Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



31 Mayıs 2013 Cuma

Çocuk Bu, Düşe Kalka Büyür

"Çocuk bu düşe kalka büyürler" dense de, düşmek var düşmek var. Malum yaz geldi, park bahçe sezonu, dolayısıyla düşüp kalkma sezonu açılmış oldu.

Geçen sene bu vakit Defne, neredeyse 1,5 yaşındaydı ve yanımda yürürken her zaman inip çıktığı küçücük basamaktan resmen yere ve maalesef betona uçmuştu. Yüzünün bir yanı tamamen sıyrılmıştı. Hatta burnu da kanamıştı. Basbayağı kazaydı, benim onu tutabilme/ havada yakalayabilme olanağım yoktu ama yine de kendimi suçlamıştım. "Keşke elinden tutsaydım", "keşke şöyle yapsaydım, "böyle yapsaydım" diye günlerce kendimi yedim bitirdim. Ve o günden sonra dikkatimi Defne üzerinde daha çok yoğunlaştırmaya başladım, özellikle dışarıdaysak. Hatta öyle bir hale geldim ki, evde birkaç kez tam düşecekken havada yakaladım onu. Ama bu şekilde dikkat kesilmek, her an tehlike varmış gibi yaşamak çok yıpratıcıydı ve Defne de büyüyordu, artık hareketleri daha bilinçli ve sağlamdı.

Buna rağmen mizaç olarak zapt edilemez bir enerjisi ve korkusuz bir ruhu var. Köpek sesinden ve bazen helikopter dışında hiçbir şeyden korkmuyor. Büyük çocukların oyununa katılmaya, onlarla beraber koşmaya çalışıyor, o sırada dikkatini başka şeylere çekmeye çalışsam da başarılı olamıyorum. Zaten dikkati de çabuk dağılıyor. Parka gittiğimizde tüm oyuncaklarla 3 saniye kadar ilgileniyor, sonra tüm bahçeyi tavaf etmek istiyor, kedilere bakıyor, karıncalara buğday veriyoruz ama hep bir devinim içindeyiz. Hani azıcık sallansa ben de yanında oturuversem ya da ne bileyim parka götürdüğümüz topla oynasa 5 dakika yok. Beraber oynayalım demem bile yetmiyor, hatta bazen arkadaşlarının ilgisi de yetmiyor.

Bu zapt edilemez hali bir başka çocuğun yaramazlığına denk gelince Salı günü çok fena düştü, gerçi düştü değil çocuk bunu itmiş, benimki de merdivenden toprağa çakıldı. Yüzünün bir yanı sıyrık içinde, diğer kaşı kanamış, dudağı patlamış vs vs. Ben o sırada maalesef bir başka anneyle konuşuyordum ve Defne'nin olduğu tarafa bakmıyordum. Bahanem yok, bulamam da. Evde tüm gün yalnız ne kadar sıkıldığımı, bir başka yetişkinle üstelik anneyle konuşmayı ne kadar özlediğimi söylemem kendimi acındırmak ve nafile özür üretmekten öteye gitmez. Çocuk (neredeyse 3 yaşında) bunu itmeseydi normal şartlarda düşeceği bir yer değildi. Ben asıl buna güvenip rahat davranmıştım ama büyük hata etmişim. Çocuk da misafiren gelmiş biri, bizim sitenin çocukları Defne'ye hep dikkat eder, birbirlerine de öyle haşin davranmazlar çünkü.

Verilmiş sadakamız varmış, beyin travması ya da uzuv kaybı gibi şeyler olmadı. Sadece sıyrıklarla atlattık olayı. Defne çok korkmuştu o gün, ama ertesi gün ve bugün eski neşesine ve yaramazlığına kavuştu. O eski haline döndü de ben artık ben olmaktan çıktım. Kendimi affedememem bir yana, ya yine düşerse biri bunu iterse vs diye çocuğu parkta resmen gölgemde tutmaya çalışıyorum. Aslında rahat bir anne olmaya gayret ederim normalde, çocuğun kendine güvenli ve bağımsız olması bence önemlidir ama bu son hadise beni benden aldı. Sanırım bir süre daha geçmeli benim için, sonra ben de ipleri gevşeteceğim yine.

Ama Defne'yi büyütürken en zorlandığım konular "sınır çizmek" ve "denetlemek". "Tehlike varsa sınırlayın" diyorlar ama tehlike her yerde olabilir işte. Kendi başına olsa asla düşmeyeceği bir yerden psikopat bir çocuk bunu itebiliyor, o zaman sınır koymanın sınırı nedir? Valla düşüne düşüne işin içinden çıkamıyorum günlerdir, geceleri de uyku tutmuyor, kendime sinirimden, iten küçük çocuğa kızamamış olmaktan, Defne'nin bu aşırı bağımsız hareketlerinden geligeliveriyorlar bana.

Sanırım böyle böyle büyüyor çocuklar ve anne babalar da böyle böyle yaşlanıyorlar. Allah tüm yavruları korusun, bizleri de vicdan azabı yaşayacak duruma düşürmesin demekten başka çarem yok şimdilik.

30 Mayıs 2013 Perşembe

Bebeğimi Düşürdüm :(

Yıl 2007, uzun bir arkadaşlık döneminin ardından eşimle evleniyoruz. 29 yaşındayım, aslında hep daha erken evlenmek ve çocuk sahibi olmak istemiştim, ama kısmet. Kendimize bir yıl süre veriyoruz ve ardından anne-baba olmayı planlıyoruz.

2008'e geldiğimizde çalışmalara başlıyoruz. Bu arada jinekoloğuma da gidiyorum çünkü bende hep adet düzensizlikleri vardı. Neyse, 2008 Kasım ayında hamile olduğumu öğreniyorum, çok seviniyoruz ve acele edip herkeslere haber veriyoruz. Ama maalesef 5 haftalıkken ilk düşüğümü yapıyorum, Allah'tan kürtaja gerek kalmıyor. Moralim çok kötü, benim yüzümden olmadığını bildiğim halde kendimi suçluyorum.

Birkaç ay ara veriyoruz, vücudumun kendisini toplamaya ihtiyacı var. Gel zaman git zaman, öyle böyle derken 2009 Temmuz'da tekrar hamile olduğumu öğreniyorum. Bu sefer eski doktorumu bırakıp bir başka doktora gidiyorum ve ikinci düşüğümü yine 5-6 haftalık civarında yapıyorum. Off ki ne of. Moralim bu sefer dibe vurmuş vaziyette. Kendimi berbat hissediyorum, asla anne olamayacağımı düşünüyorum. Hamile arkadaşlarımdan, anne olmuş arkadaşlarımdan, hatta çocuklu komşularımdam uzak duruyorum. "Belki nazarım değer", "belki kötü gözle bakarım" diye korkuyorum çünkü. Sonsuz umutsuzum, nereye gitsem kimse danışsam bilemiyorum. Kendimi işime daha çok veriyorum, çalıştıkça bu düşüncelerimden bir nebze olsun kurtuluyorum.

Yeni doktorum, "aşılama yapalım olmazsa tüp bebek" diyor, ama çarenin o olmadığını biliyorum. Çünkü sorunum hamile kalamamak değil, bir şekilde hamileliği sürdürememek. Acaba vücudumda ne oluyor da bebek bir şekilde kalamıyor diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu yüzden o doktoru da bırakıyorum, sunduğu tedavi seçenekleri bana inandırıcı gelmiyor. Bu arada babamın kolon kanseri olduğunu öğreniyoruz, acilen ameliyata alınıyor, onun yanında kalıyorum. Moralim iyice çöküyor, hastanede kilo veriyorum ve tarihimin en düşük kilosuna ulaşıyorum. Neyse, hastaneden taburcu oluyoruz. Bebek konusu aklımın ucunda bile değil, o kadar kötü hissediyorum ki moralman. Babam kemoterapiye başlayacak, onun için hastane vs araştırıyoruz, onkoloğuna gidiyoruz, dikişlerini aldırıyoruz, diğer yandan ben son gaz çalışıyorum vs.

Bakıyorum ki, kafamı başka şeylerle oyalamak iyi geliyor, facebook'taki farmville'e dadanıyorum. Oysa bilgisayar oyunu delisi değilimdir. Tarlamı ekiyorum biçiyorum, hayvanlar alıyorum, ağaçlarımdan meyve topluyorum, hediye yolluyorum millete. Bir de bu bloguma başlıyorum. İş dışındaki zamanlarımı böylesine dolduruyorum. Sırf düşünmemek, düşündükçe delirmemek için...

Bu arada doktor yengem beni arıyor, babamı soruyor. Ardından "ne zaman anne olacaksın bakıyım?" diyor. Telefonun diğer ucunda hüngür hüngür ağlıyorum. "İlkini düşürmeseydim çoktan anneydim şimdi" diye geçiyor aklımdan. Aklımı kaçırmak üzereyim. Belirsizliklerden bunaldığım gibi vücudumda neyin ters gittiğini de bir türlü çözemiyorum. Yengeme gidiyorum, herşeyi konuşuyoruz, "polikistik over" başlangıcı ama tam da değil diyor. Bana bir şeker ilacı bir de bebe aspirini veriyor. Oysa ben şeker hastası filan değilim. Bana "tekrarlayan düşükleri olan hastalara veriyoruz bunu" diye açıklıyor. Bir de moral aşılıyor ama onu duyacak kadar bile umudum yok. Ama mucizevi bir şekilde o ay hamile kalıyorum.

Üstelik ruhen ve fiziken en dibe vurmuş halimle. Hamile olduğumu kimselere söylemiyoruz, söyleyecek gücüm yok artık, sevinemiyorum da. Tedirgin bir bekleyiş içindeyim. Kendi kendime "doğmadan sevinmeyeceğim" diyorum ve neredeyse, hamile değilmişim gibi hayatıma devam ediyorum. İlk üç ayı bu şekilde tamamlıyoruz.

İşte o bebek Defne ! Benim küçük mucizem. 2 senelik bekleyiş ve kayıpların ardından, tam da gece çökmek üzere olan hayatıma güneş gibi doğan küçük kızım.

Aradan geçen zamanda, özellikle "ikinci çocuk" konusu kafama takıldığında düşüklerimi hatırlıyorum. Bazen de düşünüyorum onları, acaba kız mıydı yoksa erkek mi? Onlar olsaydı Defne yine olur muydu? Baştan yengeme danışmamakla çok mu hata etmişim? .... vs cevabı belirsiz ve artık önemli olmayan onlarca soru geliyor bazen aklıma.

Sonrasında apartman görevlimizin eşinin geçirdiği hamileliğe tanık oluyorum. Kocaman karnıyla temizliğe gidiyor, duvar tepelerinden atlıyor, Defne'yi kucağına alıyor ve bir kez daha doktorumun haklı olduğu şu sözünü gözlerimle görerek yaşıyorum; "Düşük yapman senin suçun değil. Bebek, düşeceği varsa düşer, doğacağı varsa da tutunur hayata. Annelerimiz tarla çapalarken çocuk doğurmuş, kendini boş yere üzme"

Üstelik başka "anne"lerle konuştukça pek çok kadının geçmişinde düşük hikayesi olduğunu öğreniyorum. Ama fark ediyorum ki "anne" olmamış kimse bunu yüksek sesle söylemiyor.

Yaşadıklarımı bu kadar açık ve rahat yazmamın en önemli nedeni belki de bu. Biz kadınlar, kendimizle ilgili bu "çok özel" konuyu bir şekilde saklıyoruz. Evet hoş bir konu değil, ortaya çıkıp basbas bağırıp anlatılacak hikayeler değil, belki acınmak istemiyoruz, belki utanıyoruz, belki "bende sorun var" demek bize eksiklikmiş gibi geliyor. Sebebin önemi yok.

Bu yazımı, benim gibi çok düşük yapmış, morali diplerde gezinen, ama bir şekilde pes etmeyen kadınlara moralman destek olmak, yalnız olmadıklarını söylemek amacıyla yazıyor ve bol şans diliyorum...

28 Mayıs 2013 Salı

Geçmiş Olsun Meryem !

Geçen çarşamba akşamı Defne'ciğim mucizevi bir şekilde erken uyuyunca geçtim televizyonun başına. Malum "Muhteşem Yüzyıl" var ve ilk kez, özet bölümün ardından yeni bölümü an be an seyredebileceğim. Ben kendi halimde böylesine sevinirken bir de baktım ki eski bölümlerden kolaj var. Önce sandım ki, bu bitecek, malum bu kadar erken başlamıyorum ya seyretmeye racona yabancıyım. Aaaa meğer yeni bölüm yokmuş, bir bozuldum ki sormayın. Söylendim de durdum. Ama bir yandan da merak ediyorum nedenini.

Ertesi gün haberlerde, Hürrem rolünü canlandıran Meryem Uzerli'nin rahatsızlandığını ve Almanya'da tedavi gördüğünü okudum. İçim cız etti. Fiziken öyle gözükmesek de Meryem, benden 5 yaş küçük, 1983 doğumlu. Kendisini çok güzel ve başarılı buluyorum, üstelik okuduğum kadarıyla sempatik biri de, öyle burnu kaf dağlarında artistlerimizden değil yani. Neden, acaba ne olmuş derken, meğer rahatsızlığı psikolojikmiş, "tükenmişlik hastalığı" deniyormuş sanırım.

Onun namına üzüldüm, bu kadar gençken, başarının bu kadar zirvesindeyken, bu kadar popülerken, böylesine bir rahatsızlığa yakalanmış olması bence haksızlık. Dilerim en kısa zamanda sağlığına, huzuruna kavuşur, ben de Hürrem'ime ve dizime tabii.

Hal böyleyken hiç adetim olmadığı halde haberin yorumlarına da bir bakıverdim. Aman yarabbi millet nasıl yüklenmiş kızcağıza. Yok efendim yalanmış rahatsızlık, herşey rayting içinmiş, kaprismiş. Meryem dizi başına çuvalla para alıyormuş, bu yaptığı şımarıklıkmış, asgari ücret alan ne yapsınmış....vs neredeyse tüm yorumlar bu şekildeydi.

Halkımızın, psikolojik rahatsızlıklara gösterdiği bu garip tepki ve anlayışsızlık, olayı bu kadar yüzeysel görmeleri ve neredeyse dalga geçer, hakaret eder gibi yorumlar yazmaları bana daha çok dokundu.

Neticede, gelir dağılımındaki eşitsizlikleri eleştirebilirsiniz, asgari ücretin yetersiz olduğunu, çalışma saatlerinin uzunluğunu söyleyebilirsiniz ama gencecik bir kadın, kariyerinin zirvesinde rahatsızlanıyorsa ve bu, bir psikolojik rahatsızlıksa onun üzerine bu şekilde gitmeye kimin hakkı var?

Kız, "tükendim ben" diyormuş, dizi çekimlerinin uzunluğundan, tatil yapamamaktan yakınıyormuş; bir şekilde ruhu bunu kaldırmamış ve şimdi tedavi oluyor. Bize de "geçmiş olsun, inşallah tez zamanda iyileşsin" demek düşmez mi? Nedir bu anlayışsızlığımız, bu kıskançlığımız, çekemememiz?

O acımasız yorumların sahiplerine şunu söylüyorum ben de "Hadi siz de olun bir Hürrem. Sıkıyorsa, becerebiliyorsanız oyuncu olun. Siz de kazanın. Hodri meydan. Kimse kimseye engel değil, güveniyorsanız kendinize, güzelliğinize, rol yeteneğinize, becerinize ya da her ne gerekiyorsa ona, çıkın sahnelere götürün çuval çuval paraları. Öyle oturduğun yerden konuşmak, kıskançlıktan çatlamak yok kardeşim."

En güzel yazıyı Gülse Birsel yazmış bence. Okumak isteyenlere linki burada.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Haftalık Menü Önerisi (kış için)

Kışın üzerinden çok geçmeden ve benim balık hafızamdan silinmeden yine üç aşağı beş yukarı yazayım kışlık menümüzü.

Kışın en büyük sıkıntısı ev ahalisinin yediklerinin birbirini tutmaması. Defne kış sebzelerini yiyor ama baklagillerle arası pek iyi değil, babaysa kış sebzelerini neredeyse hiç yemiyor ama baklagillerle arası iyi. Bu yüzden kışın dengeyi tutturmam, özellikle baba açısından "mevsiminde" yemekler hazırlayabilmem benim için maraton gibi oluyor. Yaz sebzelerini buzluğa atmayı çok da tercih etmiyorum, Defne'nin eski usul yetişmesini istiyorum çünkü. Yani yazın yaz, kışın kış. Ama bezelye ve enginar konusunda istisna yapıyorum mecburen.

Pazartesi:

Öğlen; ıspanak borani, yoğurt
Akşam; aynı menü, ilaveten Defne'ye köfte. Bize salata, Defne'ye yoğurt.

Salı:

Öğlen; mevsim balığı, patates salatası ya da brokoli salatası
Akşam; köfte, patates püresi, bize salata, Defne'ye yoğurt.

Çarşamba:

Temizlik günümüzse;

Öğlen; zeytinyağlı kereviz, boncuk makarna, yoğurt.
Akşam; Defne'yle bana öğlenden kalanlar, babaya yeşil mercimek & pilav.

Temizlik günü değilse;

Öğlen; yeşil mercimek, pilav ve yoğurt
Akşam; öğlenden kalanlar, ilaveten Defne'ye köfte, bize salata, yoğurt

Perşembe;

Öğlen; sulu köfte, boncuk makarna, yoğurt
Akşam; öğlenden kalanlar, Defne'ye yoğurt, bize salata

Cuma;

Öğlen; zeytinyağlı yer elması, boncuk makarna, yoğurt
Akşam; pideli köfte ya da mantı

Cumartesi;

Öğlen; nohut, pilav, yoğurt.
Akşam; öğlenden kalanlar, ilaveten Defne'ye köfte, bize salata, Defne'ye yoğurt.

Pazar;

Öğlen; ıspanaklı tava böreği, yoğurt
Akşam; pideli köfte ya da mantı.

* Bazen öğlen yemeklerinde kıymalı karnıbahar&pilav ya da zeytinyağlı enginar& boncuk makarna yapıyorum.
* Çorba olarak yaz aylarındaki gibi yiyoruz. İlaveten mantar çorbası pişirebiliyorum.
* "Pilav" yazdığıma bakmayın dönüşümlü olarak bazen pirinç bazense bulgur pilavı oluyor.
* Bazı akşamlar ıspanaklı pizza yapıyorum.

24 Mayıs 2013 Cuma

Haftalık Menü Önerisi- (Yaz için)

Bugün ne pişirsem? Sağlıklı, damak zevkimize, tüketim alışkanlıklarımıza uygun ne yapsam da yesek? Bu soruları sormak için illa ev hanımı olmaya gerek yok, hatta kadın olmaya bile gerek yok, hepimizin ortak gailesi gırtlak değil mi? :)

"Yemek, yenmek işte budur yaşamın kanunu
Seni yerler yemez isen sen onu"

diye bir nakarat tuttrumuştu büyükbabacığım, hala kulaklarımdadır.

Fark ettim ki, ben aslında belli bir mutfak rutini oturtmuşum, üstelik bunu çok da amaçlamadan. Böylece ne pişirsem derdim bayağı azalmış, sadece Defne'ye yedirme gailem kalmış geride.... Aşağıda yazdığım haftalık yemek programı bizim evde üç aşağı beş yukarı uygulanıyor. Okuduğunuzda da fark edeceksiniz %99.9 evde yiyoruz, buna rağmen ne pişirsem derdim olmuyor. Yediklerimizden bıkmıyoruz da.

Evde olduğum için, Defne'ye her gün yeni bir yemek pişiriyorum, ana yemek ve pilav-makarnada pişirme miktarını az tutuyorum ki, iki en fazla üç öğünde bayatlamadan bitirelim. Çorbada ise bu kadar katı değilim, sadece akşamları çorba içiyoruz, bir kez pişirdiğimde üç akşam yetiyor.

Okuyanlara bir fikir ya da rahatlık verir belki düşüncesiyle ve gelecek sene elimde olması amacıyla yazıyorum menülerimizi.

Pazartesi:

Öğlen; zeytinyağlı enginar, sade boncuk makarna ve yoğurt
Akşam; Defne'yle bana öğlenden kalan yemeklerin yanına köfte. Enginar yemeyen babaya pazar öğlenden kalan bezelye ve pilav. Büyüklere salata, Defne'ye yoğurt.

Salı :

Öğlen; kıymalı taze fasulye, pilav ve yoğurt
Akşam; öğlenden kalanlar + Defne'ye köfte. Bize salata, Defne'ye yoğurt

Çarşamba:

1. Temizlik günümüzse,

Öğlen; kıymalı semizotu, bulgur pilavı, yoğurt.
Akşam; öğlenden kalanlar + (miktar hayli azaldığından) sebzeli dizme. Bize salata, Defne'ye yoğurt.

2. Temizlik günü değilse,

Öğlen; mevsim balığı, patates salatası
Akşam; sebzeli dizme, pilav. Defne'ye yoğurt, bize salata.

Perşembe:

Öğlen; patatesli kabak, pilav, yoğurt
Akşam; öğlenden ve dünden kalanlar. Defne'ye köfte- yoğurt, bize salata.

Cuma: 

Öğlen; kabak dolması, boncuk makarna, yoğurt
Akşam; pideli köfte ya da mantı

Cumartesi:

Öğlen; bir gün önceden kalan kabak dolması, boncuk makarna, yoğurt (pazara gittiğimiz için cumartesi öğlenleri yeni yemek pişirmiyorum)
Akşam; pideli köfte ya da mantı

Pazar:

Öğlen; kıymalı bezelye, pilav, salata
Akşam; ızgara köfte, patates püresi, salata, yoğurt

* Çorba olarak en sık pişirdiğim; yoğurt çorbası, tarhana ve kırmızı mercimek (bazen ezogelin)
* Ana yemeklerde bazen karnıyarık değişikliği yapıyorum. Yemeğin yanında duruma göre mücver ya da cacık da yapabiliyorum.  
* Kuzu kapama da sık olmasa da pişirdiklerim arasında.
* Nadiren de olsa bazen haftasonu öğlenleri dışarıda yiyebiliyoruz, Ya balık ya da köfte ama çok tercih etmiyoruz dışarıda yemeyi. İkindi kahvaltısında dışarda olmak daha çok işimize geliyor.
* Haftasonları biraz "fast food" gibi oluyor ama midelerimizin azıcık "zararlı" gıdalara benim de biraz dinlenmeye ihtiyacım var :)
* Biraz programlı olmak biraz da el alışkanlığım, tüm günümü mutfakta geçirmeden halledebiliyorum çok şükür!
* Bu menüyle pazardan aldığım neredeyse tüm sebzeleri bir haftada bitirmiş oluyoruz. İşin en çok sevdiğim kısmı da bu. Her cuma buzdolabı temizliği ve cumartesi alışveriş....

Bir dahakine hatırladığım kadarıyla kış menümüzü yazacağım, aslında beni en çok zorlayan kış çünkü babamız maalesef kış sebzelerini pek sevmiyor :(

23 Mayıs 2013 Perşembe

Anne'lerimiz

Anne misiniz? Evetse, nasıl bir annesiniz? Hayırsa, nasıl bir anne olmayı planlıyorsunuz? Çevrenizdeki "anne" profilleri nasıl dikkat ediyor musunuz hiç?

Anne olduktan sonra "üçüncü gözüm" açıldı desem abatmış olmam. Hayata bakışım, çevremdekileri değerlendirişim, analiz edişim, daha önceden farklı değerlendirip şimdi farklı algıladığım olaylar, insanlar, durumlar o kadar fazla ki. Eskiden bildiğim ve inandığım kalıplar vardı, rutine bağlamış gibi söylerdim "ana gibi yar olmaz" ya da "fedakar ve cefakar anneler" ... Şimdi inanarak, ta canımdam söylüyorum bu sözü. Hatta çevremdeki annelere o gözle bakıyorum.

"Meryem" var mesela, Türkmen bir kızcağız, 22- 23 yaşlarında. Bizim sitede bir hanıma bakıyor, yatılı kalıyor. Memleketteki 27 aylık kızını, anne- babasına emanet etmiş. Kendini gurbete atmış. Çalışması, para biriktirmesi, yaşadığı yerde bir ev küçük de bir arsa almayı başarması gerek ki kızına kavuşabilsin. Kızından bahsettiği anlar dışında yüzü hep gülüyor, hayatımda gördüğüm en iyi niyetli, candan, sıcak, samimi insanlardan biri. Üstelik böylesine bir hayatın içinde.... Kızıyla telefonda konuşuyor, ona kıyafetler yolluyor buradan. Ama biliyor ve farkında ki, aslında kızının hayatında "yok". Belki bu yüzden öğleden sonraları parka indiğimizde o da çalıştığı evden izin alıp geliyor ve hep çocuklarla oynuyor. Doyamadığı kızını mı anımsıyor bilinmez.....

Afgan bir hanım komşumuz daha var, ismini bilmiyorum. Eşinin işi sebebiyle geldiler buraya. Tam 4 çocuğu var. En büyüğü İsmail 8 yaşında, Furuh 6, İbrahim 4 ve son numara Hamza 13 aylık. Kendisiyse 26 yaşındaymış, yani hesaplarıma göre evlendiğinde 17 civarında olmalı. Bahçeye fazla inmiyor, belki inemiyor, 4 çocuk (üstelik biri bebek), eşi ve kendisi tam 6 kişiler evde. Altı kişi bir oturuşta ne yer? Çamaşırları ne sıklıkta yıkanır? Çocuklar okuldan gelince ödevlerini nasıl yaparlar? Hamza bebek türlü zorluklarla uyuduğunda, çocuklar gürültü yapmadan dururlar mı? Düşündükçe bana daral gelen bu haller içindeki Afgan komşumuz, herşeyle tek başına, evet tekrar ediyorum tek başına uğraşıyor. Neden bilmiyorum, temizlik için bile yardımcı tutmuyor. Maddi sebepleri olduğunu sanmıyorum çünkü eşinin işi gayet iyi. Tek bildiğim ve gördüğüm şu ki, kadıncağız tam bir atom karınca, ne zaman görsem yüzü gülüyor üstelik. Sanki evde o kadar uğraş veren başkası.....

Afgan Hanımla komşu olan bir başka anne komşum daha var. O da meşhur reklam cıngılında söylendiği gibi "çocuk da yaparım kariyer de" tarzında, sıcacık, güler yüzlü ve içten bir komşum. Çalıştığı için pek görüşemiyoruz ama biraraya geldiğimizde sohbet edecek çok konu bulabiliyoruz. Finans sektöründe çalışıyor, oğlu 25 aylık. Bebeği olur olmaz, bir arkadaşının tavsiyesiyle Filipinli bir hanımla (Nili) anlaşmış, yatılı olarak. Nili, dışarıdan görüğüm kadarıyla harika bir "bakıcı". Bakıcı demeye utandığım için tırnak içinde yazdım aslında, yaşı biraz büyük ama bir büyükanne torunuyla nasıl ilgilenirse öyle ilgileniyor minik Can'la. Komşum, iş sebebiyle Londra'ya gidip kaldığında, İstanbul'daki tüm düzenini oraya taşıdı, sonra geri taşındılar, sonra bir daha taşındılar, sonra bir kez daha ve artık İstanbul'dalar. Mesai günleri Nili bebekle ilgilendiğinde annesi kariyerini yaptı, yüzme yarışlarına katıldı ve eve gelir gelmez Nili'den aldı yavrusunu, sadece ve sadece onunla ilgilendi. Nereden mi biliyorum, tabii ki sohbetlerimizden. Can, kendisiyle canı gönülden ilgilenen bir "bakıcı"sı varken, annesine de pek hasret kalmadı aslında. Çünkü komşum, dengeyi çok iyi kurdu.....

Apartman görevlimizin hanımı sonra... Geçen sene bu vakit 3. çocuğuna hamileydi. Karnı burnunda temizliğe gider, gittiği evlerde de en ağır işleri dahi yapardı. Kaç kez cam tepesinde gördüm onu. Yüreğim ağzıma geldi, düşecek diye. Malum karın büyüyünce ağırlık merkezi de değişiyor. Ama ne yapmalıydı ki? Apartman görevlisinin aldığı asgari ücretin tek başına yetmeyeceği aşikar, üstelik kötü günlerini düşünecek kadar akıllı insanlar karı koca, bildiğim krediyle ev almışlar, onun taksitleri var ödenmesi gereken. Durmak yok yani anneye, dışardaki 2 can, karnındaki tek can için neredeyse doğuma kadar çalıştı durdu.... 

Anne'lerimiz işte.. Ama öyle ama böyle. Ama Türk ama yabancı. Ama okumuş ama cahil. Ne fark ediyor ki? Sonuçta hepsi çok fedakar çok cefakar değil mi? Kocaman bir alkış onlara !      

21 Mayıs 2013 Salı

Zaman Geriden Geliyor.....

Maşallah ki maşallah, oturduğum sitede zaman geriden geliyor, sanki 80'lerin sonunu yaşıyorum, aslında çeşitli sebeplerden tam doyamadığım çocukluğumu, ama bu sefer anne olarak. Karışık girdiğim konuyu nasıl toparlayacağım bilemiyorum ama acayip nostalji kokacak yine...

80'lerin ikinci yarısı, annem her zamanki gibi tam zamanlı çalışıyor, ben ilkokulda kardeşim anaokulunda. Okul dönüşü büyükbabam bizi evde karşılıyor, annem gelene kadar bizimle oturup sonra evine dönüyor. Büyükbabamın gelemediği zamanlar ya da onunla birlikte gidemediğimiz yazlar bakıcı hanımlar oluyor yanımızda. O yıllar için çok sık rastlanan durumlar değil bu, genelde anneler evde çünkü. Belki de bu yüzden "bakıcı" kelimesi bile bana antipatik geliyor, özellikle Defne'den sonra. Hiç doyamadığım annemi ve yaşayamadığım çocukluğumu anımsatıyor bana... İstanbul'daysak sokağa çıkıp oynamaya iznimiz yok. Maalesef annemin birazı mesleki birazı da aileden gelen ve sanırım sorumluluğu tek başına üstlenmiş olmanın ağırlığını taşıyan korkuları var. Çocuklarımın başına birşey gelir mi, ben zaten işteyim bakıcılar sahip çıkabilir mi vs vs... Velhasıl kardeşimle ben evdeyiz. Biraz çizgi film, biraz ödev, biraz kapı kapı gezen videocudan kiraladığımız Hababam Sınıfı serileri, hayat gelip geçiyor, sonsuz mutluyuz ama eksiğiz de bir yandan. Hep bir özlem var içimizde.

Annemizle olmaya özlem, okuldan gelince mis gibi anne keki kokusu almaya özlem, sokağa çıkıp oynarken anne tarafından çağrılmaya özlem... özlem de özlem yani....

Vee aradan yıllar geçiyor, kardeşim de ben de evleniyoruz, anne evimizi kapatıp başka başka yerlerde kuruyoruz yuvalarımızı ve bu arada Defne'cik doğuyor. Kimselere emanet edemiyorum, işten ayrılıyorum ve gün be gün, oturduğum sitenin nasıl eski özlem dolu yılları bastırdığına şahit oluyorum.

Çalıştığım dönem fark etmemiştim, gerek görmemiştim, zaten zaman da yoktu ama meğer ne güzel komşuluk varmış bizde. Defne doğar doğmaz neredeyse tüm komşular "hayırlı olsun"a geldiler, işte o zaman annem yaşındaki teyzeleri, benim gibi artık ev hanımı olan meslektaşımı, evden çalışan karşı komşumu bir kez daha ve yakından tanıyorum. "Fazla limon var mı?" diyecek kadar, gecenin bir saati kapılarını çalıp yardım isteyecek kadar, "hadi çocukları parka indirelim"den tutun, çok kar yağıp eve tıkılınca her gün birinde geçirecek kadar benimsiyoruz birbirimizi. Çocuklarımızın "eski"lerini bile paylaşıyoruz. Dönem dönem uzaklaşmalar olsa da hep orada, hep var olduğumuzu biliyoruz.

Sitemizdeki çocuk parkı da 80'lere taş çıkaracak cinste. Neredeyse tüm çocuklar okul dönüşü parkta oluyor. Türlü yaramazlıklar, mutlaka top oynamak, tavuk ve kedileri kovalamak, bağrışıp çağrışmak, İsmail dedenin hışmından ölümüne korkmak hepsi mevcut. Defne'ciğin bile kendine özgü bir çevresi var. Pıtı pıtı parka indiğimizde her yaş çocuk hemen sarar etrafını, elinden tutup merdivenleri indirirler, aralarına, oyunlarına alırlar, dikkat ederler onun küçücük hallerine... Bazen uzaktan bazense yüreğim ağzımda yakından izlerim yaptıklarını, her seferinde fotoğraf makinemi almadığıma pişman olurum. Çocukluk arkadaşı gibisi var mıdır? Çocukluk anıları gibi unutulmayanı?

Buram buram 80'lerin sonu kokuyor oturduğum yer ve işte ben, hasret kaldığım o dönemi bu sefer "anne" olarak yaşıyorum. Küçük Defne inşallah büyüdüğünde bu günlerini güzel ve iyi anılarla hatırlasın !  Yarına söz, parka inerken götüreceğim fotoğraf makinesini ve çektiğim fotoğrafları eski usul bastırıp tek tek çete üyelerine dağıtacağım, arkalarına da yine eski usul tarih atıp kareme sığışanların isimlerini yazacağım...

22 Mayıs 2013- İstanbul,
Defne- Berat- Lara- Kerem- İbrahim- Furuh- Demir- Atalay- İsmail- Ayça- Orçun & Emir bebek   

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Semt Pazarları

Semt pazarlarını sever misiniz? Gider misiniz? Ben bayılırım. Her mevsim rengarenktir pazarlar. Mevsim sebze ve meyveleri, yasak başlamamışsa balık, kimilerinde kıyafet, oyuncak, züccaciye, ne ararsanız vardır işte. Yıllardır sebzemi, meyvemi ve balığımı haftalık olarak semt pazarından alıyorum. Tazeliklerinden ne kadar memnun olduğumu anlatamam. Sebzecim, meyvecim, pazatesçim ve balıkçım bellidir, iyisini verirler bana, sohbet de ederiz.  Hatta Defne'nin kimi kıyafetleri ile benim günlük kıyafetlerim de semt pazarındandır. Kaliteli Türk tekstili kendisini pazarda da gösterir, değme mağazalara taş çıkarır, üstelik yarıdan az fiyatla...

Yaşadığım ve bildiğim kadarıyla semt pazarlarımı alatayım biraz. Haftalık pazar turumuz başlasın....

Pazartesi:  Burhaniye pazarının günüdür. Yazlığımıza yarım saat uzaklıktadır. Hem sebze meyve hem de kıyafet bulunur. Köylü teyzeler, tarlalarından Kaz dağlarından ürünler de getirir. Mis gibi dağ kekiği, kurutulmuş incir, pembe domatesler, çizgili patlıcanlar, dipdiri bamyalar, deniz börülcesi en güzel örnekleridir. Fiyatlar İstanbul'un yarısı belki daha azıdır. Çünkü neredeyse ik elden alırsınız. Defne doğmadan evvel, yıllık izinlerimizde birer kez giderdik. Defne'den sonra, malum sıcakta bunalmasın diye gitmez olduk, belki bu sene uğrayıveririz tekrar kim bilir?

Salı: Levent pazarının günüdür. Harp Akademileri lojmanlarının hemen karşısındaki sokakta kurulur. Bu pazarla tanışmam, annemin ölümünden sonra büyükbabamın evine taşınmamızla olmuştu. Gayet iyi hatırlıyorum, o zamanlar yani 90'ların ikinci yarısında kıyafet pek satılmazdı. Daha çok sebze, meyve, balık, biraz da züccaciye vardı. Sonraları, özellikle Ulus'ta kurulan perşembe pazarının yeri değiştirilip kimse yeni yere gitmeyince, kıyafete de ağırlık verdiler. Hayli büyük bir pazardır, eliniz boş çıkması neredeyse imkansızdır. Üniversite öğrendilik yıllarımda okul dönüşü, sonrasında iş hayatımda öğlen tatillerinde ve şimdilerde Defne'yle arasıra giderim. Sebze meyveden ziyade kıyafet alırım. Çünkü Defne'yle ağır yük taşımak zor oluyor. yoksa sebze meyvesi de harika. Hem küçüklere hem büyüklere çeşit çeşit kıyafetler, çorap ve iç çamaşır bulabilirsiniz. Defne'nin bluzları ve şapkaları bu pazardan, kalitesinden çok memnunum. Çekmiyor, rengi atmıyor, yırtılmıyor. Benim de eşofmanlarım ve t-shirt'lerim buradan. Gayet de şıklar. Fiyat yelpazesi değişiyor. 5 liraya da t-shirt bulabilirsiniz 35'e de, tercih size ve bütçenize kalmış.

Perşembe: 1. Burnumu sızlatan Ulus Sosyete Pazarının günüydü. Yıllar var ki kurulmuyor, zaten arsasından yol geçiyor şimdi. Önce yerini değiştirdiler, ama yeni yeri tutmadı çünkü çok sapaydı, artık kurulmuyor sanırım. Hatırlayanlar olacaktır, ünlülerin bile akın ettiği bir pazardı. Civardan (Silivri, Çatalca, Gebze vs) otobüs kaldıran hanımlar da gelirdi. Ortaokul ve lise yıllarımda her perşembe giderdim. Sebze meyveden ziyade kıyafet ağırlıklıydı. Hakikaten kaliteli ve şık tekstil ürünlerini bulabilirdiniz. Anneme ve kendime gecelikler almıştım, renkleri atmış vaziyette (dile kolay belki 20 senedir giyiliyorlar) halen dururlar ve ben her yaz burnum sızlaya sızlaya giyerim onları, elimden çıkarmaya gönlüm elvermez bir türlü. Bir de çikolatacı vardı, yurtdışından sanırım bavulla filan çikolata getirir, tezgaha yayar satardı, off offf, hatırlaması bile güzel !

2. Ayvalık pazarı da perşembe günleridir. Yazlığımıza yine yarım saat uzaklıktadır. Genç kızlığımdan beri her yaz mutlaka giderim. Sabah erken saatte, henüz kalabalık olmadan ve güneş yakmadan gideriz, önce Deniziçi Kafe'de ayvalık tostu yer limonata içeriz. Ardından pazara geçeriz. Kıyafet kısmı, sebze meyve kısmından büyüktür. Mutlaka incir, bamya ve pembe domates alırım. Pazar alışverişinden sonra sıra, Güler pastanesinde sakızlı dondurma yemeye gelir, tadı enfestir. Defne'yle de iki kez gittik bu pazara, kısmetse bu yaz yine gideriz. Midilli adasından günübirlik Rumlar da gelir alışverişe, esnafla Rumca konuşur, euro ile ödeme yaparlar. Sonra da sahildeki balıkçılarda öğle yemeklerini yiyip, ellerinde koca koca torbalarla büyükçe vapurlara binip kıyının öbür ucundaki evlerine dönerler...

Cuma : Karaağaç pazarı kurulur. Yazlığımıza 15 dakika uzaklıktadır. Sadece meyve, sebze ve balık satılır. ama Ege'nin dipdiri sebzeler ve meyvelerini bulursunuz burada. Üstelik harika peynirleri olan iki peynircisi de vardır. "Bir lokma tadayım" dersiniz, koca bir dilimi elinize tutuşturur peynirci amca, o kadar da bonkördür yani. Üstüne Karaağaç fırınından çıkmış sıcacık köy ekmeğiyle hemen oracıkta doyurursunuz midenizi....

Cumartesi: Her hafta gittiğimiz Rumeli Hisarüstü pazarının günüdür. Defne 6 aylık olduğundan beri neredeyse her hafta bize katılır. Sebze, meyve ve balık aldığım pazar burasıdır işte. Kıyafet ve züccaciye yok denecek kadar azdır. Sebzecim, meyvecim, patatesçim ve balıkçım sabittir, asla şaşmam, vazgeçmem. Yıllardır tanırız birbirimizi, huyumu suyumu bilirler. Enginarcım harika enginarlar verir, tek kılçık bile çıkmaz içlerinden, sebzecim nazıma gelir yer elmasıyla kerevizi taneyle almama ses çıkarmaz. İşte öyle idare ederiz birbirimizi. Bu pazarın en büyük dezavantajı park yeri sorunudur.

Pazar : Fatih Sultan Mehmet mahallesindeki pazar kurulur. Nadiren de olsa cumartesi pazarını kaçırdığımızda buraya giderim. Arabayı park etmek kolaydır, ama fiyatlar Rumeli Hisarüstü pazarında göre daha pahalıdır. Sebze ve meyve ağırlıklı olmala birlikte kıyafet ve züccaciye de bulunur. Çok kibar bir balıkçısı vardır.

Sanırım sadece çarşamba kaldı, onu da siz doldurur musunuz?   

17 Mayıs 2013 Cuma

Yata Yata....

Rahmetli büyükbabacığım arasıra meclis televisyonunu seyrederdi, bazen ben de takılırdım onunla. Ne zaman açsak TBMM'deki koltukların büyük kısmı boş olurdu, dolu olanlarındaysa oturanlar ya birbirleriyle sohbet halinde olur ya önlerindeki birşeyleri kurcalarlardı. Kürsüde konuşma yapanı dinleyen, mesela not alan, ne bileyim hazırlıklı gelen yok denecek kadar azdı. Konuşmalar devamlı kesilir, oturduğu yerden bağrılır vs vs.

Hayret ederdim, çok üzülürdüm ve kendi kendime isyan ederdim bu düzene. Aradan yıllar geçti, değişen birşey olmadığı gibi fiziksel ve sözel şiddet içeren oturumlar ve bu düzenin değişmeyeceğine inancım her geçen gün artıyor, hakikaten utanç verici.

Sadece bir hukukçu olarak değil, sıradan bir vatandaş olarak soruyorum; hangimiz işe gitmeme, mesai saatleri içinde masabaşında uyuma, birbirimize bağırma, birbirimize vurma, dakikalarca birbirimizle sohbet etme, birbirimizin sözünü bağırarak kesme imkanına sahibiz? Ya da yapabilecek olsak bile, en azından "bana verilen maaşı hak etmeliyim, helal kazanmalıyım" anlayışımız, vicdanımız ağır basmaz mı? Daha ilkokulda öğrenmiyor muyuz söz alarak konuşmayı?

Yukarıdaki resmi facebook'ta gördüm ve siteme aldım, fotoğraflar gerçek, yazılı kısımlar ne kadar gerçek bilmiyorum ama şurası doğru ki, açalım meclis televizyonunu ve bizi temsil etmeleri için oy verdiğimiz, maaş ve harcamalarımızdan alınan vergilerimizle maaşlarını alan bizim vekillerimiz, yani bir nevi çalışanlarımız ne kadar hakkını vererek çalışıyorlar? Çalışmadıkları zaman vicdan azabı çekmiyorlar mı? Her ay aldıkları para kursaklarından nasıl geçiyor? Üstelik kimi kendini "dindar" kabul etmekteyken inandığı yüce Allah'ın huzuruna çıktığında bu durumu nasıl açıklamayı planlıyor? Meclisin yazın kapalı olduğu konusuna değinmiyorum bile, hakikaten "bu ağır koşullarda" çalışmak hayli zor olsa gerek.

Böyle gelmiş böyle gider bu düzen.... belki de bu inancımız yüzünden hiçbir şey iyiye gitmiyor.

Yarın 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı. Bu ülkeyi kuran, bizleri kimliği- adı sanı belli hür insanlar haline sokan ulu önderimizi anmamak için yine bahaneler üretilecek. Kimi "hasta" olacak, kimi "seyahatte" kalanlara da "gösteri izni" verilmeyecek. Peki ben ne yapacağım? Bayrak asmakla yetinip, "2,5 yaşında bir kızım var, karakollarda, hapislerde mi çürüyeceğim korkusuyla karışmayacağım etliye sütlüye". Yazıklar olsun bana e mi ! Bu ülke benim gibi korkaklarla değil, Onbaşı Nezahet gibi daha 8 yaşında silah kuşanan çocuklarla kuruldu. Demek onca yaşanana rağmen hala bıçak kemiğe dayanmadı....

16 Mayıs 2013 Perşembe

"Meclisin Unuttuğu Kahraman Nezahet" Ozan Bodur -kitap önerisi

Basılı gazete okuyabildiğim sayılı günlerden birinde, Nuray Babacan'ın makalesine denk geldim. Makalede, o güne kadar ismini duymadığım bir kahramandan bahsediliyordu. Üstelik bu kahraman küçücük bir kız çocuğuydu, babasının emrindeki orduda kıran kırana düşmanla çarpışmıştı. Hani şimdilerde afedersiniz "tukaka" gösterilmeye çalışılan Kurtuluş Savaşı'nda.

Güya onca sene tarih okutulmuştum. Ama hep aynı teranaleri... "Açın çocuklar defterinizi yazın bakalım, falanca savaş, sebepleri, sonuçları, tarihi " Halbuki bilmemiz, ders almamız, gurur duymamız gereken ne önemli olaylar ve insanlar var tarihimizde. Belki tarih dersleri bu şekilde işlense, gerçek hayata indirgense daha cazip gelebilir öyle değil mi? Neyse konuyu dağıtmadan kitaba döneyim.

Okuduğum makalede bahsedilen kahraman, Onbaşı Nezahet'ti. Kurtuluş Savaşımızın saklı kalmış ve maalesef hakkı yenmiş kahramanlarından biri yani. Hemen son yayınlardan onunla ilgili bir kitap buldum, aldım ve okudum.

Annesi erken yaşta ölünce, babası Nezahet'i kimselere emanet edemiyor ve Nezahet'in de isteğiyle küçük kahramanımız babasıyla birlikte orduya katılıyor. Defalarca donma tehlikesi geçiriyor, at binmeyi, silah kullanmayı öğreniyor. Bunları yaptığı sırada sadece ve sadece 8 yaşında. Tarihimizde bir çocuğa verilen ilk ve son onbaşılık rütbesini alıyor. Yunan Kuvvetleri, Nezahet'in içinde yer aldığı orduya "Kızlı Alay" adını takıyorlar hatta.

Sadece savaşması değil, askeri cesaretlendirmesi de takdire şayan ve hayret verici. Yazılana göre, öyle bir an geliyor ki askere şöyle sesleniyor "ben babamın yanında ölmeye gidiyorum peki ya siz?" O böyle söyleyince asker şaha kalkıyor tabii, düşünsenize 8- 12 yaşlarında bir kız çocuğun cesaretini, gözü karalığını en önemlisi vatan aşkını.

Kurtuluş Savaşı kazanılınca bu kıza İstiklal Madalyası verilmesi kararı çıkıyor ama bu karar bir türlü yerine getirilmiyor. Ve kahramanımız son nefesinde bile bu madalyanın hasretini söylüyor. Daha sonrasında okuduğum habere göre, madalya geride kalan ailesine verilmiş. Gecikmiş vefa borcu yerne getirilmiş olsa da dünya gözüyle göremeden ne anlamı kaldı diye insan düşünmeden edemiyor.

Bahsettiğim kitap, sürükleyici, akıcı, ilkokul çağındaki çocuklara da okutulabilir bence. Özellikle tarih meraklılarına tavsiye ederim.



15 Mayıs 2013 Çarşamba

Abur Cubur Meselesi

"Bir parça çikolatadan ne olacak?" , "Vermiyorsunuz ama canı çeker çocuğun", "Nasıl olsa okulda alışmayacak mı?" söylemlerine maruz kalıp direnen tüm anne-babaları destekleyici bir yazıyı Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta yazmış. Okumak isteyenler için linki; http://www.ahmetrasimkucukusta.com/2013/01/02/abur-cubur-ivir-zivir/abur-cubur-yerse-kafasi-calismaz/

Yazıda konu edilen araştırma, Avusturalya'da bir üniversite hastanesi tarafından tam 7.000 çocuk üzerinde gerçekleştirilmiş. Şekerin, çikolatanın yani abur cuburların ne kadar zararlı olduğu bir kez daha kanıtlanmış.

Şimdi diyeceksiniz ki, "sen büyürken kola içmedin mi?", "sarelleleri, tüp içindeki çikolataları lüp lüp götürmedin mi?" Bunlara cevabım şu: Evet hepsini yaptım ve yaptığım için kafam daha mı az çalışıyor acaba? İşte bunu bilemeyiz. Ha, ortalama bir zekaya sahip olduğumu kabul edip yola devam etsek bile o zamanlar yediklerimiz gerçek gıdaydı, bu kadar radyasyona maruz kalmıyorduk, bizim zamanımızda "hiperaktivite" yoktu, çocuklar arasında lösemi bu kadar yaygın değildi, vs vs demek eskilerde bilmediğimiz yanlışlar arasında çok doğru giden birşeyler vardı ki bizim çocukluğumuz daha az bilgi toplumu olunmasınai tıbbın bu kadar ileri olmamasına rağmen daha az hastalıklarla geçti. Yediklerimizin içinde belli miktar koruyucu vs olsa bile en azından GDO yoktu. Şimdi pişirdiğimiz pirinç pilavından bile emin olamıyoruz.

Bu yüzden ısrarla ve her fırsatta söylüyorum ki; mevsiminde tüketelim, gıda ambalajlarına dikkat edelim, gıda etiketlerini okuyalım. Biz ne yersek, çocuğumuz da onu yer.

14 Mayıs 2013 Salı

Pideli Köfte


Adında "pide" olan ama içinde "pide"nin zerresi olmayan, uyduruk mu uyduruk ama bir o kadar da lezzetli, bizim evin en favori, hayat kurtarıcısı yemek bu ! Bildiğiniz "bayat ekmekli köfte" aslında. Hani eskilerde bayat ekmeklerle ilgili bir yazım vardı, işte orada bahsettiğim tarif. Tek dezavantajı ekmeklerin çok yağ istemesi, ne kadar yağ koyarsanız o kadar lezzeti artan bir tarif bu.

Nasıl yaptığıma gelirsek...

Malzemeler:

- Küp doğranmış bayat ekmek (kabukları dahil)
- Yuvarlanmış köfte (mitite köfte- her zamanki tarifinizle)
- Sıvıyağ (eğer hava soğuksa sıvıyağla birlikte tereyağ da kullanıyorum)
- Mevsimiyse rendelenmiş bir adet domates, değilse yarım tatlı kaşığı salçayı 3/4 bardak suda eritin.
- Büyükçe bir kase sarımsaklı yoğurt
- Tuz, kekik, nane, kırmızı pul biber

Yapılışı:

1. Küp doğradığınız ekmekleri sıvıyağla yağladığınız yapışmaz tavanıza koyun. Üzerine bolca kekik serpin, tekrar sıvıyağ dökün. (kışsa ilaveten tereyağ koyabilirsiniz)

2. Kapağı kapalı halde ve arasınra karıştırarak ekmekleri biraz kızartın. Yarı kızarmış haldelerken rendelenmiş domatesi ya da sulandırdığınız salçayı ilave edin. Ekmeklerin her yanına bulanması için iyice karıştırın. Çok az tuz koyun.

3. Başka bir tavada yuvarladığınız köfteleri pişirin.

4. Servis tabağına önce ekmekleri koyun. Üzerlerine sarımsaklı yoğurdu dökün. En üste köfteleri ilave edin. Nane ve kırmızı pul biber serperek servis edin.

Afiyet olsun !

12 Mayıs 2013 Pazar

Sana.....

Küçücük mutfağımızdaydık, ben her zamanki gibi tabureme tünemiştim. Birlikte o mis kokulu, şekilli kurabiyelerden pişirmiştik. Tarifi hafızanda kayıtlı, sonsuza kadar kaybettiğim o lezzetli, yumuşacık anne kurabiyelerinden....

Karnın kocaman oldu sonra, "kardeş geliyor sana" dediniz. Dünyalar benim oldu, bana verebileceğin en anlamlı, en muhteşem, en özveri gerektiren ve yokluğunu asla hayal edemeyeceğim kardeşim, can yoldaşım, ailemin elimde kalan son can parçası.... Seni ancak onunla paylaşmaktan kıskanmadım. Ama onun dışındaki herkesle herşeyle paylaşmayı kabul edemedim bir türlü. İşte o yüzden, mutfak penceresinin kenarındaki, hergün suladığın ve konuştuğun menekşenden bile nefret ettim. Belki sevgini çok erken kaybedeceğim için, kim bilir....

Hep çalıştın, hep koşturdun, her zaman bizim için uğraştın. Yükün, bir insan evladının kaldırabileceğinden ağırdı. "Evlilik iki atın çektiği bir arabadır" derdin, işte şimdi anlıyorum ne demek istediğini. Oysa sen, tek başına omuzlamıştın tüm sorumluluğu. Gecenin bir yarısı uyanırdım, salonun küçük ışığının altında önünde dosyalar çalışırdın, geceleri ek iş yapardın. Gündüzleriyse tam mesai işyerindeydin. Tüm zorluklarına rağmen hayatından asla yakınmaz, işinden şikayet etmezdin. Kardeşimle bana, güçlü, ayakları sağlam basan, sevgi dolu bir annenin ne olduğunu öğrettin.

Hasta bile olmazdın, 18 yıllık birlikteliğimizde sanırım iki kez grip olmuştun, o bile fazlaydı senin hayat koşullarında. Hasta olsan sana, bize kim bakacaktı ki? Sadece bizim değil, büyükbabamın da "gören gözüm, duyan kulağım, işleyen aklım" dediği biricik kızıydın. Sen, bizim herşeyimizdin, yaşama sevincimiz, var oluş nedenmiz... en çok istediğim şey sana layık bir evlat olabilmekti, seni gururlandırmak, çektiğin onca sıkıntıya değdiğini göstermekti...

35 yaşımın yaşanmışlıklarıyla geriye dönüp yaşadığın hayatı sorguladığımda çok farklı şeyler görüyorum. Hayal kırıklıklarını, hayallerini, imkansızlıklarını bu aklımla bir kez daha anlamaya çalışıyorum. Seni yeterince sevip sevemediğimi, sayıp sayamadığımı, sana huzur verip veremediğimi düşünüyorum. Ve maalesef yaptığım hiçbirşey yeterli gelmiyor. "Keşke" diyorum....

Bazı geceler sonsuz ağlıyorum, yastığım sırılsıklam oluyor. Sonra pişman oluyorum, ruhunu huzursuz ettiğimi düşünüyorum. Acaba ruh var mı? Acaba beni görebiliyor musun? Acaba görmeyi çok istediğin torununun varlığını biliyor musun? Acaba......?

Başka şeyler düşünüyorum sonra.... Hayatta olsaydın ne olurdu mesela? Geçmişte verdiğim kararları verir miydim? Karakterim, huyum suyum nasıl olurdu? Daha mutlu olur muydum? Sorularımın kendime yönelik olmasına kızıyorum bir anda. Sen nasıl olurdun acaba? Yaptıklarımızla, başarılarımızla, başarısızlıklarımızla seni mutlu eden, sana gurur veren iki çocuk olabilir miydik? Hep hayalini kurduğun gibi emekli olup yazlığımıza yerleşir miydin? "Çocuklarınız olduğunda isimlerini ne koyacaksınız?" diye sormuştun bir gün, kardeşim 12 ben 18 yaşındaydım bize bunu sorduğunda. Kardeşim "Oğuz" bense "Yasemin" demiştik cevaben. Ama kızımın adı "Defne Ece" oldu anne, kulaklarında kalan isim değil.....

Beyin kanaması geçirip bilincini yitirmeden önceki son sözüne "çocuklarım" diye başlamışsın. Ne diyecektin hala merak ederim. Demek, söyledikleri gibi bir anne son nefesinde bile çocuklarını düşünüyormuş. Haberi büyükbabamdan aldığımda inanamadım, oysa zaten 14 gündür komadaydın ve doktorların umudu yoktu. Buna rağmen uzunca bir süre inanamadım, herşey şakaydı, yalandı, bitmeyen bir kabustu. Bazı geceler uyanırdım, gözlerimi açıp da kendimi bir başka evde, bir başka yatakta bulduğumda bir an şaşırır sonra acı gerçekle yüzleşirdim "annem yok artık". Bazı sabahlarsa büyükbabacığım kardeşimle benim başımızı okşardı uyanmamız için, "ah yavrularım" diye ağlardı,  koca çınarımın ağladığını ilk kez görüyordum. O da büyük bir kayıp yaşıyordu, ama bizim için dimdik ayaktaydı. Son nefesine kadar....

Ve seni sonsuza kadar bu dünyadan gönderdiğimiz o Kasım gecesi, üşüyüp üşümediğini düşündüm. Toprağın altında neden yapayalnız kalmak zorunda olduğunu, beni öpen dudaklarının, saçlarımı okşayan ellerinin, beni sımsıkı kavrayan kollarının, ışıl ışıl gözlerinin artık yok olacağını. Sevginden sonsuza kadar mahrum olacağımı.... Peki neden, neden biz, neden o? İsyan da ettim yalan değil.... Ama sonra, öğrendim ki anneleri erken yaşta ölen birçok insan var. Ben ne ilkim ne de son...

Alışması, kabul etmesi zor. Bu yaşımda bile, aradan onca yıl geçmiş olmasına bile, "anne" olmama rağmen.... böylesine büyük bir boşluk işte sensizlik....

Bugün sana verebileceğim en güzel hediye, bu dünyada bulamadığın, sana çok görülen huzur içinde uyuman için dua etmekten fazlası değil.....  

Bu yazı, dün Reyhanlı'da evlatlarını/analarını kaybeden ve özellikle böylesi bir günde dünyanın en büyük acılarından biriyle kavrulan tüm yürekler için gelsin...

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Gel Oyna !

Sertab Erener'i sever misiniz? Ben bayılırım. Kendi jenerasyonu arasında en kaliteli müzisyenlerden biridir bence. Hele ülkemizi Eurovision'da temsil ettiği ve birinci geldiği geceyi asla unutamıyorum. O akşam yazlık tadilatımızı yaptıran aile dostumuzun evinde misafirdim, yoldan gelmiştim acayip yorgundum ama yüreğim ağzımda Sertab'ı bekledim. Gümbür gümbür çıktı, şovu, dansçıları, kostümü, sesi, fiziği herşey ama herşey mükemmeldi ve hakkını aldı birinci oldu. "Every way that I can" ile :)

Bundan bir ay kadar evvel Defne'yle D&R'dayız, hediye bakıyoruz. Arka planda Sertab Erener'in şarkıları çalıyor. Bayılırım kendisine, sesine, fiziğine, herşeyine... Kasada soruyorum albümü, ismi Sade'ymiş, almıyorum ama aklım kalıyor. Anneler gününde o CD'yi istiyorum hediye olarak, eşim sağolsun akşamına alıyor. Defne'yle ben kedi gibi müzik setinin başındayız. Şarkılar başlıyor bir bir. Hepsi ayrı ayrı güzel ama ben en çok "İnadına İnadına Gel Oyna"yı seviyorum. Sözleri, ritmi, enstrümental kısmı beni benden alıyor. Hayır, öyle oynak bir tip de değilim ama vuruluyorum şarkıya.

En çok pazartesileri tam da sendrom tavan yapmışken gelsin bu şarkı ya da sabahın karga uyanmayan saatlerinde "anneeee çiş hapacaaaam" diye bağıran Defne'nin sesiyle telaşla yataktan fırlayan ben için ya da haftasonu dinlenmek isteyen ama bir türlü benden ve Defne'den rahat görmeyen eşim için, hepimiz için gelsin... oynayalım arkadaşlar !

Dinlemek isterseniz linki burada. 

En komiği de şarkı başlayınca, Defne bana dönüp muzur muzur "anne senin şaaakın" demez mi? Bu kız beni bitiriyor !!! :)

10 Mayıs 2013 Cuma

Defne'den İnciler

Bu salı 29 aylık olacak küçük Defne son birkaç aydır bayağı dillendiği gibi, insanı hayrete düşürecek bir dağarcığa ve kelime hazinesine sahip. Hatırladığım kadarıyla son zamanların vecizeleri.....

Sahne 1: Feci kar yağmış. Bir elimde kocaman süpürge, diğerinde Defne otoparktayız. Maksat babanın arabasındaki karları temizleme bahanesiyle karla oynama, temiz hava alma vs vs...

Defne: Anneee
Ben: Efendim canım?
Defne: Babanın aaabasını temiz hap !
Ben: Olur sahip :)

Sahne 2: İşgünü sabahı. Baba pür telaş servise yetişmek için hazırlanıyor, traş oluyor, parfüm sürüyor vs vs. Defne hatunsa inatla bana bezini değiştirtmiyor. "Baba gelsin" diye söylenip yatağın içinde fır dönüyor. Yalvarmalarıma dayanamayan baba nihayet geliyor, Defne kuzuya dönüşmüş halde babasına kavuşmanın mutluluğunda. Baba bezi değiştirmek için Defne'ye doğru eğiliyor.

Defne: Baba kokusu güjelmiişşş.... (baba mest)

Sahne 3: Haftaiçi sabah, hava güneşli harika. Defne'yle parka gideceğiz. Ama hatun bir inat odasına gelip üzerini değiştirmiyor. Evin içinde onu kovalamaktan bitap düşmüş ben, onu odasında bekliyorum bir yandan da "gelseneee, gelseneee" diye bozuk plak gibi bir ritm tutturmuşum. Defne odasının kapısına geliyor. Başını eğerek içeri uzatıyor veeee " Anneee, ne istiyorsun benden? Ne yapmamı istiyosuuunnnn? " diye soruyor. Ben, dumurrrrr !

Sahne 4: Markete gitmek üzere arabaya binmişiz. Defne'nin kemerini bağlıyorum. Bir yandan da ona ne yapacağımızı anlatıyorum.

Ben: Defne, şimdi markete gideceğiz. Sen market arabasına bineceksin. Düüüt kornaya basacaksın vs vs vs
Defne: Ama, ama, ama (bazen böyle takılıyor)
Ben: Evet canım?
Defne: Ama ben büyük teyzeye meraba demiycem. O kendi işine baksın anneeee.
Ben: Tamam canım :)))

Sahne 5: Pazartesiden beri gece bez bağlamadığım ve tekrar uyumaz diye korkumdan gece tuvalete kaldırmadığım Defne, sanırım o kadar sıkışıyor ki sabahları daha erken uyanıyor. Erken dediysem 6,5- 7 en geç 7:20. O sabah 6,5'ta kalkmışız. Maalesef ben çok söylendim. "Of be kızım hep sabahın köründe uyanıyorsun" diye. Öğleden sonra olur. Defne yanıma gelir veeee "anne, ben neden sabahın köründe uyanıyooommm?" diye sorar. Ben yine dumur tabii :)

Sahne 6: Haftaiçi sabah. Henüz kahvaltı etmişiz, mutfaktayım. Defne sokak kapısına gider ve:

Defne: Anne ben işe gidiyooom.
Ben: Peki kızım, ne yapacaksın işte?
Defne: Paaaa kazanıcam.
Ben: Oooo ne kadar iyi. Ne yapacaksın parayı?
Defne: Amcaya vericem, ekmek getirsin, süt getirsin. (burada apartman görevlisini kastediyor)

Sahne 7: Haftaiçi akşam, baba işten gelir. Zile basar, Defne'yle koşup kapıyı açarız. Defne hemen babasını kucağına tırmanır veeee "babaaaa, iii ki geldin. Hoş geldin" der. Babanın tüm yorgunluğu uçar gider....

9 Mayıs 2013 Perşembe

Izgara Köfte- "benim köftem"

"Aman yaa, ızgara köftenin de tarifi mi olurmuş" demeyin lütfen. Biliyorsunuz "ızgara köfte" 7'den 70'e herkes için fenomendir, asla vazgeçilmeyen, en tok anlarda bile yenebilen, yanına envai çeşit lezzet uydurulabilen "iyi ki icat edilmiş" bir lezzettir.

Peki en iyi köfte tarifi nedir? Şöyle en lezzetli, pişirince en iştah kabartıcı gözüken köfte? Tabii ki annenizin köftesi :) Hiçbirşey çocukluğumuzun o güzelim anılarında yer alan anne köftesinin yerini tutamaz, en aç anınızda kızartılıveren, yanına pilav ya da patates kızartması eklenen ve "hadi yeseneee" diye dürtülmeden gayet de kendi iştahınızla yediğiniz o mis köfteler !

Evimizin mutfak sorumluluğunu tamamen üzerime aldığım 16 sene boyunca "hah işte bu tarifle harika köfte oluyor" dediğim bir köfte tarifim yoktu. Evet bir takım tariflerle köfte yapıyordum ama hiçbiri benim için yeterince lezzetli değildi. Kasabımızın özenle hazırladığı köfteler, klasik Sultanahmet köftesi, eşimin teyzesinin yaptığı kuru köfteler, eşimin babaannesinin muhteşem ızgara köftesi gerçekten harikadır ama hiçbiri "benim" tarifim değildir.

Konu Defne olunca, "anne köftesi" yapmanın zamanı geldi de geçiyor diye hayıflanırken, kendimi yeni bir denemenin sonunda, çekirdek ailemizin damak tadına uygun köfte ile başbaşa buldum :)

Tarif şöyle;

- 750 gram yağsız dana kıyma,
- 250 gram kuzu döşü
- 1 yumurta
- Yarım demet maydanozun yaprağı (rondodan geçirilmiş)
- 1 büyük kuru soğan (rondodan geçirilmiş ya da rendelenmiş)
- Bayat ekmek içi (rondodan geçirilmiş)
- Kekik
- Tuz
- Çekilmiş karabiber

Tüm malzemeyi yoğuruyorsunuz ve dilediğiniz büyüklükte köfteler yapıyorsunuz. Baharat ve ekmek içi için ölçü veremiyorum. Tamamen damak zevkinize ve köfte harcının kıvamına bağlı olarak değişebilir.

Defne'nin "anneee köfte yapsanaaa" diye bana seslendiği bir anda bu köftelerle karşısına çıkmayı ve bir gün evlenip kendi evine çıktığında bana telefon açıp "anneee köfteni çok özledim" diyeceği günleri şimdiden merakla bekliyorum.... Gerçi halihazırda söylediği "anne bana köste mi pişirdin?" lafı bile dünyalara bedel !

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Farklıyız Farklı !

Kendimi bildim bileli şablonlara, kalıplara karşıyımdır. Hayır isyankar değilim, hatta gereğinden fazla uysalımdır, ama birileri çıkıp da "- dir, - dır, - dur ..." la biten cümleler kurmaya başladığında bana fenalık basar. Çünkü bence hayatın bir çok alanında kesinlik yoktur. Çok net konuları kastetmiyorum tabii. Ama konu insanların karakteri, huyu, çocuk yetiştirmesi, bebek bakımı olunca benim damarım biraz kalınlaşıyor.

Burçlara inanmam mesela, insanların bilmem kaç adet karaktere sığabileceğine aklım yatmaz bir türlü. Bu yüzden gençliğimde bir dönem moda olan "burcun ne?" sorusunu duyduğum an, bana o soruyu soran vatandaşın hanesine kocaman bir eksi yazardım. Kim bilir o bana ne yazardı, bu da ayrı bir konu :) Saat kaçta doğduğum, yıldızların pozisyonu, yükselen burcum vs vs'e bakarak benim "bencil" ya da "hırslı" ya da "akıllı" ya da "şanslı" olup olmadığım nasıl baştan belli olabilir ve tüm hayatım boyunca sabit kalabilir ki?

Çocuk konusu da öyle. Sesli ya da sessiz çok eleştiri alıyorum Defne'yi yetiştirirken. Peki umrumda mı aldıklarım? Faydalı ve haklı eleştirilerse yerden göğe kadar evet, ama değillerse tıntııınnnnn.... Özellikle Defne'nin küçüklüğünden beri gündemde olan uyku ve yemek konusu. Gerçi artık bunları büyük ölçüde atlattık. Defne büyüdü, ihtiyaçları değişti, kendisini ifade etmeye başladı, ben tecrübelendim vs vs. Ama yok efendim "yıkadıktan sonra rahat uyurlar", "çocuk günde en az falanca saat uyumalı",  "bir oturuşta şu kadar yemeli" , "günde en az şu kadar öğünü mideye indirmeli" gibi standart kalıplar bence çok ama çok yanlış. Şimdiki aklımla ve geldiğim noktayla söylüyorum tabii bunları.

Farklıyız kardeşim farklı. Bebek de olsa, çocuk da olsa, yetişkin de olsa, kalıp yoktur. Banyo yaptıktan sonra benim uykum açılır mesela, asla uyuyamam birkaç saat. Defne de aha işte benim gibi, yıkayınca uyumayan cinsten. Defne'nin babası mesela, küçükken bayılırmış ekşi yemeye, Defne de tam öyle, ekşi elmaya, limonlu patates salatasına bayılıyor. Peki nerede kaldı "çocuğa ekşi ekşi yedirmeyin" lafı? Ya da Defne hiçbir zaman o standart saatlerde uyumadı, belirtilen standart öğünlerden yemedi, ama fosur fosur uyuyan ve önüne konan her yemeği silip süpüren çocuklardan her zaman daha az hasta oldu, onlardan her zaman daha hareketli oldu (maşallah !) ama bir yandan daha da zor oldu tabii :)

Bu yüzden, şimdiki aklım olsaydı Defne'yi kalıplara sokmak için bu kadar uğraşmazdım, biraz daha rahat olmaya çalışırdım, onu asla asla diğer çocuklarla kıyaslamaz sadece güvendiğim çocuk doktorunun dediklerine ve Defne'nin beden/zihin faaliyetlerine- gelişimine kendimi verirdim. Bir de "dır, dir"li şablonları diretenlerden uzak kalırdım. Yok efendim "şu saatte yatırırsan bu saatte kalkar", "şunu verirsen yer bunu verirsen yemez" ... Biraz itiraz edince "ama ben başarılı oldum bu dediklerimi yapınca, Defne'nin öyle olmaması senin kabahatin" direnişleri...

Hayır arkadaşım diyorum artık bu laflara. Bireylerin ne karakterde olacağı, alışkanlıkları, davranış modelleri şablon değildir, yıllar içinde de değişir. Bu yüzden blogumda öyle bilmiş, büyük laflar kullanmamaya özen gösteriyorum, deneyip iyi sonuç elde ettiğim şeyleri "tavsiye "olarak yazıyorum. Kesinlikle "mutlaka yapılmalı, yapılmazsa olmaz" ya da "bunları uyguladım, başardım" demiyorum. Çünkü biliyorum ve ısrarla söylüyorum ki farklıyız, farklıııııı ve ortada başarı ya da başarısızlık yok, sadece ve sadece tür tür insan var !

7 Mayıs 2013 Salı

Portakallı Enginar (zeytinyağlı)


Baharın en sevdiğim yanı enginarı soframıza getirmesi. Gerçi bollaştığında buzluğa atıp kışın yeme imkanı da var, ama mevsiminde kütür kütürken yemesi kadar güzeli yok, öyle değil mi?

Geçen sene Defne'ye kıymalı enginar pişirirdim, yerdi. Bu seneyse enginarı portakal suyuyla zeytinyağlı olarak pişiriyorum. Yanına ızgara köfte ve sade boncuk makarna yapıyoruz. Defne de ben de enginarın bu halini daha çok seviyoruz. Babayı maalesef henüz alıştıramadık.

Klasik limonlu versiyonu yerine, portakallı halini de denerseniz beğeneceğinize eminim, portakal suyu ekşilik yerine hafif mayhoş bir tat veriyor, yemeğin suyu da portakal renginde dikkat ederseniz, suyu az koyuyorum böylece ağdalanıyor, ekmek batırması daha keyifli oluyor. Yazarken bile canım çekti desemmmm :)

Malzemeler:

- 2 enginar
- 1 kuru soğan
- 1 havuç
- 1 patates
- 1 avuç bezelye
- 1 portakalın suyu
- 1 kesme şeker
- Yarım avuç pirinç
- Zeytinyağı
- Tuz

Yapılışı:

Zeytinyağını tencerenize alın. Yemeklik doğradığınız soğanı ve bezelyeyi ekleyin, üzerine çok az su koyarak pişirmeye başlayın.

Bu arada havucu soyup küp küp doğrayın. Portakalın suyunu sıkın. Havuç ve portakal suyunu tencereye ilave edin.

Tenceredeki su kaynamaya başladığında yıkayıp küp doğradığınız enginarı ve yine küp doğradığınız patatesi ilave edin. Üzerine pirinci serpiştirin. Şekeri atın, tuzunu ayarlayın.

Sebzelerin üzerini tam örtecek kadar sıcak su ilave edip kısık ateşte pişirin.

Afiyet olsun !

Not: Defne'nin çocuk doktorundan öğrendiğim en önemli bilgilerden biri " yemeği sakın kavurma". "Kavurdukça vitamini/besleyici değeri azalır" oldu. Bu yüzden yemek yapış şeklimden kavurmayı kaldırdım, lezzetinde eksilme olmadığı gibi sanki daha hafif ve sebzelerin tadı daha net diyebilirim. Tavsiye ederim...

2 Mayıs 2013 Perşembe

Sebzeli Dizme

Sebzeli dizmeyi televizyonda bir yemek programında gördüm. Hem pratik hem sağlıklı olduğu için, tam da mevsiminde yapmaya karar verdim. Köfteyi kızartma olarak seven eşim bile bayıldı. Kesinlikle tavsiye ederim.


Yanına pirinç pilavı bence daha çok yakışır ama ben öğlenden kalan makarnayı tercih ettim. Dolapta yemek varken üstüste yapmayı sevmiyorum. Çoban salata ya da cacık da harika olur.

İlk yapışım olduğundan sebze miktarını tam ayarlayamadım bu yüzden de elimde kalan sebzeler oldu. Onlarla da zeytinyağlı sebze sote yaptım. Birara onu da yayınlarım. Kullancağınız tencere ve kişi sayısına göre malzemelerde ayarlama yapmalısınız.

Bir de taze domates yerine kayınvalidemin geçen yazdan hazırladığı konserve doğranmış domatesi kullandım. Taze domates de salçalı sos da kullanılabilir.

Sebzeli dizmenin sadece patlıcanlı versiyonu da varmış "Patlıcan dizme" diyorlarmış, benim bildiğim ismiyle Kazan Kebabı'dır. Onun tarifi de linkte.

Malzemeler:

- 1 patlıcan
- 1 kabak
- 1 ya da 2 patates
- 2 ya da 3 çarliston biber
- 2 ya da 3 diş sarımsak
- Domates
- Köfte (her zamanki tarifinizle)
- Tuz, isterseniz kekik
- Su
- Sıvıyağ

Yapılışı:

Patlıcanları alacalı soyup 1,5 parmak kalınlığında yuvarlak olarak dilimleyip tuzlu suya koyun. Bu sırada, patatesi soyup yuvarlak dilimleyin. Kabağı patlıcanlardaki gibi yuvarlak dilimleyin. Çarliston biberin çekirdeklerini çıkarıp irice doğrayın. Sarımsakları soyup irice doğrayın. Domatesi rendeleyin ya da küp doğrayın.

Patlıcanları tuzlu sudan çıkarıp yıkayın ve suyunu sıkın.

Karnıyarık ya da pilav tenceresini sıvıyağ ile yağlayın. Kenardan başlayarak köfte+patlıcan+biber+patates+köfte.... şeklinde sırayla dizin ve tencereyi tam olarak doldurana kadar dizme işlemine devam edin. Aşağıdaki görüntü ipucu verebilir.

Tuzunu ayarlayın. Domatesi ve pişirmeye yetecek kadar suyu ilave edin. Kekik serpiştirin. Kısık ateşte pişirin.


Servis sırasında dizili şekli bozmadan tabağa almaya çalışın (biraz zor oluyor :)

Afiyet olsun !


 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac