Üniversiteye kadarki öğrenim ve özel hayatım hep "ben" gibi, "ailem" gibi tiplerin arasında geçti. Yani dini, dili, ırkı ne olursa olsun "aydın", liberal ve demokrat insanlar, gelişime ve değişime kapalı olmayan, inançlarını kendi içlerinde yaşayan, kimsenin kimseye karışmadığı sıradan vatandaşlar.
Üniversiteye başladığımdaysa "gerçek" dünyayla tanıştım. Gün be gün, fakülteye gidip geldikçe, gözlemledikçe, olayların içine girdikçe ya da gir(e)meyip dışardan baktıkça, bilmediğim, bana yabancı gerçeklerle, aslında bu ülkenin gerçekleriyle tanıştım.
96'da birinci sınıfın ilk dersindeydik. Anayasa hukukuydu. Lise psikolojisiyle amfimiz hınca hınç doluydu, neredeyse 300 kişiydik. Hocamız İbrahim Kaboğlu kürsüye çıktı, kendisini ve dersin içeriğini anlattıktan sonra her birimizin sırayla kendini tanıtmasını istedi. İsmimizi, hangi ilden geldiğimizi ve mezun olduğumuz liseyi söyleyecektik. Amfinin en arkasından başlandı. Aynı "memleketten" gelenler bir olmuşlar, yanyana oturmuşlardı. Aha da işte benim gibi "İstanbul"luların bilmediği "memleket" kavramına merhabaydı benim için. Sonrasında beni ürperten ve garipseten diğer gerçeklik, sınıfımın büyük kısmı imam hatip lisesi mezunuydu. Yani aslında imam ya da hatip olmak için eğitim almış, lise öğreniminin ağırlığı "dini" içerikli olan genç arkadaşlardı. Oysa bu fakülte hukuk fakültesiydi, sonu hakim, savcı ya da avukat olarak bitiyordu. Başka meslek liseleri bu kadar ağır basmamıştı, ne bileyim elektrik, muhasebe vs liselerinden kimse yoktu ya da dikkat çekecek kadar yoktu, varsa yoksa imam hatip.
Biz birinci sınıf çömezlerinin etrafında hemen biten, "kıdemli" gruplar başladı sonra. Yeni gelenleri, kendi aralarına çekmek isteyen "dinciler" ki kendilerine "müstakil hukukçular" adını takmışlardı, ülkücüler, solcular.... Prensip olarak ülkücülere ve solculara yakındım ilk başlarda. Hem ülkemi seviyordum hem de sosyalisttim, ki halen de öyleyimdir, ama gün be gün olayları yaşadıkça kendimi bu iki gruba da çok uzak hissettim. Çünkü her ikisi de ailemin bana öğrettiği Atatürk milliyetçiliğini ve sosyalizmi taşımıyordu.
Üniversite yıllarımda katıldığım tek protesto gösterisi, amacından sapıp çok farklı noktalara geldiğinde ve bundan sonra uzaktan gözlemlediğim tüm protestoların (öğrenci olaylarının) tabanında yatan her bir uç noktanın ortak tek özelliğinin Atatürk'ten nefret etmeleri olduğunu gördükçe siyasetten, radikalizmden iyice uzaklaştım ve soğudum. Bu okuduğunuzdan sakın ola ki, "inançlı" insanlar/ ülkücüler/ solcular Atatürkçü değildir ve asla olamazlar sonucunu çıkarmayın, ben sadece kendi yaşamsal değerlendirmelerimden hareketle, "radikal"lerden, yani uç noktalardan bahsediyorum.
Evet, her bir farklı uç nokta Atatürk'ü sevmiyordu, alenen ya da gizlice. Çünkü Atatürk kurduğu sistemde hiçbirine üstünlük tanımamış, ortaya koyduğu "milliyetçilik, "sosyalizim" gibi kavramlarla tüm halkı kucaklamaya çalışmıştı. Diktatörlükle suçlanan bu adam, çağının "diktatörleri" gibi kişisel hırslarına kurban olmadığı gibi halkını da kurban etmemişti. Bunlar benim düşüncelerim tabii.
Biz üniversitedeyken 28 Şubat süreci yaşandı, üniversitelerde türban yasağı uygulandı vs vs. Türbanlı arkadaşlarım vardı ve bir çoğu yasakla beraber türbanlarını çıkarıp girmişlerdi sınıfa, hatta mezun olduktan sonra tekrar "kapan"mamışlardı. Bir tek Elif, kara çarşafıyla sınıfa gelen bu arkadaş, sonrasında peruk takarak öğrenime devam etti, hep düşündüm, bu "yüzünü kitaptan kaldırıp hocaya bile bakamayan, çekingenlikten öte" arkadaş yarın bir gün savcı, hakim makamına nasıl oturacak ya da avukat olup nasıl savunma yapacak diye....
Müstakil hukukçular grubuna baktığımda dikkatimi çeken, bu grupta "kız" olmamasıydı. Bu görüşü destekleyen kızlar sessiz sedasız gelirler, okurlar ve giderlerdi. Erkekli, kızlı hareket etmezdi "dinci"ler. Hatta biraraya gelip yüzyüze konuşan iki farklı cinsi de görmedim diyebilirim. İşte o zaman, bir hukukçu kimliğinin böyle mi olması gerektiğini düşünmüştüm mesela. Erkek ve kadını yanyana kabul edemeyen, kesin çizgilerle ayıran bir kimse ilerde avukat, hakim ya da savcı olduğunda nasıl karar verecek, hareket edecek, adalete yön verecekti. Üstelik o adalet ki,
mülkün temeli.
Sonrasında malum Alparslan Arslan. Biz onunla aynı sınıftaydık, çocuktaki gelişimi, kaymayı uzaktan gözlemlediğimi ve danıştay saldırısıyla resmin netleştiğini söyleyebilirim. Müstakil hukukçulara "yakın" olan bu arkadaş, gelir giderdi derslere. Diğer arkadaşları gibi sessiz, sakin, derinden bir tipti, en azından dış görünüşü öyleydi. Sonraları sınıfa gelmesi seyrekleşti, hatta en son gördüğümde gözleri kan çanağına dönmüş bir haldeydi. Ya sabaha kadar ağlamış ya da uyumamış gibi bir görüntüsü vardı. Demek, "büyük abilerin" kucağına işte o yıllar, belki o günler düşmüştü.
Müstakil hukukçular grubunda anlam veremediğim türde arkadaşlar da vardı. Bunların sayısı nispeten azdı, hatta acaba yanlış mı değerlendiriyorum, gerçekten "dinci" değil mi bunlar diye düşündüğüm oluyordu arasıra. Çünkü bunlar, diğerlerinden farklı olarak sınıfta kızlarla yanyana oturabiliyordu, yıllık komitesinde çalışıp, "kızlı-erkekli" okul gezileri düzenleyebiliyor, kantinde kızlarla çay içebiliyorlardı. Bu "değişik" hareketleri yüzünden hem "müstakil" arkadaşlarına hem de "bize" tam yanaş(a)mıyorlardı. Benim en çekindiğim arkadaş türü buydu işte. Hakikaten ne olduğu belli olmayan, "her dalda oynayan", gerçek niyetini çözemediğim....
Zamanla "cemaat" kavramı girdi hayatıma. Basından takip ettiğim kadarıyla ve sonrasında okuduğum
Şakirt kitabıyla yüzeysel olarak tanıdığım ve nedense beni en tedirgin eden kısım. Kitabın yazarı Barış Müstecaplıoğlu ile bir dönem aynı kurumda çalışmış olmamız da ilginç bir tesadüftür.
Yıllar geçti, "minareler süngümüz" diye başlayan şiirler, "kanlı mı olacak, kansız mı olacak" demeçleri, "demokrasi amaç değil araçtır" söylemleri ardından bir şekilde AKP iktidar oldu. Vatanın kaleleri birer birer fethedilip,"babasının malı gibi" varımız yoğumuz satılırken, Andersen masallarıyla dolu iddianameler esas alınarak astığım astık kestiğim kestik bir hukuk düzeni almış başını gidiyorken, ben ve benim gibiler hep izlemedeydik, tedirgin bir bekleyiş, ta ki malum Gezi olaylarına kadar. Tam da sesimizi duyurduk, biz de varız derken, olaylar duruldu, demek ok hedefini bulmamıştı.
İktidar boyunca tüm "müstakil" görüşlüler aynı çatı altında toplanmıştı, ama bugün anlıyorum ki bu buluşma da bir yere kadarmış. Çıkarların çatışmaya başlamasıyla, çözülmeler de kendini gösterdi. İzleyen gözler, hisseden kalpler, analiz yapan akıllar zaten sinyalleri çok önceden hafif hafif alıyordu. Gülen'in Gezi olaylarına destek vermesi, iktidar içindeki "çatlak" sesler, facebook'tan takip ettiğim "müstakil" arkadaşlarımın birbirleriyle laf dalaşına girmeleri, hatta bir kısmının Gezi olaylarına aktif olarak katıldıklarını itiraf edip, düne kadar yere göğe sığdıramadıkları AKP'nin "faşizan" bir tavırda olduğunu beyan etmeleri.... Ve derken bu sabah, bugün... Onlarca gözaltı, iddia makamında savcı Zekeriya Öz'ün yer alması, Hakan Şükür'ün hiç de sürpriz olmayan istifası......
Taşlar elbet yerine oturacak. Ama o ana kadar, aynı paydadan gelen ve ortak noktaları Atatürk'ten nefret etmek olan bu iki grup birbirinin ne kadar kirli çamaşırı varsa serecek. Ve maçı alan, faaliyetlerine kaldığı yerden devam edecek. Ta ki??? Ta ki BOP gerçekleşene kadar mı, ta ki şeriat gelene kadar mı (ki buna artık inanmıyorum), ta ki ülke bölünene kadar mı? Resmin bundan sonrası benim için tamamen karanlık..... Gözlerim görmeyecek, kalbim hissetmeyecek, aklım çalışmayacak kadar karanlık....
Bu son gelişmeler, beni zerre kadar sevindirip umutlanmıyor. İsterdim ki, gidişata dur diyen cumhuriyetin "gerçek" sahipleri olsaydı. İşin ilginç tarafı, kimin masum kimin suçlu olduğunu da bilemiyorum, çünkü "anayasayı bir kez ihlal etmekten birşey olmaz" zihniyetiyle ilerleyip, düzmece delillerle insanların yıllardır hapislerde süründüğü bir ülkede hukuka ve adalete inanç da kalmıyor. İşte bu yüzden, "çamur at izi kalsın" mantığıyla hareket edip, 4 yıl içerde tuttuğunuz bir insanı aniden salıvermekle vicdanlarda gerçek "adalet" sağlanmış da olmuyor.
Özel hayatında iftiraların en ağırlarına maruz kalmış, çamurlar atılmış ve izleri ömrüm boyu benimle gelecek bir insan, ardından bir hukukçu olarak, hep şunu derim. "Gerçek adalet, herkes için, hemen şimdi."
Sıradan bir vatandaş olarak, bir yanda filler kapışırken ezilen çimenleri düşünerek içim buruluyor. Van'daki depremzedeler, doğuda kardan kapanan yollar, Trakya'yı basan sel, sokak çocukları, yıllarca çalışıp emekliliğinde maaş kuyruğunda ölenler...... ne çok "acı" ve "gerçek" derdi var bu ülkenin....
Düşünce olarak geldiğim son noktada hayat felsefem şudur; din, dil, ırk ne olursa olsun, zaman ve mekana göre değişmeyen ve asla tartışılmaz evrensel değerler vardır. Bu değerler, insanlığın ortak paydası, yapı taşlarıdır. Çoğaltabilirsiniz, ama azaltamazsınız. İyilik, doğruluk, vefa, adalet, yardımlaşma, paylaşma, sevgi, saygı..... Amma velakin dünya döndüğü ve üzerinde insan cinsini barındırdığı sürece bunları sağlayamamışken, ortak bir zaman dilimini paylaştığımız bu günlerde işlerin değişmesini beklemek nafile Pollyanna'cılık olmuyor mu?
Arkadaşım, maç kaç kaç? Yeni yılda asgari ücret ne kadar olacak? Eğitim sistemi yine değişecek mi? FSM gişelerini daha erken düzenleyemez misiniz, trafik berbat buralarda....... ha bu arada Defne de kaldırdığı öğlen uykularını yerine koydu, yazdan bu yana da 2 cm uzamış...
Belki en iyisi, "küçük" dünyaların "büyük" olaylarını anlatmaya devam etmek, kim bilir?