salı

Gazamız Mübarek Olsun ! (tuvalet eğitimi 2-3)

"Ah ne olacak bu tuvalet eğitimi", "komşu çocuklar başlamış, yolu yarılamış biz hala tıntın" derken ve iki hafta önce gayet hatalı olarak sadece benim kararımla 2. denemeyi yapıp hüsrana uğramışken bu sabah kendimizi yeni bir tuvalet eğitimi içinde bulduk.

Merak edenler için tuvalet eğitiminin ilk yazısı burada. Gelelim ikinci ve çok hatalı denemeye. Tamamen yanlıştı biliyorum ve şimdi daha iyi fark ediyorum ama belki olur diye başlamıştım ve itiraf edeyim komşu çocukların gazına gelmiştim. Çünkü Defne bayağıdır çişini ve kakasını söylüyordu ama bir şekilde lazımlığa yapmıyordu. Bir öğleden sonra aldım bizimkini karşıma olayı anlattım, "sen büyüdün" dedim, Kitty'li külotlarını gösterdim, birini giydirdim, aynada baktı filan ve pattadanak bezi çıkarıverdim. O gün arka arkaya tam 3 kez çişini altına yaptı. Üstelik 15 dakikada bir "çişin var mı", "bak altında bezin yok" dememe, taytını indirip "bak bez yok" diye ona göstermeme rağmen... Şaka gibiydi, hiç birinde sinirlenmedim, ama elimizdeki tayt stoku bitmiş, ben de perişan ve umutsuz olmuştum ve bezi yeniden bağlayıverdim. Hatta o hafta başka şeylerin de üst üste gelmesiyle yorgunluktan nezle oldum. Komik ama gerçek :)

"Her çocuk farklıdır" dedim içimden, "ne olacak eninde sonunda öğrenecek" dedim, "çiş temizlemek çok da matah değilmiş biraz daha kalabilir" dedim ve ipin ucnu bıraktım.

Devam eden iki hafta boyunca kendi istediğinde tuvalete gitti, kimi kez kakasını kimi kez çişini yaptı. Ama keyfi olduğunda işte, öyle bir rutin filan yoktu. Hatta bazen gözlerimin içine baka baka "bezime hapacam" deyip koyverdi. Asla tepki vermedim, zor tuttum kendimi ama tuttum işte...

Neyse, geldik bu sabaha. Gece uykusundan uyandı, bezini değiştireceğim sırada baktım ki bez neredeyse kupkuru. "Ya bismillah" dedim kendi kendime ve bizimkine "hadi tuvalete gidelim çiş yapalım" dedim. "Bezime hapıcam" cevabı beklerken aldığım yanıt güzeldi "tamam". Gittik tuvalete, bol bol çiş yaptı, demek tüm geceninkini tutmuştu. Sonrasında da bir cesaret bez bağlamadım. Bakalım şimdilik idare ediyoruz. Sevgili komşumuzdan da gerekli tüyoları aldım, sağ olsun bugün sabah kahvesine gelip ikimize de moral ve mutluluk aşıladı, hatta Defne yaptığı çişleri ona da gösterdi. ondan aldığım cesaretle öğle uykusuna bezsiz yatırdım, bakalım nasıl kalkacak?

Halimiz böyle işte, gazamız mübarek olsun !

15 Nisan 2013 Pazartesi

28. Ay

Defne artık 28 aylık. Neler yapabiliyor, nasıl bir çocuk olma yolunda biraz anlatayım.

* Artık bayağı bayağı konuşuyor. Derdini, olan biteni anlatıyor. Oyun oynarken kendi kendine ya da oyuncaklarıyla da konuşabiliyor. Yapacağı şeyleri yüksek sesle söylüyor. Mesela "ben şimdi odaya gidiyorum" diyor ve gidiyor. Soru-cevap da fena değil. Ama biraz ezberden cevaplıyor farkındayım :) İsim soyadını tam olarak söylüyor ve biriyle tanıştığında kendini tanıtıyor (tabii utanmadığı sürece). Ona kadar sayabiliyor. Bazı çocuk şarkı ve tekerlemelerini oldukça iyi söyleyebiliyor.

** İki ayağını birden kullanarak zıplıyor. Yüksek yerlere tırmanmayı seviyor. Merdiven inip çıkmaksa en büyük hobisi. Bu faaliyetleri yaparken fiziksel destek kabul etmiyor. "Beni tutma, bıraaaak" diye kızıyor.

*** Son birkaç gündür "evi sevmiyorum" diyor. Hep çocuk parkında, bahçede olmak istiyor. Dışarıdan eve girerken genelde büyük sorun yaşıyoruz, çünkü çok ağlayabiliyor.

**** Kendi kendine yemek yiyip, bardaktan su içebiliyor. Ama malum iştahsız tip olduğundan yemekle vakit kaybetmeyi sevmediği için, bir yandan ben de ona yediriyorum. Mama önlüğü kullanmaktan uzunca bir süredir nefret ediyor. Mama sandalyesini de uzun süredir kullanmıyor.
***** Süslü bir çocuk değil, saçlarının taranmasını ve toka takılmasını sevmiyor. Bu yüzden çoğu zaman "Tom Sawyer" misali geziyor.

****** İki yaş sendromu devam ediyor. İnat, tutturmak, bazen sinir.... Giriş, rüyalar, ikilemler....

****** Tuvalet eğitiminde hala iki ileri bir geri durumda. Büyük ve küçük tuvaletlerinin farkında olmakla birlikte bunları lazımlığına yapmaktan genelde kaçınıyor.

******* Sosyal bir çocuk. İnsanlarla ve özellikle başka çocuklarla birlikte olmayı seviyor.  Genelde, maalesef korkusuz, arkasına bakmadan alıp başını gidebiliyor ve bunu oyun haline getirebiliyor. Bu yüzden her yere rahatlıkla gidemiyoruz.

******** Oyuncaktan çok, kitap ve dergileri karıştırmayı seviyor. Oyun hamuruna bayılıyor.

******** Çoraplarını uzun bir süredir kendi çıkarabiliyor. Bugün, yakası geniş t-shirt'ünü kendi çıkarıp, taytını kendi giymeyi başardı.  

12 Nisan 2013 Cuma

"Yavaş Yavaş"- Amber Stewart

Defne, ona kitap okumaya başladığımda 5 ya da 6 aylıktı. Doktoru, konuşmasını teşvik etmek için "onunla bol bol konuşun, ona gazete ya da kitap okuyun" demişti. Benim de en çok istediğim şey, hem Defne'nin bir an evvel dile gelmesi hem de okumayı sevmesiydi. Bu yüzden girişmiştim kitaplara. Zaten uykusu ve iştahı az olduğundan kitap okuyarak onu oyalamak ve yemek yedirmek daha kolay oluyordu. Üstelik rahmetli büyükbabacığımın, bıkmadan usanmadan ve eminim o dönemlerde doktor tavsiyesi bile olmadan bana bol bol kitap okuması sayesinde benim çok erken ve çok düzgün konuşmaya başlamam ailemizde halen konuşulur, kitap sevgimi ve okuma alışkanlığımı ona borçlu olduğumu biliyorum. Kendime bunu da örnek aldım ki ne kadar iyi etmişim.

Son zamanlarda elimizdeki stoklar (benim ve eşimin küçüklük resimli kitapları) okuna okuna kabak tadı verdi, Defne de onlara eski ilgiliyi göstermez oldu. Bu yüzden son birkaç haftadır, her market alışverişimizde Defne'ye bir kitap alır oldum.

"Okurken öğrenelim" mantığıyla ilk seçtiğim kitap "Yavaş Yavaş" oldu. Her ne kadar 6-10 yaş arasına önerilse de bol resimli olması ve hikayenin basitliği benim 2,5 yaşına yaklaşan kızımı sardı. Kitap, yüzmeyi bilmeyen ama sonunda öğrenen küçük su samurunun hikayesini anlatıyor. Yaz öncesi bu kitabı seçmemin nedeni, Defne'ye denizi ve yüzmeyi sevdirmek, yüzme öğrenebileceğini benimsetmek. Bu kitap sadece Defne'ye değil, bana da iyi geldi. Çünkü su samuru korktuğu ve cesaret edemediği bir işin üstesinden azimle ve yavaş yavaş geliyordu. Ben de artık trafikte kendime daha fazla güvenmeye karar verdim. Demek bu kitap, 35 yaşındaki koca kadınlara da tavsiye edilebilirmiş :)   

11 Nisan 2013 Perşembe

"Eşekli Kütüphaneci"- Fakir Baykurt

Bugüne kadar blogumda hep çocuk gelişimi kitapları ve büyükler için film önerileri yapmıştım, bunlara hem büyükler hem de küçükler için kitap önerilerini de eklemek istiyorum. Hatta bunları ayrı bir başlık altında da toplasam bir ara.... :)

Daha evvel burada bahsetmiştim; kendime ve Defne'ye kitap/dergi okumayı, sevdiklerime de hediye olarak kitap almayı çok severim. Özellikle biyografi ve tarih kitapları hoşuma gider. Eskiden roman da okurdum ama son yıllarda "gerçek" hikayeleri okumayı daha çok sever oldum.

"Eşekli Kütüphaneci" benim yıllar evvel tanıştığım, bir solukta okuyup bitirdiğim bir kitap. Bu kitap, Mustafa Güzelgöz'ün hayatını anlatıyor. Mustafa Güzelgöz, tam bir kitap tutkunu, işini severek yapan örnek bir kütüphaneci. Halka okuma alışkanlığı kazandırmak, halkı bilgi ve bilinçlendirmek için kitapları halkın ayağına götürüyor, hem de ne imkansızlıklar, zorluklar içinde. Özellikle kadınları ve çocukları kütüphaneye çekmek için takdir edilecek çarelere başvuruyor.

Görev yeri olan Nevşehir de bu büyük insanı unutmamış, internet sitesinde bahsetmiş. Fotoğraflar ve hakkında yazılanlara yer vermiş.

Fakir Baykurt'un kaleminden anlatılan bu gerçek "hikaye" beni çok etkiledi ve içten içe hep okumanın ne kadar önemli olduğunu, kendini geliştirmenin en kolay yolunun okumak olduğunu, okumayan cahil bırakılan toplumların nasıl mahfolduklarını düşündüm ve yine içimden Halk Evlerini kapatan, insanlarımızı cahilliğe iten zihniyete beddualar ettim.

Bize ibret, çocuklara güzel bir örnek olması açısından, bahsettiğim kitabı, hem büyüklere hem de ilkokul çağından itibaren çocuklara tavsiye ederim.

10 Nisan 2013 Çarşamba

"Anı Yaşa"



Facebook'ta bir arkadaşımın paylaştığı , benim de görüp beğendiğim, haklı bulduğum bir söz bu !

Türkçe meali;

"Eğer kendini kötü hissediyorsan geçmişte yaşıyorsun,
 Eğer endişeliysen, gelecekte yaşıyorsun,
 Eğer huzurluysan, şu anda yaşıyorsun."

Bazı istisnalar haricinde bende tamamen geçerli olan bir söz bu. 

Geçmişe ne zaman dönüp baksam, eski defterleri- anıları ne zaman karıştırsam hep hüzünleniyorum. Bazen o günlere geri dönmek, o günlerde bıraktıklarıma tekrar kavuşmak istiyorum. Ama hep biliyorum ki bu imkansız, zaman hızla akıp giden, götürdüğünü de bir daha asla yerine getirmeyen birşey.

Geleceği düşündüğümde de endişeleniyorum evet. Ülkemin gündemi yine bomba gibi olduğundan bundan 3-5 sene sonrasını göremiyorum, öngöremiyorum. Dolayısıyla ne kendim ne de ailem için "güven" duyabiliyorum, umutlanıyorum. Dün bildiğimiz, benimsediğimiz, bize "doğru" diye öğretilenlerin zaman içinde nasıl "değersiz", "önemsiz" hale getirildiklerini gördükçe içim korkuyla doluyor. Acaba yarın ne olacak, nasıl bir güne uyanacağız diye endişeleniyorum.

Bugünümse, çok şükür iyi. Bahar geldi bir kere, hava, son günlere inat yine ısındı, parklar bahçeler bizim, sağlığımız da yerinde. Günlük telaşın dışında yaramazlık yok Allah'tan. Eğer yaşadığımız bu anı mahfedecek bir sıkıntımız yoksa yukarıdaki söz aslında bize "anı yaşa" diye öğütlüyor. Gününün kıymetin bil, mutlu ol ve mutlu et, "dün geçti gitti, yarınsa bilinmez, ama ya bugün ? "

Her nerede olursanız olun, eğer bugününüz iyiyse, dünün mutsuzluğunu yarının endişesini bir kenara bırakarak, aynaya bakıp kendinize kocaman ve içten gülümseyin... tıpkı benim şimdi yapacağım gibi....

9 Nisan 2013 Salı

Bir "Avukat"ın Hayatı

Geçtiğimiz cuma, yani 5 Nisan Avukatlar Günü'ydü. Her ne kadar artık fiilen çalışmasam da ünvanımı da yitirecek değilim ya, benim de günümdü tabii. Öyle kutlama filan yok, Baro'dan ve Barolar Birliği'nden gelen SMS'ler, birkaç yakınımın attığı mesajlar geldi geçti.... oysa "avukat" olmak, Türkiye'de "avukat"lık yapabilmek zordur, hem de gerçekten zor....

96'da girip 2000'de mezun olduğum hukuk fakültesi eğitimi tam bir çileydi. Hem de öyle böyle değil. "Light" fakültelerde okuyan arkadaşlarım cafelerden, sinemalardan, sosyal ortamlardan çıkmazken sürekli ders çalışırdım. Önümde okumam, hatmetmem gereken binlerce sayfadan oluşan döküman vardı. Bazı hocalar bir saatlik derste 200 sayfaya yakın konuyu özetle anlatıverir sizi kitabın derin içeriğiyle başbaşa bırakıverirlerdi. Haklılardı da, müfredat öyleydi çünkü. sınavlarda da "çarşaf "diye tabir ettiğimiz koca kağıtlar dağıtırlardı. Her ne kadar "detay yazmayın okuyamıyoruz" deseler de detay yazmadığınız zaman kaybeden siz olurdunuz. Zaten kıtı kıtına verilen puanlar iyice kesilirdi. Yani az laf öz iş değil, uzun laf detay iş isterlerdi. Sınavların çoğunda kitapların "dip notlarından" onlarca puanlık soru sorarlardı. Yani dip notları es geçeyim gibi bir şansınız yoktur. Tıpkı doktorluk gibi insan hayatını bu kadar dooğrudan etkileyen bir meslek için haklı olabilir ama eğitimin kalitesine baktığınızda aynı önemi göremezdiniz. "Bir dilekçe bile yazdırılmadan", "temsili duruşmalar"a katılınmadan, sadece ezber ezberle mezun olan yüzlerce talebe, avukatlık stajında sudan çıkan balığa dönerdi. İşte o zaman teori ile pratiğin acı farkı yüzünüze çarpardı. Sınav kağıdına şakır şakır yazdıklarınız adliyenin kapısından içeri girdiğinizde, en cabbar memurun karşısına dikildiğinizde dizlerinizin titremesine engel olamazdı. Ve bir süre sonra anlardınız işlerin nasıl yürüdüğünü. Hukukun hem "var" hem de "yok" olduğunu. Önemli olan "işi kotarmak" olduğunu ve idealleriniz birer birer söndükçe işi oluruna bırakır, sizden daha tecrübeli avukatların da aynını yapmış olduklarını görürdünüz. Üstelik aynı sıralarda okuduğunuz ve karşınıza hakim ya da savcı olarak çıkmış arkadaşlarınız sırf kürsünün farklı yerlerindesiniz diye size başka bakarlardı. Duruşma esnasında uyuyan, sms atan, gelen avukatın yüzüne bile bakmayan hakim/savcı hiç de azımsanmayacak kadardır, acıyla görürsünüz "adaletin bu mu dünya" şarkısı eşliğinde....

Bir kurumda çalışsanız, serbest avukatlık yapmasanız da işler üç aşağı beş yukarı böyledir. daha tecrübeli  avukatlar vardır, onların sözünden çıkamazsınız, kendi fikirlerinizi ileri sürersiniz ama sonunda hep onların dediği olur. Üstelik çalıştığınız kurum size "maaş" verir, asgari ücret tarifesi üzerinden belki 10-15 katı alabileceğiniz işleri daha standart ücretlere yaparsınız. Ulaşım, öğle yemeği, ssk, mesai olmaması gibi avantajları yok sayamazsınız çünkü.

Bir de diğer birçok meslekten farklı olarak hukuk devamlı değişir. Resmi Gazete denen o sevimsiz gazete her gün ama her gün yayınlanır. İçinde güncellenen ya da yeni çıkan kanunları, tüzükleri, yönetmelikleri vesair bilmeniz icap edebilecekleri ihtiva eder. Bu yüzden hep okumalısınız, hep geliştirmelisiniz kendinizi.

Sizden iş isteyen ister müvekkil olsun ister çalıştığınız kurumdaki diğer iş arkadaşlarınız bakış açıları hep şu olur "ne olacak alt tarafı söyleyiversin hemen" oysa işin iç yüzünü, arka planını, mutfağını bilmezler. Cevap olarak vereceğiniz belki bir paragrafı bile hazırlamak için kaç kitap karıştırmanız, kaç kanun/tüzük/yönetmelik incelemeniz, belki akademisyen görüşü talep etmeniz gerektiği konusunda zerre fikirleri yoktur. İşleri hep acildir, hep son dakikadır, oysa bilmezler hukukun ne kadar ciddi olduğunu, nasıl her gün değiştiğini. Bugün bildiklerinizin iki ay sonra değimiş olacağını, bu yüzden hiçbir zaman hafızaya, ezbere güvenmemek gerektiğini. Anlatamazsınız da, sadece kızarsınız içten içe ve içinizden dersiniz ki, "senin beğenmediğin o beyanı verebilmek için boyunca kitap devirdim birader".

Hep di'li geçmiş zamanlı yazdm ama eminim ne hukuk fakülteleri değişti ne de 2,5 yıldır uzakta kaldığım "bir avukatın çalışma şekli".

Bir de işin başka acı tarafları vardır. En haklı olduğunuz konuda bile haksız çıkabilirsiniz. Çünkü hukuk sosyal bir bilim dalıdır, yoruma açıktır, iki kere iki her zaman dört etmeyebilir. O sebeple ya da bu sebeple ama eğer vicdanlı bir avukatsanız size başvuran kişiye işi sulhle çözmesini, adliyeyi karıştırmamasını tavsiye edersiniz. Hem masraflıdır hem güvenilmezdir hem de ne kadar süreceği belli değildir.

Acıdır ama öğrencikten başlayıp meslek hayatıyla devam eden gerçeklerdir bunlar. Mesleğin iyi taraflarıysa başınıza neler gelebileceğini az çok bilirsiniz, kendi işinizi büyük ölçüde kendiniz halledebilirsiniz, azıcık dara düştünüz mü "ben avukatım" diye karşı tarafı korkutup işinizi hallettirebilirsiniz (tıpkı Joker'e yaptığım gibi).

Velhasıl bizimkisi gibi ülkelerde zordur hukukla uğraşmak, her gün ayaklar altına alınıp çiğnendiğini görmek, kanun karşısında apaçık haksız olanın nasıl affedildiğine, başkalarınınsa suçları sabit olmadan suçlu ilan edildiklerine şahit olmak ve tüm bunlar karşısında çaresiz kalmak.... 

Onca emeğimin ve 10 yıllık fiili meslek hayatımın hatrına geçmiş günüm kutlu olsun..

8 Nisan 2013 Pazartesi

Uyku Arkadaşım

Dün akşam İstanbul'da şiddetle başlayan fırtınanın ardından rüzgar kesildi ve beklediğimiz yağmur geldi. Hatta yağmur ne kelime, resmen gök delinmiş gibi sağanak yağdı. 

Gece, Defne'nin çığlığıyla uyandık, belki geçer diye birkaç dakika bekledim ama başka odada da olsa yanıbaşımdaymış gibi duyabildiğim nefesinden anladım uyanık olduğunu. Usulca gittim yanına, karanlıkta sırt üstü yatmış, gözleri açık tavana bakıyordu. Yanına gidip parmaklıkların yanına çömeldim. İşte bu sırada, çakan şimşekler odanın içini aydınlattı, ardından gümbür gümbür gök gürledi. Küçük kuzu işte bu seslere uyanmış ve huzursuzlanmıştı belli. "Anne, bu ne" diye sordu, oysa geçen kıştan tecrübeliydi, ama işte büyüyordu ya, aklı da kendi gibi büyüyordu. Geçen sene yaşadığı aynı olayları bu sene farklı yaşıyordu. "Yağmur yağıyor kuzum hadi sen uyu" dedim, bir yanına döndü, üzerine iyice örttüm battaniyesini, saçlarını, yanaklarını okşadım, tam daldı derken gümbürdeyen gök uykusunu böldü devamlı. Baktım olacak gibi değil, beyaz ayıcığını verdim kucağına. Hemen sarıldı tabii, bir dönem gittiği her yere taşıdığı en yakın dostuna ! Onu da örttük, oyuncak ayılar da üşür misali.... ve günün tüm yorgunluğu uykuyu ağır bastırınca, yağmur da şiddetini kaybedince Defne uyuyakaldı, yalnız uyumadan önce "anne iyi ki geldin" dedi bana. o kadar masum o kadar pamuk gibiydi ki, yanına kıvrılıp yatmamak için zor tuttum kendimi. Fark ettim ki onunla uyumayı çok ama çok özlemişim....

Doğduğundan 3 aylık olana kadar gündüzleri en uzun uyuduğu yatağı bendenizdim, bildiğiniz üzerimde uyurdu yani.Başını, boynumla çenem arasına dayar, küçük göbeğini göğsüme yerleştirir, ayakları da göbeğimde sıcacık ederdi kendini, yastıkları kollarıma destek eder, üzerimizi de örterdim, öylece uyurduk birlikte. En sonunda ya acıkır uyanır ya da benim bel ağrım tutar azıcık kıpırdanınca uyandırırdım Defnemi...

Sonrasında bel ağrılarım azınca bıraktı kucakta uyumayı, bu sefer de kollarımda uyumayı benimsedi. Emzirdikten sonra kucağımda uyuyakalır, birlikte yatağa yatardık. Kolumu başının altından çekersem hemen uyanıp bir daha da uyumazdı, bu yüzden kollarım yastık görevinde, bense yanında kıvrılıp yatardım Defne'nin. Serbest kalan elimle de üzerimizi örterdim. O huzurun içinde yorgunluğuma dayanamaz ben de uyurdum genelde. Uyumadan önce gördüğüm son yüz onun, uyandığımda gördüğüm yine onun olurdu. Yanaklarını şişirmiş, gözlerini sımsıkı yummuş olurdu. Uyanıp gözgöze geldiğimiz an da gözleri ışıldardı.

Devamında uyku eğitimi denemeleri, benim başarılarım başarısızlıklarım vs derken, minicik yatağında kıvrılıp yatmalarım başladı. Hem keyif hem zulümdü çünkü yatağa sığamadığım için her yanım ağrıyordu, ama yine de onunla uyuduğum uykunun tadı yoktu....

Anlayacağınız dün gece kendimi zor tuttum Defne'nin yanına yatmamak için, onu kendi yatağımıza taşımamak için, yani onunla uyumamak için. O kadar tedirgin, o kadar masum, o kadar küçüktü ki.... Sımsıkı sarılıp güç aldığı ve sakinleşerek uyuduğu ayıcığı deliler gibi kıskandım dün gece... Duygusal olarak böyle ama mantıken ve olması gereken bu değil tabii. Özellikle tam 2 yaş civarındayken tam bilinçlenirken tam alışkanlıklar kazanılıp otururken....

Seni seviyorum uyku arkadaşım !

5 Nisan 2013 Cuma

Gıda Etiketlerini Okumalıyız

bu konuyu ne zamandır yazmak istiyordum, ancak hem ön çalışmasındaki uzunluk hem de konunun uzmanı olmayışım beni geri bırakıyordu.

Gıda etiketi demek aslında "ne yiyorum", "yediğimin içinde ne var"demektir. Satın aldığımız bir ürünün içinde ne olduğunu paketin dışından görebiliyoruz ama hakikaten neyle yapılmış olduğundan ne kadar haberdarız? İşte bu yüzden tüketici olarak dikkat etmeli, tercihlerimizi doğru yapmalı, firmaları da doğru tercihlerimize uygun üretim yapmaya zorlamalıyız.

En basitinden, hazır satılan sosis, salam, sucuk, köfte, mantı gibi ürünlerin etiketlerine hiç baktınız mı? Baktıysanız, içeriklerinde hayal ettiklerinizin dışında birşeyler olduğunu görebilirsiniz. Örneğin mantıların çoğunda soya kıyması kullanılıyor, şarküteri ve köfte ürünlerine kanatlı hayvan eti, kemiği, kıkırdağı vs katılabiliyor(du). Ancak yayınlanan tebliğ sonrasında bu uygulama "yasak"landı, uymayana ciddi cezalar getirildi. Türkiye Kasaplar Besiciler Et ve Et Ürünleri Esnaf ve Sanatkarları Federasyonu Başkanı Fazlı Yalçındağ'ın konuyla ilgili yaptığı açıklama da burada. Tabii bugüne kadar yapılanlar yapanların yanına, yedirilenler de yiyenlere "kar" kaldı... Böylece bir kez daha anladım ki, etiket okumak önemli...

İngiltere'de 1930'da ve 1980'de üretilen sebze ve meyvelerin mineral değerlerinin karşılaştırıldığı bir araştırmaya göre, 50 yılda sebzelerde kalsiyum, magnezyum, bakır ve sodyumda, meyvelerde ise magnezyum, demir, bakır ve potasyumda önemli düzeylerde gerilemeler olmuş. Bu düşüşün, endüstriyel tarımın gelişmesinden veya türlerin değişmesinden kaynaklanmış olabileceği düşünülüyor. Yani sebep ne olursa olsun bir şekilde eskisi gibi yesek de eskisi gibi beslenemiyoruz. Dolayısıyla "bari yediklerimizi bilelim" ve "kalitesini gözönüne alalım" dediğimiz anda da "etiket okumak" karşımıza çıkıyor. Ne yediğimizi ve yedirdiğimizi bilmeye hakkımız var !

Annanelerimiz zamanında "hazır çorba" tarhanaydı, turşu- kek- börek evde yapılırdı, fast food lokantaları yerine tencere yemeği yapan esnaf lokantaları vardı, meyve ve sebzeler zamanında tüketilirdi, zaten aksi de mümkün değildi. Yemeklere lezzet katmak için bulyonlar/kıvam arttırıcılar/aroma vericiler değil; baharatlar, yağ ve otlar kullanılırdı. İşte o zamanlar beslenme gerçekti.....

National Geographic Türkiye dergisi geçen sene "100 Soruda Gerçek Gıda-Sofradaki Denklem" isminde bir ek vermişti. İşte bu eki okuyup, özetleyip paylaşıyorum.

* Emülgatörlerin sağlık açısından riski var mı? Aslında geleneksel beslenme içerisinde de emülgasyon yöntemi kullanılıyor. Örneğin beşamel sos, yağ ve et suyu, un yardımıyla birleştiriliyor. Endüstri ürünlerinde özellikle çikolata, mayonez ve ketçap endüstrisinde hayli yaygın. Burada temel sorun emülgatörler değil, bunların kaynaklarının doğal olup olmadığı. en sık kullanılan emülgatör SOYA LESİTİNİ! 

İşte aynen kopyaladığım soru ve cevabı... Soya'nın GDO'lu olduğunu bilmeyen var mı? Dolayısıyla etikette "emülgatör" ya da "soya" varsa, ben yokum arkadaş !

* Monosodyum Glutomat (MSG) hangi gıdalarda ne amaçla kullanılıyor? Normal olarak gerçek gıdaların ayrıca lezzetlendirilmeye ihtiyacı yok. Ancak gıdalardaki lezzet kaybı aşırı fiziksel işleme tabi tutulmalarıyla ortaya çıkıyor. MSG, tat özelliğinin artırılması için kullanılıyor. Hazır yemekler, baharatlar, özellikle çorbalar, sosisler, soslar, cipslerde kullanılıyor.

Burada da "aşırı fiziksel işlem" deyimine dikkat çekerim, gıdaya uygulanan aşırı fiziksel işlem nedir? Soymak, doğramak ve pişirmek dışında neler yapılıyor???

E serileri nedir? Zararlı olanları var mı? E serileri her zaman masum değildir. Sentetik gıda boyaları ve koruyucu sondyum benzoat şekerli içeceklerde, meyve sularında, salata soslarında, renkli şekerlerde, meyve aromalı içeceklerde bulunabiliyor ve çocuklarda ölçülebilir düzeyde hiperaktivite ve dikkat dağınıklığına neden olabiliyor. E 102, E 124, E 110, E 122, E 104, E 129'un çocukların beyinlerinde hasara neden olduğu, hatta zeka düzeyinde düşüklüğe neden olabildiği belirtiliyor. ayrıca sentetik gıda boyaları, yukarıda sayılanların dışında alerjik reaksiyonlara ve hatta kanserlere neden olabildiğine yönelik iddialar mevcut.

Eşim, her dönem Kızılaya gönüllü kan verir. İşlem sırasında konuştuğu hemşirelerden biri, son yıllarda ülkemizde çocuklardaki kan kanseri(lösemi) oranının aşırı yükseldiğinden bahsetmiş. Nedeni nerede gizli dersiniz ?

Fruktoz ? ilk başlarda diabetikler için kan şekeri üzerinde çok küçük bir etkisi olduğundan "güvenli" bir tatlandırıcı olarak kabul edildi. Gıda mühendisleri düşük dozlarda kullanımlarının sağlığa zararsız olduğunu kabul ediyor. Ancak bazı bilimsel araştırmalar fruktozun pankreas kanseri, beyin işlevinde baskılama ve şeker bağımlılığına neden olabileceğini ortaya koydu. öte yandan fruktozdan zengin beslenmenin metabolik sendrom, insülin fazlalığı ve hipertansiyona neden olduğu biliniyor. Endüstriyel tatlı gıdaların ve meşrubatların üretiminde fruktozdan zengin mısır şurubu kullanılıyor. sert ve yumuşak şekerlemeler, jöle, helva, reçel ve marmelatlar, fırıncılık ürünleri, kek, bisküvi, ekmek, dondurulmuş tatlılar, dondurma, alkollü ve alkolsüz içecekler, ketçap vs...

Sodyum nitrit? BHA ve propil galat? Çoğunlukla sosis, salam, sucuk, füme somon vs işlenmiş et ürünlerine eklenen koruyucu madde. BHA ve BHT adı verilen maddeler kahvaltılık gevrek, sakız, patates cipsi ve sebze yağlarına eklenen bir koruyucu. Propil galat ise, etlerde, tavuk çorba bazlarında ve sakızlarda bulunuyor. Tüm bu koruyucu maddelerin kanserle ilişkisi olduğu belirtiliyor.

Anladığım ve anlayacağınız işler karışık, tüm bu listeleri elde ve akılda tutmak, bir bu kadar daha olan tüm katkı maddelerini ve içeriklerini ezbere bilmek gerçekten çok zor. Bu yüzden de, yukarıdaki temel bilgiler aklımda kalmak suretiyle, gıda etiketlerini okurken;

- Satın aldığım ürünün etiketinde yazılanları eve kullanıp kullanmadığıma bakıyorum.  Mesela "aroma" yazıyorsa almıyorum, çünkü hem "aroma"nın ne olduğunu tam bilmiyorum hem de "aroma"yı evde kullanmıyorum.

Ürünün etiketinde üzeri kapalı bir ifade varsa ya da anlamadığım bir ifade varsa, satın almıyorum. Mesela, "bitkisel yağ" dendiğinde "mısır" olabileceğini düşünüp almıyorum, çünkü ailecek mısır tüketmiyoruz. Ya da basitçe "tuz" yazılacak yerde, "sodyum klorür" yazıyorsa almıyorum. Eşim bende tuz istediğinde "tuz" der, "sodyum klorür" değil....

- Az tüketmek yanlış tüketmekten iyidir. Arada kaçamak yapmıyor değiliz, tabii konu Defne olduğunda bu sadece uçak yolculuğu, uzun araba yolculuğu gibi kendi mutfağıma erişimin imkansız olduğu, yılda 3-5 kez yaşadığımız durumlarda geçerli. Onun dışında misafirlikte, şurada burada "ayıp olmasın" diye kesinlikle aklıma yatmayan birşeyi yemiyorum ve yedirmiyorum.

Hayır, gıda psikopatı değil, bilinçli bir tüketici ve anne olmaya çalışıyorum.......   








4 Nisan 2013 Perşembe

Utanıp Sıkılmadan

Açıkça söylüyorum işte, Muhteşem Yüzyıl'ı seyrediyorum. Hem de bayıla bayıla ! Ne "tarihimizi çarpıtıyor" eleştirilerine ne "ecdadımızı lekeliyor" görüşlerine aldırmadan, her çarşambayı iple çeke çeke, bu yaz bitecek olmasına isyan ederek....

"Tarihi gerçekliktir" demiyorum, "harem böyleydi" demiyorum, "Kanuni hayatının çoğunda seferdeydi haremde değil" demiyorum. Bunları "tarihçilere", "tarih kitaplarına" ve belgesellere bırakıyorum. Seyrettiğim bir dizi sonuçta, tarihten ilham alınarak kurgulanmış bir eser.

Muhteşem Yüzyıl'ın hakikaten muhteşem bir tarafı var. Oyuncu kadrosu çok sağlam. Genelde, tiyatro kökenli oyuncularla çalışıyorlar. Hepsi birbirinden güzel, yakışıklı. Kostümler,dekor, mücevherler göz kamaştırıcı. Kanuni'nin giydiği kaftanların rengine ve desenine özellikle bayılıyorum mesela. Petrol mavisi bir tane var, Halit Ergenç'in göz rengini de vurguluyor.

Ah bir de Defne erken uyusa çarşambaları, dizinin son yarım saatine yetişebilirsem şanslıyım, yoksa tamamını dizüstü bilgisayardan iki büklüm seyredebiliyorum...

"Bir gün herkes bu dizide oynayacak" sloganlarına kendimce cevap veriyorum, "hadi beni ve Defne'mi de alın aranıza, bir sahnecik olsun bize yeter, aranızda olup o havayı koklamak isterim !"

3 Nisan 2013 Çarşamba

İnternetten Alışveriş mi???? (Joker'in 1 Nisan şakası)

İnternetten alışveriş yapar mısınız? Yaparsanız ne alırsınız? Haydi benim maceralarımı dinleyin...

İnternetten alışverişe ilk başlayanlardan biri marketlerdi. O zamanlarki adıyla Gima'nın internet sitesine üye olmuştum. Özellikle kar yağdığında ve hava kötü olduğunda, internet sitesinden alışverişimi yapıyordum, belirlediğim gün ve saatte de teslim alıyordum ürünleri, o zamanlar gönderim ücreti yoktu, kapıda kredi kartınızla ödemenizi yapıyordunuz. Benim için gerçekten çok pratikti. Hem karda arabamı çıkarmıyordum hem hafta içi iş dönüşü ihtiyaçlarımız eve geliyordu. Sonraları Migros'tan aynı işlemi yaptım, doğumdan sonra evden çıkamadığım günler telefonla sipariş de verdim birkaç kez. Gayet iyiydi sonuç. Hala da çok sıkışsam bu yöntemi kullanırım, beni pişman edecek bir tecrübe yaşamadım.

Aynı dönemde İdefix'in internet sitesine de üye olmuştum. Hen indirim hem taksit imkanı vardı, üstelik kitapçılarda bulamadığım eski yayınları şipşak, kitapçı kitapçı gezmeden alabiliyordum. Gorki'nin meşhur üçlüsünü idefix'ten alarak okumuştum mesela. Kargo ücreti ödemiştim evet, ama oradan oraya gezip o üç kitabı aynı anda bulmam benim için çok daha yorucu ve masraflı olacaktı.

Sonralarda, yeni yeni popüler olmaya başlayan Markafoni'ye üye oldum. Kıyafet ya da ayakkabıyı denemeden alamayanlardan olmakla birlikte züccaciye türü alışverişler yaptım. Kırık dökük olmadan sapasağlam teslim aldım siparişlerimi.

Geçenlerde de Joker'in internet sitesinden Defne'ye scooter aldım. "Mart ayı boyunca kargo ücreti bedava" ve "tutar ne olursa olsun world'e 12 taksit" avantajlarından faydalandım. Bir taşla iki kuş vurdum diye sevinip müjdeyi Defne'ye verdim, birlikte "kargocu amcayı" beklemeye başladık. Normalde geçtiğimiz cumartesi elimize ulaşması gereken scooter gelmeyince çağrı merkezini aradım, depoda sıkıntı olduğunu siparişin bir başka depodan geleceğini, ancak gecikmeli olarak Salı günü elimizde olacağını söylediler. İşte o an, benim pişman olduğum andı. Çünkü internetteki vaadlerine göre scooter cumartesi elimizde olacaktı ve Defne tüm haftasonu parkta bahçede onun tepesinden inmeyecekti. Üstelik haftasonu eşim evde olduğu için tek başıma gidip rahatlıkla mağazadan alma imkanım da vardı. Neyse üzerinde durmadım ama pazartesi günü internet sitelerinden siparişimi takip edince halen kargoya verilmediğini gördüm ve çağrı merkezine telefon ettim. Tam da 1 Nisan günü, bana siparişin iptal olduğunu, ürünün ellerinde olmadığını söylediler. Telefondaki temsilciyi azarlamanın bağırmanın faydasız ve çok ayıp olduğunu düşünerek uygun bir dille şikayetimi yaptım. Bana olmayan ürünü nasıl sattıklarını, kredi kartımdan nasıl tahslat yapıp da sonradan ürünü göndermediklerini sordum. Aldığım yanıt tahmin edeceğiniz gibi, "özür dileriz, haklısınız, tutarı kartınıza iade edeceğiz" oldu. "Peki kaybolan güven ne olacak" diye sormadım bile, sonuçta koskoca Joker firması bir müşteriyi kaybetse ne olur öyle değil mi? Bu arada Defne de kaç gündür camda, her çalan kapıya koşuyor "kargocu amcayı" ve "scooter"ını bekliyor. Ona da ayrı üzüldüm, keşke Defne'ye söylemeseydim baştan diye, ama işte firmaya duyulan güven insana başka bir şey düşündürtmüyor, hataymış. Neyse, bize en yakın mağazalarını aradım ve "stoklarda olmayan" scooter'ın mağazada olduğunu öğrendim ve Defne'yi kapıp mağazaya gittim, Scooter'ı alıp eve geldik, ancak yol parası ve kartıma taksit yapılmaması hanemize zarar kaydedildi. Aslında bu kadar basitti işte, perşembe internetten sipariş vermemin hiçbir anlamı olmamıştı. yine ben uğraşmıştım git gelle. Yine aradım ve mesaj attım Joker'e, bu sefer paramı bir an evvel iade etsinler diye. Gelen cevap yine trajik "gecikme için özür dileriz, tutarı iade edeceğiz". Vee tutar bugün hesabıma iade edildi, aslında onun için de bayağı uğraşacağım diye korkmuştum ama yazılı şikayetimde kendilerini tüketici hakem heyeetine bildireceğimi ifade ettiğim için sanırım öncelik verdiler. Ancak sinirim hala geçmedi, bu sefer de "gecikme" lafına takıldım, çünkü olay gecikme değil resmen taahhütlerini yerine getirmemekti. Belki binde bir yaşanan bu olay benim başıma geldi ama dediğim gibi her anlamda pişman oldum internet sitelerini kullandığıma. şikayetimvar.com'a bakınca orada da bu firyamla ilgili benzer şikayetler gördüm demek en iyisi bizzat mağazaya gitmek, taksit ve kargo ücreti palavralarına inanmamakmış.

2 Nisan 2013 Salı

Biraz Böcek?

Pazar günkü Hürriyet Gazetesi'nin ekinde Mehmet Yaşin yazmış, üstelik gayet de ciddi bir üslupta. Yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz. Yazısında özetle diyor ki " dünya nüfusu o kadar hızlı artıyor ki, halihazır gıdalar, gıdaları üretme sistemleri bunca insanı doyurmaya yetmiyor. Bu yüzden önümüzdeki 30 yıl içerisinde et sadece zenginlerin sofrasnda olacak, geri kalan böcek yemeye hazır olsun".

Şimdi diyeceksiniz ki, "et zaten çok pahalı", ben de diyorum ki eğer yazı doğruysa ileride bir o kadar daha pahalı olacak ve bunu diğer gıdaların da izlemesi kaçınılmaz olacak. Bahsettiğim diğer "gerçek" gıdalar. Yani halis muhlis annanelerimizin mutfağındakiler... şubat ortasında önümüze konan kokusuz tatsız domatesler değil....

Dünya nüfusunun hızla arttığını ve üretim sistemlerinin yetersiz kalmaya başladığını, işte bu yüzden de GDO ve kötü tohumlarla tanıştırıldığımızı zaten biliyorduk öyle değil mi? Üzüldüğüm nokta şu ki, çözüm en olmadık şekilde aranıyor. Yani nüfus artış hızının önüne geçmekle ve buna paralel olarak iyi tarım ve iyi hayvancılığı teşvik etmekle değil, tam tersi gıdalarla oynayarak. Yediğimiz- yedirdiğimiz, içtiğimiz- içirdiğimiz hangi gıdaya tam olarak güvenebiliyoruz? Kuş gribi dediler, tavuklar hormonlu dediler, soya ve mısır için zaten GDO diyorlar, üstelik aldığınız ürünlerin etiketlerine bir bakın yarısı soya lesitini, mısır nişastası, mısır şurubu..., çareyi organikte arayın diyorlar... diyorlar da diyorlar...

Demedikleri şey "bu gemi hepimizi taşımaz bir zahmet artık üremeyin", yapmadıkları da "tarım/hayvancılık teşvikleri". Peki biz tüketiciler ne yapıyoruz ya da ne yapabiliriz? Maalesef hiçbir şey, sadece üzülüp kaygılanıyoruz, bütçesi yetenler organiğe dayanıyor, yetmeyenler mevsiminde tüketiyor. Bir şekilde idare edip gidiyoruz. Ama bu gidiş gidiş değil, "biraz böcek yavrum?" diye torunuma hitap edeceğim günler beni mi bekliyor?  Endişeliyim....

1 Nisan 2013 Pazartesi

Dorat At Çiftliği- Sapanca



Dün havanın çok güzel ve mevsim normallerinin üzzerinde sıcak olacağını biliyorduk, bu yüzden de her zamankinden farklı, biraz İstanbul dışına kaçamak anlamında bir gün geçirelim dedik. Aklımızda Sapanca, Ağva ve maşukiye vardı, içlerinden Sapanca'yı seçtik ve internetten araştırma yapıp sonunda, kahvaltının ardından Dorat At Çiftliği'ne gitmeye karar verdik.

Gezimiz maalesef 2 yaş krizlerinden biri ile başladı ve ilk etapta yola çıktığımıza pişman olduk. Defne hanım, oto koltuğundan ineceğim diye tutturdu, ağladı, ağladı ve sonunda uyuyakaldı. Normalde hiç yapmadığı birşeydi, anlam veremedik. Neyse..

Dorat At Çiftliği Sapanca merkezinden biraz uzakta. İstanbul'a 1- 1,5 saat uzaklıkta harika bir yer. İster kahvaltı yapabilir isterseniz ızgara yiyebililirsiniz. Sabah çok erken uyandığımız için kahvaltımızı evde yapmıştık bu yüzden ızgara köfte söyledik. ama etraftaki masalara gelen kahvaltı tabaklarına çok imrendik, "serpme kahvaltı" demişler ama bence "ye ve çatla" türünden, bu kadar çeşit az bulunur, üstelik demliği de yanıbaşınızda bırakıyorlar, çay bekleme derdi de yok. Bizim tercih ettiğimiz köfteler de harikaydı, çok lezizdi, çocukların da yiyebilmesi için acısızdı ve iyi pişirilmişti. Salata da taptazeydi. Garsonlar çok ilgili, müşterileri memnun etmek için ellerinden geleni yapıyorlar.



Burası, içerisinde büyükçe bir çocuk parkı olan (salıncak, kaydırak, tahtaravelli) kocaman bahçeli, bahçenin kenarında kapalı restoranı olan bir yer. Dümdüz, heryer çimen, kenarlarda kır çiçekleri, bahçe çitlerle kapalı bu yüzden çocuklar dışarıya kaçamıyor. Dışarıdan da başıboş köpek vs giremiyor. Bu anlamda çok güvenli.

Bahçe kısmında üzeri kapalı büyükçe bir çardak, sayısız masa ve hamak var. Bu yüzden yer sıkıntısı yok, herkes geniş alana yayıldığı için dipdibe bir durum da olmuyor.

Ayrıca içinde atların bulunduğu kapalı bir parkur daha var. İsteyen at da binebiliyor. Çocuklar için tavuk, kaz, ördek ve tavşanların olduğu büyük bir kümes de var. Elleriyle hayvanları beslemek ilginç bir deneyim bence.

Gelenlerin neredeyse hepsi çocuklu ve bebekli aileler. Dolayısıyla "çocuğum ağladı etrafı rahatsız ettim" kaygısından uzaksınız, biri ağlasa diğeri susuyor idare ediliveriyor bir şekilde...

Benim için en önemli unsurlardan biri olan tuvaletleri tertemiz ve yeni yapılmış, modern. Havadar ve aydınlık.

Fiyatlara gelince ızgaralar 15 liradan başlıyor, kahvaltıyı bilemiyorum. Ama yukarıdaki linklerde telefon var, güncel fiyatlar her zaman öğrenilebilir.

Defne ve biz Dorat At Çiftliği'ne bayıldık, tam çocuklu ailelere göre bir yer. Hele bizim gibi çocuğunuzu zapt etmekte zorlanıyorsanız, bahçenin büyüklüğü, içindeki çocuk parkı sizi rahatlatacaktır. Eve döndüğümüzde ve bugün Defne, oradaki attan ve çocuk bahçesinden bahsedip duruyor, "tekrar gidicem anne" diyor. Demek ki küçük hafızasında yer etti ve hakikaten iyi vakit geçirdi.
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac