Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



31 Mart 2014 Pazartesi

"Kazan"sak da "Kaybetsek de

Genel seçim havasına bürünmüş yerel seçimler sonunda bitti, sonuçlar açıklandı, öyle böyle derken durum ortada, tekrar yazmama gerek yok. Hazır seçim yasakları da sona ermişken ve en azından belirsizlik ortadan kalkmışken hissiyatımı açıkça yazabilirim artık.

Ben, bir istisna hariç tüm seçmen hayatım boyunca yaptığım gibi yine CHP'ye oy verdim. Bunun nedeni, klasik "oylar bölünmesin" niyetimdi, yoksa CHP'ye, izlediği politikaya, vaadlerine inanmışlığım, bağlanmışlığım, bayıldığım yok. İtiraf edeyim, seçim sonuçları beni üzmedi, şaşırtmadı. Zaten beklediğim sonuçlar çıktı sandıklardan, açıkçası AKP'nin oy oranında da çok büyük bir düşme beklemiyordum. Nedenlerine, sonuçlarına ve düşüncelerime gelirsek:

Bizim evde televizyon seyredilmez pek, bu yüzden CHP'nin ve AKP'nin seçim reklamlarını çok son dakika gördüm. Hani tüm adayların birlikte şarkı söyledikleri ve diğerinde yere düşen bayrağın kaldırıldığı reklam. Partilere odaklanmayıp reklam içeriklerine baktığımda beni can evimden vuran tabii ki AKP'nin reklamıydı. Bu topraklar maalesef huzurla şarkılar söylenen topraklar olmadı hiçbir zaman, hep savaş, gözyaşı ve acı oldu buralarda. Ve işte o an kendi kendime "bitti bu iş" dedim.

Ben, insan olarak gözlemciyimdir, analizciyimdir, az konuşurum çok dinlerim, ağızdan laf almayı, niyetimi göstermeden niyeti anlamayı çok güzel hallederim (evet bu konuda mütevazi olmayacağım). Hiçbir zaman kendi gettolarımda yaşamam. Temas ettiğim farklı kesimlerden bir dolu insanın AKP'yi desteklediklerini içten içe, dıştan dışa fark ettim, ediyorum. Aynı şekilde facebook hesaplarına misafir olarak girdiğim, bloglarını okuduğum bir dolu insanın kafasındakini de analiz ettim. Sonuç AKP'ydi.

AKP'ye oy veren kesimin en nefret ettiği şey; kendilerine "koyun, makarnacı, vatan haini, böcek kafalı .... vs." yakıştırmalar yapılması. Sırf bu yakıştırmalara inat AKP'ye oy veren var. Çünkü adam, hakaretten bıkıyor ve sandıkta şunu göstermeye çalışıyor "sen, beni saymıyorsun ama neticede ben kazanacağım" ve sonuçta kazanıyor. Karşı kesim de kızma birader oyununda kaybeden çocuk gibi mızıklanıp, hakaret etmekle kalıyor. İşte bu yüzden hakaretamiz sözler bir kenara bırakılmalı.

AKP'ye oy veren kesim, sanıldığı gibi eğitimsiz, bilgisiz, çaresiz değil tamamen. Üniversite yıllarında sınıf arkadaşım olan hali vakti gayet yerinde avukatlar, çeşitli kademelere gelmiş savcılar vs bir dolu mürekkep yalamış insan oyunu AKP'den yana kullandı. Bu yüzden "eğitim şart" edebiyatı da çok fazla işlemiyor, Erbakan hocanın profesör olduğunu hatırlatmanın da zamanı geldi sanırım :)

AKP'ye oy veren kesim, sadece muhafazakarlar değil. Tepki oyları da alıyor AKP. Muhalefet partilerinin anlamsız şekilde birbirini yemesinden bıkan, "lafa değil icraata bakan" bir dolu seçmen de var aralarında. Son olarak Bahçeli'nin CHP'ye bir müdahalesi vardı, "Bozkurt işaret öyle yapılmaz" diye. Şimdi otusunlar, bozkurt işareti nasıl yapılıyormuş tartışsınlar.

AKP'ye oy veren kesim tamamen, yolsuzlukları desteklemiyor ya da yolsuzluklara karşı değil. Oy verenlere, çıkan kasetler, görüntüler söylendiğinde verdikleri cevap "önceki iktidarlar da yedi, bunlar en azından hizmet ediyor, biraz da bunlar yesin" oluyor. Reklamlardaki gibi sadece icraata bakıyorlar. Ya da bunların yalan olduğuna inanıyorlar.

En can alıcı noktaları "açılım". AKP'ye oy verip, vatan bütünlüğünü, şehit-gazi hakkını biraz düşünen bir gruba, açılım nedir, AKP doğuda neler vaad ediyor dediğinizde işte buna cevap veremiyorlar. Çünkü onlar da bilmiyor, bir kısmının içine sinmiyor olanlar. Ama orada da şöyle teselli buluyorlar; "Açılım ne olursa olsun, en azından şehit cenazeleri gelmiyor." Hatırlarsınız birileri demişti - ne zaman ki Ataköy Camii'nden şehit cenazesi kalkar işte o zaman terör biter-  diye. Bilmem ne anlatabildim ?

AKP'ye oy verenlere en son söylenebilecek ve ikna edilebilecek nokta Atatürk ilke ve inkılapları. Benim analizime göre bir çoğu bunları desteklemiyor bile. Çok üzülerek söylüyorum, benim latin harfleri inkılabnı desteklemeyen avukat arkadaşım var. Erdoğan'ın seçim öncesi söylediği gibi "10. yıl marşı karın doyurmuyor."

Bu kesimi,

- yolsuzluk kasetlerinden çok (afedersiniz) seks kasetleri etkiliyor. Baykal hakkında çıkan bir tek seks kasedi sonrası neler olduğunu unutmayalım.

- "kızlı erkekli", "benim türbanlı bacım", "camide bira içtiler" edebiyatı etkiliyor.

AKP'ye oy veren kesim, 28 Şubat'ı unutamıyor. 28 şubat, getirilen tedbirler, türbanlı kızların kapı önlerinde ağlamaları hafızalardan silinmedi, o süreçte yaşananlar bu kesime çok büyük bir dert oldu ve çok tepkililerdi. Şimdi sıra onlarda, dolayısıyla ellerinden geldiğini ardlarına koymayacaklar.

Dolayısıyla AKP'nin "benim türbanlı bacım" edebiyatı hala ve hala çok güzel prim yapıyor. Bu kesime oy verenler, CHP iktidara geldiğinde 28 Şubat sürecini ve hatta daha kötüsünü yaşayacaklarına adları gibi eminler. İşte bu yüzden "gemicikler, "kasetler", hatta "açılım", rezalet giden dış politika onlar için çok da önemli değil.

Oysa AKP'nin türban konusunda çok büyük bir açığı var ki, bunu muhalefet kapatabilseydi belki rüzgar tersine dönerdi. AKP'li biriyle konuştuğumda 28 Şubat süreci konusu açıldığında ona şunu söylüyorum ve çoğunlukla cevap alamıyorum:

" İyi güzel, AKP 12 yıldır iktidarda, üstelik dediğiniz gibi % 50 kabul edelim. Peki türbanlı kadınlar için gerçekte ne yaptı? Dediğiniz gibi artık üniversiteye girebiliyorlar, belli sektörlerde çalışabiliyorlar ama bunun dışında ne sağladı bu kadınlara? Kabinesinde türbanlı bir bakan yok, son seçimlerde Konya'nın Karaman ilçesi dışında türbanlı bir ilçe belediye başkanı yok,büyükşehir belediye başkan adayı ise hiç yok, AKP'ye yakın özel şirketlerin üst yönetim kadrolarında türbanlı kadın yok, bu şirketlerin alt kadrosunda çalıştırılan kadınlar acaba aynı pozisyondaki erkeklerle aynı sosyal ve maaş haklarına sahip mi?..... vs Yani türbana özgürlük de bir yere kadar veriliyor. İşlerine geldiği yere kadar". 

AKP'ye oy veren bir kısım insan da, evet bunu bir çıkar karşılığında yapıyor. İster makarna edebiyatı deyin, ister ihale ayrıcalıkları deyin, ne derseniz deyin. "10. yıl marşı karın doyurmuyor" sözü burada da gayet geçerli.

Sözün özü, bu son seçimlerden çıkarılacak çok ders var. Muhalefetin acilen oturup toplum mühendisliğine soyunması, ülkemizdeki insan profilini, beklentileri, öncelikleri, ihtiyaçları iyi analiz etmesi ve 1 yıl kalan genel seçimlere hazırlık yapması gerekiyor. Bizler bireysel anlamda, konuşarak, hakaretamiz ifadelerden uzak durarak, ikna yoluyla yardım sağlayabiliriz. Umutsuz olmaya asla gerek yok, unutmayalım ki bu sonuçlar aslında son 12 senenin sonucu değil, çok çok uzun yıllardır, sabırla, dişle, tırnakla kazına kazına gelen sonuçlar. Kendi gettolarımızda yaşayarak, sadece bizim gibi düşünen insanlarla temas ederek birşeyleri değiştiremeyeceğimizi anladığımız gün, kazanmaya başladığımız gün olacaktır.

Daha iyi yarınlara, hep beraber !  



 ***** Kendi gözlerinizle analiz etmek isterseniz, örneğin buradaki linki ve özellikle gelen yorumları okuyun. Oku, oku, oku... bilmem anlatabildim mi sevgili takipçim???   



29 Mart 2014 Cumartesi

Kıymalı Makarna & Oradan Buradan

Kıymalı makarnanın da tarifi olur muymuş diyor musunuz? Bilene kolaydır herşey, lakin mutfakla haşır neşir değilseniz tarife ihtiyaç vardır. Çok hızlıca anlatmak gerekirse, bir tarafta makarnayı tuzlu suda haşlarken diğer yanda küp kesilmiş soğan ve kıymayı az yağda kavuruyoruz, kavrulmaya yakın mevsimiyse rendelenmiş domates değilse salça ekliyoruz, biraz makarnanın suyundan ilave ederek kıymalı harcı pişiriyoruz. Tuzunu, karabiberini ayarlıyoruz. Yumuşayan makarnaları delikli kepçeyle servis tabağına alıp üzerine kıymalı sosu döküyoruz. Dileyen doğranmış maydanoz da koyabilir tabii :)

Fotoğraftaki gibi bir sphagetti yemeyeli kaç yıl oldu hatırlamıyorum. Defne, sofraya oturduğundan beri kolaylık olsun diye ya boncuk makarna ya da mantı makarna yiyoruz. Sphagettiyi servis etmek çok zor oluyor.

Bugün cumartesi, yarın seçim var. Heyecanlı ve biraz da gerginim. Defne sağolsun erken uyanır sabahları, bu yüzden kahvaltı eder etmez doğrudan sandığımıza gidebiliriz, herhalde en geç 9 gibi görevimizin başındayız. Sonrasında bekleme, klasik pazar günü telaşları derken,

Pazartesi biliyorsunuz saatler ileri alınacak. Blogumu takip edenler biliyor, saatlerin bir ileri bir geri alınması bizim haneye hayır getirmez pek. Yeni rutini oturtmak zor oluyor her sene.

Defne iyileşti gibi ama dün aniden burnu akmaya başladı yine, oysa tüm hafta evdeydik, arada bahçeye çıkmalarımızı saymıyorum, dinlendi, uyudu, evdeki tüm çarşafları havluları vs değiştirdim ama ne hikmetse dün yine başladı hapşırmalar, mendille aşk yaşamalar. Anlamadım gitti, bu kış (artık bahar mı deyim) bir an evvel geçsin havalar mevsim normallerinde olsun başka bir isteğim yok. Haftaya yuvanın programı harika, uğur böceklerini inceleyeceklermiş. Şarkılarla, el işi faaliyetleriyle filan, inşallah iyileşir de katılır grubuna.  

Ben, kendim olarak ne alemdeyim işte o tam bir muamma, geçen gün yazdıklarımdan ben bile utanıyorum, hatta düşünüyorum yazıyı kaldırsam mı blogdan diye, ama gerçekliğim karmakarışık. Çözüm üretmek yine benim elimde ama bir basiretsizliktir aldı yürüdü bende. Defne'ye çok endeksli yaşadığım için o hastayken iyice dibe vuruyor moralim, silkinip başka şeylere odaklanamıyorum, sanırım çalışmaya ara vermemin en kötü yanı da bu oldu. Kafamı dağıtamıyorum.

Evet efendim şimdilik benden bu kadar. Yarın pazar, evde küçük çocuğu olmayanlar benim için şu sphagetti'den yapıp çatlayana kadar yesin lütfen.................

27 Mart 2014 Perşembe

Bu, "ben" miyim??

Bugün akşam üzeri basına yansıyan son gelişmelerin ardından iyice sıyırmış olacağım ki, eşimin akşam eve gelmesini, gelip de Defne'nin başında durmasını iple çektim. Akşamın o saatine kadar da tüpçüyü, sucuyu organize edip, alışveriş listemi hazırladım. Ateşlenmeye hazır roket gibi bekleyişim eşimin eve gelmesiyle sona erdi ve ben apar topar, saç baş bir yanda, sapsarı bir benizle markete yollandım.

Marketin girişinde, eski işyeri servisimden çok sevdiğim iki arkadaşıma rastladım. Sarıldık, öpüştük derken Defne'nin resmini göstermem, kızların miniğime bayılmaları, hepimizin kendimize göre fiziksel değişimlerimizi fark etmemiz vs laf lafı açtı, gündeme geldi konuşmalarımız. Yarı fısıldar konuşurken yaşlıca bir amca konuşmaya dahil oldu, son çıkan tape ve yasaklama, borsa düştü, dolar euro fırladı filan, bu arada kendimi tutamadım, içimdekileri birbir döktüm ortalığa. Apar topar, neredeyse ev kıyafetlerimle markete yollanmamın nedeni, bir şekilde evden çıkamayacak duruma gelirsek bir hafta 10 gün kadar yiyecek içecek birşeylerimiz olsun kaygımdı.

Normal şartlarda aklı selim bir insanımdır, ama bu kez kendim de kendime şaşırmıştım işte. Sonuçta "hayal" bile etmediğim, "doğru olmaması için" içten içe dua ettiğim son tape'in gerçek olma ihtimalinde ya da Ahmet Hakan'ın "iç savaş çıkabilir" gibilerinden bir yazısını okuduktan sonra ve seçime 3 gün kala artık harap olan sinirlerim beni bu hale getirmişti. Defne'nin yine hasta olmasını, bu son haftayı eve tıkılı geçirmemi ve çok sevdiğim Muhteşem Yüzyıl'ın da artık "alın şunun kellesini" içeriğine bürünmesini saymıyorum tabii :)

Konuşmaya dahil olan amca, gayet endişeli ama bir o kadar da hak verir bir ifadeyle, "bana gençliğimi hatırlattınız, annem de dönem dönem beni bakkala yollar, aman evladım ortalık karışabilir diye türlü türlü erzak aldırırdı" demesin mi? Üstüne de "sizi bu yaşta bunları düşündürenler utansın" demesin mi? Hiç tanımadığım, hayatımda ilk kez gördüğüm bu adam beni yürekten anlamıştı işte ve delirdiğimi düşünmemişti bile.

Yıllar sonra arkadaşlarımın beni yarı deli bir halde görmeleri mi, görüp de konuştuktan sonra hak vermeleri mi, yaşlı amcanın anlattıkları mı, markette alacağım bisküvi paketlerindeki "GDO" lu mısır içeriklerinden tiksinmem mi, eve dönünce eşime evimizde yasaklı yayın olup olmadığını sormam mı, nereden devam etsem, nasıl bitirsem bilemiyorum....

Söyleyebileceğim son şey şudur; bu, "ben" değilim, olmamalıyım, bu kadar endişe, bu kadar telaş, bu kadar belirsizlik, güvensizlik, çivisi çıkmışlık fazla. Artık yüreğim yeni tape'leri, video'ları, yasak'ları, seçim propagandalarını kal-dır-mı-yor.

İşte bu yüzden evdeki tüm elektronik aletlerin fişini çekip, beynimi de rafa kaldırmak istiyorum. Lakin huyum kurusun, merakım buna izin vermiyor.....

Sözün kısası, ey okuyucu bir plan yap. Olmaz deme, olmaz olmaz. Mesela mutfak tüpünü yedekle (biliyorum pahalı ama seçimden sonra zam gelecek diyorlar), aynı şekilde içme suyunu ve temel gıdalarını da birazcık stokla, çamaşırlarını yıka, varsa arabana benzin doldur, ecza dolabını gözden geçir, çocuğun varsa elektrik kesintisinde onu oyalamak için alternatifler düşün ....vs vs.

Tüm bu yaşadıklarımın ardından, eşimin güzide lafı akşamıma noktayı koydu; "kendini bu kadar paralamasaydın keşke, Defne zaten yemiyor, 1 hafta açlığa dayanırdı".

Haydin iyi geceler Türkiye'm .......

   

25 Mart 2014 Salı

"Eyvah" Çocuğum Büyüyor !?!

Anne baba olarak çocuklarımız büyürken neler hissediyoruz? Doğdukları günle, geldikleri bugünü kıyasladığımızda aradaki değişim, gelişim bize ne hissettiriyor? Ya da ne hissettirmeli?

Geçenlerde, elime geçen bir dergide okuduğum bir yazı çok hoşuma gitti. Kaynak ve yazar göstermek gerekir biliyorum ama maalesef dergi küçüğümüzün hışmına uğradı ve atılmak zorunda kaldı. Okuduğum yazı, "anne-kız çocuk ilişkisi"ni temel alarak kaleme alınmış olsa da bence genelleme yapılarak ana,baba- çocuk ilişkisi babında okunup değerlendirilmesi gereken bir içerikteydi.

Özetle ve hatırladığım kadarıyla şöyle diyor yazı;

" Çocukların ergenliğine kadar ana,baba- çocuk arasında hiçbir sorun yokmuş gibi görünür. Evlat, içinde bulunduğu koruma-kollanmadan gayet memnundur. Başı derde düştüğünde ailesinin yanına koşar ve gerekli desteği alır. Ana- babası gibi davranmak, çocuk için büyük bir heyecandır. Annesi gibi ruj sürmek, babası gibi kahve içmek vs ile onlara öykünür. İlkokul döneminde de herşey yolundadır aslında. Anne ve baba her daim çocuğuna birşeyler öğretmekte, çocuk da bunları büyük ölçüde benimsemektedir. Ne var ki çocuk, büyümektedir. Ana-babasından ayrı bir birey olduğu gerçeğiyle tanışır, evinin dışında başka, keşfedilmeye hazır, merak uyandıran kocaman bir dünya vardır. 

Bu durum ana-babayı paniklettirir. Küçük, tatlı çocukları artık büyümeye, onu koruyacakları, kollayacakları, idare edecekleri sınırları zorlamaya başlamıştır. O güne kadar büyük ölçüde kendilerini dinleyen, fikir danışan, ana-babasına hayran çocuk bir anda (aslında belli bir süreç içinde) bambaşka bir gerçekliğe dönüşmüştür.   

Böylece ana-babanın gücü, kollaması, fikirleri reddedilmeye, önemsenmemeye başlar. Bazı ana-babalar bu aşamada kıskançlık duyarlar. Artık kendileri yaşlanıyor, hayat sahnesinden silinmeye yakınlaşıyorken çocukları dünyaya yeni merhaba diyordur. 

Ana-baba, artık çocuklarının hayatının merkezinde değildirler. İşte kırılma noktası da budur. Ya ana-baba, çocuklarının bağımsız bir birey olduğunu kabul edecek ya da aksini sürdürüp çatışma ortamı yaratacaktır. Ebeveynler işte bu noktada, çocuklarıyla ilgili kurdukları hayallerin aslında kendi hayalleri olduğunu kabul etmelidirler............." 

Hani derler ya, "ne çabuk geçti zaman, keşke bu kadar hızlı geçmeseydi hiç kıymetini bilememişiz, yavrumuz kuş oldu uçtu gitti yuvadan vs vs..." Ya da bize denir ya "bunlar iyi günleriniz, büyüyecek, kendi düzenini kuracak vs vs...."  Bence hayatın en güzel gerçeklerinden, dönemlerinden biri insanın, çocuğunun büyüdüğünü, kendine özgü bir hayatının olduğunu görmesi. Evet bu hayat, belki çocuklarımız için hayal ettiğimiz, olmasını istediğimiz hayat değil, ama kabul etmeliyiz ki, bizler de kendi ana-babalarımızın hayallerini yaşamıyoruz. Çocuk aslında dünyaya geldiği o ilk andan itibaren bağımsız, ne kadar aksini düşünsek de, acıktığı saat, uyumak istediği saat, onu mutlu eden şeyler/insanlar bizim kendimize ait olanlardan ne kadar farklı, evet benzerlikler var ama mutlak birebir örtüşen bir durum asla, asla yok. Olmasını beklemek de mümkün değil.

İşte bu yüzden, bence çocuklarımız büyüdükçe geçirdikleri evreleri sabırla, sükunetle, olgunlukla karşılamalıyız. En azından kendi adıma, çocuk gelişim kitapları okudukça, Defne'yi, o yaşlarda hatırladığım kadarıyla kendimle mukayese ettikçe birşeyleri daha kolay karşılıyor ve özümsüyorum.

Defne, bazen babasına sarılıp beni itiyor, "sen git yanımızdan" diyor ya da "babam gelsin, anne sen gelme" diyor. Bu hareketleri, yüreğimin ta derinliklerinden gerçekliğime kadar hoşuma gidiyor. Çünkü kızımın normal büyüme safhalarını yaşadığını, aslında beni gerçekten sevdiğini biliyorum. Onun hayatta tercihlerinin olması, bunları ifade edecek kadar kendini güçlü hissetmesi bana moral veriyor. Ya da yuvaya gittiği günler, kendimi boşlukta hissetmek yerine, kendime ayırabildiğim "özgür" zaman için şükredebiliyorum.

Kendi hesabıma, Defne'nin kat ettiği yolları, bundan sonra kat edeceklerini merakla ve zevkle yaşamayı diliyorum. İstiyorum ki Defne büyüsün, okulunu okusun, kendi yuvasını kursun (illa evlensin anlamında değil, ekonomik ve psikolojik bağımsızlığına erişsin anlamında), bana mümkün olduğu kadar az ihtiyaç duysun ve ben tüm bunları göreyim. Ve gün gelip, yaşam sahnesinden çekileceğim an, gözüm arkada kalmasın. Defne'nin iyisiyle, kötüsüyle, doğrusuyla, yanlışıyla kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelmesi bence benim misyonumun zaten tamamlandığını gösterecek. Kendi adıma Defne'nin geleceği için en önemli beklentim; vatanına, milletine ve ailesine hayırlı, vefalı ve iyi yürekli bir insan olmasıdır, gerisi Defne'ye, tercihlerine ve kaderine bağlıdır....

İşte bu yüzden bence, "eyvah çocuğum büyüyor, bu güzel günler geride kalacak" yerine, "çok şükür çocuğum büyüyor, ben de buna şahit ve destek oluyorum" demek en gerçekçi ve doğru yaklaşımdır. Çünkü olaya diğer yandan baktığımızda büyümenin, değişmenin tam karşıtı durmaktır, durmaksa maalesef ölümdür....


Not: Geçtiğimiz pazar annemin doğum günüydü. Yaşasaydı 67 yaşında, emekli, torun torba sahibi bir anneanne olacaktı. Dolayısıyla, ne mutlu çocuklarının büyüdüğünü görebilen ebeveynlere......  

24 Mart 2014 Pazartesi

Haydin Sandıklara !!!

Dilerim bu yazım, uzunca bir süre için yazdığım son siyasi içerikli yazı olur. Ben yakınmaktan, takipçiler okumaktan (ya da okumayıp es geçmekten) bıktık usandık amma velakin ülke gündemi son sürat, takip edemediğim bir hızda değişiyor....

Bu pazar seçimler var. Cümleten sandık başında olacağız. Defne hatun, bu kısacık hayatında ikinci kez sandık başına gidecek, artık büyüdüğü için, çok kalabalık olmazsa zarflarımızı kutucuklara atmakla görevlendireceğiz onu vs vs derken.....

Yıl 2009, ortada Defne'nin d'si yok, sadece anne olma hayalim var. İşyerimde günlük telaşlara kaptırmış giderken, insan kaynaklarından çağrılıyorum. Hayırdır inşallah demeye kalmadan elime bir kağıt tutuşturuyorlar, 2009 yerel seçimlerinde evimize çok yakın bir okulda "bağımsız üye" sıfatıyla görevlendirilmişim. Hopppalaaa !!! Ben ki, apolitik, ben ki tüm partilerden, siyasetten nefret eden, bu tür işlere bulaşmayan yarı işkolik yarı evkolik insan, sandık başında ha??

Eyvahlar olsun, nasıl yırtarım, nasıl kaçarım diye araştıra araştıra, sonunda başıma geleni çekeceğim mantığıyla bir sabah ansızın kendimi görevli olduğum sandığın başında buluyorum. (bugün olsa, Defne olmasa koşa koşa yerine getirirdim bu görevi, demek 5 yılda insanoğlu nasıl değişime uğruyormuş)

Görev öncesi ne bir kitapçık ne bir anlatım, e sandık görevi nasıl yerine getirilecek hiçbir önbilgi almadan klasik Türk usulü damdan inme verilen bu görevi, "avukat" olma bilinci ve hukuk yalamışlıkla yerine getirebileceğimi umuyorum.... ama heyecanlıyım da.

Önce sandıktaki diğer görevlilerle tanışıyorum, sandık başkanı hariç hepsi partili. Sandık başkanımız okuldaki öğretmenlerden biri. Sabahın erken saatlerinin tenhalığı öğlene doğru yok oluyor. Gelenlerin nüfus cüzdanlarını alıp önümüzdeki listelerle karşılaştırıyoruz, sonrasında mühür ve zarflarını vererek perdeli bölmelerin arkasına gönderiyoruz. Acele yok, sırayla, yavaş yavaş.

Bu sırada karnı burnunda bir hanım eşiyle kapıda beliriyor. Sandık başkanıyla bakışıyoruz ve sıranın önüne alıyoruz karı kocayı. Var mısın zor durumdakine öncelik tanıyan, kapıda duran bir erkek ve bir kadın seçmen hemen itiraz ediyorlar. Tiplerinden de belli zaten. Evet insanları dış görünüşleriyle değerlendirmemek lazım ama hep o malum tiplerdir benim gördüklerim. Bağırış çığrış derken ben de sesimi yükseltiyorum, aslında hiç bana göre değil kavga etmek ama işte hakim olamıyorum kendime. Derken olay kapanıyor, hamile kadın ve eşi oy verip gittikten bir süre sonra sıra itiraz sahiplerine geliyor, gayet asık yüzleriyle ve "ah bir tenhada kıstırsak seni" bakışlarıyla oylarını kullanıyorlar. (Ve sayımda bizim sandıktan çok çok radikal bir partiye iki oy çıkıyor, kimin attığından adım gibi eminim....)

Öğlen vakti, sandıktaki partili görevlilere, kendi partilerinden kumanyalar geliyor. Sandık başkanı öğretmen hanımla bana soran yok, aç mıyız susuz muyuz hiçbir "parti"nin umrunda değil. Ahan da işte nasıl da haklıyım, sade vatandaşın mağduriyeti sandık başına bile böyle yansıyor işte. Partililer birbirini doyururken, biz bağımsız iki kişi aç ve susuzuz neyse şimdi hatırlayamıyorum ama bir şekilde buluyoruz birşeyler, böyle olacağını bilseydik evden getirirdik diyoruz birbirimize.  

Sandıkta bundan başka hadise yaşamıyoruz. Çok çok yaşlı bir amcanın yakınlarının kollarında zar zor oy vermeye gelmesi beni duygulandırıyor, vatandaşlık bilincini son nefesine kadar yaşatmak gerekir diyorum kendi kendime...

Neyse oy verme zamanı bitiyor, zaten bekleyen de kalmamış. Sandığı kapatıyoruz ve sayıma geçiyoruz. Tüm göverliler olarak birlikte açıyoruz sandıkları, sırayla. Önce parti bazında oyları ayırıyoruz, geçersizleri ayıklıyoruz, ardından sayıyoruz, sağlamasını yapıp notlar alıyoruz. Bu iş uzunca bir süre böyle devam ediyor. Yerel seçim olduğu için açılacak çok sandık, sayılacak çok oy var. Büyükşehir ayrı, yerel belediye ayrı, muhtar ayrı, ihtiyar heyeti ayrı vs derken canımız çıkıyor. Gece yarısına doğru tutanakları tutuyoruz, imzalıyoruz, sandıkları mühürlüyoruz, sandık başkanı hanıma teslim ediyoruz ve o, diğer sandık başkanlarıyla birlikte özel araca bindirilip merkeze götürülüyor. Bizler de ayrılıyoruz.

Sayım esnasında, kendi aramızda uyumsuzluk yok. Dışarıdan müdahale olması zaten yasak. Birileri gelip uzaktan seyredebilir ama sayım işlemini sandık görevlileri dışında kimse yapamaz, fikir beyan edemez. Allah'tan bu tip hadiseler çıkmıyor, 2009'da önemli olan hamile kadın ve kocasına öncelik tanımak olmuştu, bu sene sandıklarda neler olacak bilemiyorum artık.

Bugünün gözüyle baktığımda, artık apolitik değilim, Defne olmasaydı ya da daha büyük olsaydı kesinlikle sandık gözetmeni olmak için başvururdum bundan eminim. Ve şunu biliyorum ki, sandıklarda doğru sayım yapılıyor ama önemli olan bu sayımların sisteme aynen işlenmesi. Sandıklarda her partiden üye var, dolayısıyla usulsüzlük yapmak çok zor. Ama sandıklar yola çıktığında, merkeze götürülürken ya da tutanaklardaki oy verileri genel sisteme işlenirken olacakları garanti etmek gerekiyor. Bunu için sanırım şöyle bir yöntem var; akşam asılan listenin fotokopisini alıyorsunuz ya da fotoğrafını çekiyorsunuz ve sonrasında seçim kurulunca o sandık için açıklanan verilerle karşılaştırıyorsunuz. Asıl yapılması gereken can alıcı işlem bence bu. Bir de, bağımsız adaylara önceden eğitim vermek gerekir, öyle "sen sandıkta görevlisin" demekle olmaz bu işler, bir insan yapacağı görevi bilmeden nasıl hareket edebilir? Üstelik tüm ülkeyi ilgilendiren böylesine kritik bir görevi nasıl layığıyla yapabilir?

Önceki seçimlerde elektriklerin kesilmesi ya da içi oy dolu sandıkların boş arazilerde bulunması hepimizim malumu.....
         

23 Mart 2014 Pazar

Bir Var'mış Bir Yok'muş

Oldum olası tarihi severim, severim de bir de isyan ederim bize okutulan tarihe. İlkokuldan tutun da üniversite dahil son aşamaya kadar, bildiğiniz (sizlere de okutulan) klasik Türk tarihi, hep aynı olaylar, aynı nedenler aynı sonuçlar. Sorgulamadan papağan gibi ezberlemeler, hafızanın ezberlenip özümsenmeyen bilgileri bir çırpıda silişi....

Hep merak etmişimdir "özellikle çok partili yaşama geçiş ve sonrası neden detaylı olarak okutulmaz" diye. Hala böyle mi okullarda bilmiyorum, Atatürk ölür, İsmet İnönü cumhurbaşkanı olur, çok partili hayata geçer, Demokrat Parti seçimleri kazanır ve hoooppp biri fişi çeker, bitti.

Ayol yıl olmuş 1990, ortaokuldayım, 1945'ten sonra 45 sene geçmiş, tarih olanları yazmamış mı? Neden ezber de olsa okutmuyorsunuz, anlatmıyorsunuz. Yok, öyle böyle şöyle yok. İsteyen istediği kaynaktan okusun, araştırsın, öğrensin tabii ama resmi olarak herkese okutulması gerekmez mi ortak tarihin? Hele çoğumuz, serbest zamanında yani ortada sınav, sınıf geçme vs dertler olmadan araştırmaz, okumaz, öğrenmezken? Bu isyanı bir kenara bırakalım da masalımıza gelelim.

Geçenlerde harika bir mail'le, buradaki bilgilerle karşılaştım. 1946'da Demokrat Partinin kuruluşundan 1960 ihtilaline kadar ülkemizde olan belli başlı önemli olaylar kronolojik olarak, detaya girilmeksizin veriliyor. Kendi adıma çok şey öğrendim (mesela İsmet İnönü'nün defalarca protesto edildiğini, belki linçe gidecek kadar büyüyen olaylara maruz kaldığını bilmiyordum), bildiğim bazı şeylerden emin oldum, vs. Demem o ki, merak ediyorsanız, özet ve net bilgi size yetecekse mutlaka bir göz atın. Hatta benim yaptığım gibi bir kez tarih ve isimlere odaklanarak, bir kez de tarih ve isimlere odaklanmaksızın sadece olaylar babında okuyun..... (ne garip değil mi, bu esnada büyükbabam tam da ben yaşlardaymış, acaba ne düşünmüştür, ne hissetmiştir diye düşünmeden geçemedim)

İşte bir var'mış bir yok'muş, büyüklere "masal"lar........    

21 Mart 2014 Cuma

Makara Kukara Takara Tukara

"Makara Kukara takara tukara, hey, hey, hey !!!" 

Bu çok tatlı tekerlememsi şarkı Defne'nin yuvada öğrenip, evde aynen tekrar edebildiği ilk şarkılardan biri. Hani biri vıdı vıdı vıdı eder de onu dinlemek istemezdik ya küçükken. Ellerimizle kulaklarımızı kapatır, diğer yandan yüksek sesle bağrınırdık. İşte bu tekerleme, bugün için biçilmiş kaftan öyle değil mi?

Defne'nin yine akan burnunu saymazsak, bugüne çok ama çok güzel başladım. Çok eski ve çok uzun zamandır görmediğim bir can arkadaşımla buluştum. Kısa bir alışverişten sonra 1 saate yakın oturup kahve içtik, sohbet ettik. Yeniden doğmuş gibi oldum. Beni, benden çok anlayan, tanıyan bu eski dostum, yaşam koçum, bana yalnız olmadığımı da hissettirdi. Amma velakin konuşmalarımız daha çok "gündem"di. Ne olmuş bitmiş derken ondan duydum Twitter'ın kapatıldığını. (Ben kullanmıyorum, facebook yeterince vaktimi alıyor diye.) Şaşırdım mı, tabii ki hayır, özellikle bir hukukçu olarak şaşırmadım.... neden mi?  

Dün akşamdı, başbakan Twitter'ın kapanabileceğini ifade eden açıklamalar yaptı, zaten birkaç gün evvel de "mahkeme kararıyla gerekirse kapanır" türünden birşeyler söylemişti. Olaya bir hukukçu gözüyle bakarsanız, "mahkeme kararı varsa, olur." Tabii hukuk sürecinde verilen karara itiraz edilebilir, karar ortadan kaldırılabilir vs vs.

Twitter'ın yasaklamasının diğer boyutlarına deyinmeyeceğim, blogumu takip edenler az çok tahmin ediyorlardır hayat ve politik duruşumu....Olaya sadece hukuk gözüyle bakacağım, hani şu yerle bir edilen, "adaletin bu mu dünya" dedirten hukuk....

Başbakanın çok haklı olarak söylediği gibi, bu ülkede kararları halen "yargı" verir(ha yandaştır, paraleldir, oralara yine girmiyorum, konu dağılmasın diye). Haksız buluyorsanız itiraz edersiniz, sıradan vatandaş olarak protesto hakkınızı kullanıp biber gazıyla susturulmaya çalışılırsınız, sonuçta yeni bir değerlendirme yapar bir üst mahkeme ve karar kesinleşir. Dolayısıyla şaşıracak birşey yok pek. Ama benim gözümden kızılacak, protesto edilecek, ders çıkarılacak, gelecek günlerde yaşanabilecekler için değerlendirme yapılacak çok şey var....

Geçmişe baktığımda şunu görüyorum; bu topraklar öyle mahkeme kararları gördü ki, gencecik çocuklar yaşları büyütülerek darağacına yollandı, siyasi partiler kapatıldı, emekli bürokratlar apar topar hapse sokuldu, "düzmece" delillerle mahkum edildi, evleri-işyerleri sabah karanlıklarında arandı ......... vs vs.

Geleceğe baktığımdaysa kafamın içinden şunlar geçiyor; öyle bir mahkeme kararı olsa ki mesela kadınlar tek başlarına sokağa çıkamasalar ya da araba kullanamasalar, erkekler birden fazla kadınla evlenebilse, kocasına karşı gelen kadın kırbaçlansa.... Ha bunlar olur mu, olabilir. Dediğim gibi, hukuk, mahkeme kararı neyse onun uygulanması gerektiğini söyler.

Peki biz halk olarak neyi istiyoruz? İçimizdeki adalet duygusu neyi nereye vardırıyor? 21. yüzyıl kafasıyla değerlendirmelerimiz nasıl?

Twitter'ın kapatılması içime buz gibi oturan ve geleceği daha karanlık görmeme neden olan hadiselerden biridir. Menderes'in "siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz" diye bir sözü vardı. O da haklıydı aslında. Sandık başında yaptığımız tercihler geleceğimizi, Meclisin yapacağı yasaları, bu yasaların nasıl yürütüleceğini ve son olarak mahkemelerin bu yasalara dayanarak nasıl karar vereceğini belirler. İşte bu yüzden hesap sorma yeri sokaklar değil, sandıktır, tabii oylama ve sayım işlemleri adil olarak yapılıyorsa....

İşte bu yüzden, sırf bu yüzden içimden bağıra bağıra şunu söylüyorum; "MAKARA KUKARA TAKARA TUKARA HEY HEY HEY !!!! "

30 Mart seçimleri, verilecek oylar, sayımın nasıl yapılacağı vs derken, maalesef umutlu değilim. Yıllar içerisinde benim gibi düşünen insanların nasıl azınlığa düştüğünü acı bir şekilde görüyorum. Yanılacak olmayı da sonsuz diliyorum. Seçimler, oylama, sayım bir başka yazımın konusu olacak, 2009 yerel seçimleri sandık gözetmeni olarak az çok deneyimim var.

Yeni tabirle, "hayırlı cumalar" efendim....................
 

20 Mart 2014 Perşembe

Tavşan Maskesi Yapalım !


Defne bir gün yuvadan, ördek maskesiyle gelip tüm haftayı onunla oynayarak geçirdiğinde, yeni bir maske yapmaya karar verdik. Temayı Defne belirledi, "tavşan maskesi yapalım". Bu gayet amatörce tavşan maskesini yapalı hayli zaman oldu aslında.

Evdeki temiz atık malzemeleri kullanarak kolayca yapabilirsiniz, şekli, kesimi tamamen yeteneğinize, hayal gücünüze kalmış. Biz beyaz bir kartonu tavşan yüzü şeklinde kestik, göz çukurlarını açtık. Pembe el işi kağıdından burun kestik, yapıştırdık. Bir başka kartondan kulaklar ve bayağı kalınca bir kutudan da şerit halinde sap kestik ki, Defne maskeyi rahatça yüzünen tutsun. Tavşanın yüzüne de pamuk yapıştırdık.

Defne 3 yaş, 3 aylık. Makas kullanmayı bilmekle birlikte, şekilleri düzgün kesemiyor, bu yüzden kesme işi bana, yapıştırma işi Defne'ye ait oldu.

Yapacaklara kolaylıklar.....  

18 Mart 2014 Salı

18 Mart Çanakkale Zaferi


Bugün Çanakkale Zaferi'mizin yıl dönümü. İnternette gördüğüm ve yukarda paylaştığımr esimdeki güneşli, aydınlık, sıcacık günleri yaşıyorsak bunu, kendi canlarını, hayallerini, eşlerini dostlarını hiçe sayanlara borçlu olduğumuzu unutmamalıyız.

Bu vatan hepimizin, hepimizin dedeleri, büyükleri, o savaşta ve nicelerinde yer aldılar ve eğer bugün, "hiç" sayılabilecek nedenlerden kavga etme lüksümüz varsa, işte onlar sayesinde....

Başta Ata'mın, tüm silah arkadaşlarının, şehit ve gazilerimizin, hepimizin zaferi kutlu olsun. 99 yıl öncesinde olduğu gibi, birlik ve beraberliğimizi koruyarak, bizden sonraki nesillere, çocuklarımıza, torun torunlarımıza yaşanılası bir ülke bıramak dileğiyle......

17 Mart 2014 Pazartesi

Kolay Mantı

Yıllar yıllar evvel internette çok güvendiğim bir sitede mantı tarifi bulmuştum. Üşenmedim, tek başıma giriştim, uğraştım, bayağı da yoruldum, sonuçta hamurunu kendim açtığım mis gibi bir mantı yapabileceğimi görüp mutlu oldum. Ama hepsi o kadar. Çok zahmetliydi çok.

Sonrasında dolandım durdum, şöyle güvenilir bir marka olsun, mutlaka dana kıyma kullansın, nakliyede soğuk hava zinciri bozulmamış olsun vs vs. Buldum da böyle bir markayı, hatta bu siteye de yazmıştım. Ama sonra ne oldu, aldığımız son paketin mantısında kıkırdakımsı parçalar geldi ağzımıza, sonrasında midelerimiz bozuldu ve ben, maalesef ben, tiksindim hazır mantıdan.

Ama mantı bu, vazgeçilebilir mi? Hele ki Defne'nin günde en az yirmi kez "bu akşam mantı mı yicem anneee??" diye ısrarlı soruları karşısında bencilliğime son verip, haftada bir öğlen uykusunu mantı yapmaya feda etmeye karar verdim.

Anneciğim arada yapardı bu mantıyı. Bayılarak kaşıklardık biz de. Mantının kolayı olur mu? Aslında tabii ki olmaz, hazırlaması yarım saat yiyip bitirmesi 15 dakika ama olsun. Önemli olan, sağlıklı, besleyici ve evin en küçüğü tarafından lüp lüp götürülmesi öyle değil mi?

Çalışıyorsanız, ya haftasonu ya da hafta içi bir akşam hazırlayabilirsiniz, en azından hamuru tutturdum mu, ince açtım mı vs derdi yok, hatta kocalardan da el atmaları istenebilir.... Ben makarnaları doldurup buzdolabı poşetinde donduruyorum, 2-3 gün sonra da pişirip yiyoruz. Pişme esnasında da makarnanın içinden çıkmıyor. Kalan suyla da tarhana çorba yapıyorum. Denerseniz kesinlikle pişman olmayacaksınız.

Malzemeler; 

- Bir paket mantı makarna (kolay doldurmak için ağzı geniş olanları seçin. Nuhun Ankara sanırım en güzeli)
- 250 gr kıyma
- Bir kuru soğan
- Tuz, karabiber.
- Dilerseniz kıyılmış maydanoz.

Yapılışı;

Kıyma, rendelenmiş soğan, (kullanacaksanız) kıyılmış maydanoz, tuz ve karabiberi yoğurun. Mantı makarnaların içini bu harçla, dışa taşmayacak şekilde doldurun. Diğer yanda makarna pişirirken yaptığınız gibi su kaynatın, tuzunu ekleyin. Mantılarınızı kaynayan suya atıp her zamanki gibi pişirin. Sarımsaklı yoğurt, nane, yağda kırmızı biberle klasik süsleyin.

Afiyet olsun.

** Bu malzemelerle 3 büyük, bir Defne rahatça doyuyoruz. Bu harç bir paket makarnanın hepsini doldurmaya yetmiyor, kalan makarna haftaya doldurulmak üzere bekliyor.... 

14 Mart 2014 Cuma

Uykunun Kardeşi

" Bir hastane odasında sabaha karşı onun ölmesini bekliyorum. Günlerdir bekliyorum. Çok yorgunum, artık düşüncelerimin, duygularımın günlük gerçekliğin çok dışında olduğunu biliyorum..... Şimdi bir başka yerde olmayı, bir başkasının yerinde olmayı ne çok isterdim. Annem; burnundan, kollarından çıkan boruların içinde akan sıvılarla, şişmiş boynu, kızarmış göğsü, tuhaf yüz anlatımıyla uyuyor. Buna uyumak denebilirse. Artık burada değil. Kimse onun şu anda nerede olduğunu, nasıl birşey yaşadığını bilmiyor. Ona bakıp kendi kendime, belki de acı çekmiyordur, belki de unutulmaz güzellikteki düşlerden birine dalmıştır diyorum, inanmadan. Beni tanıdığını belli eden bir işaret vermiyor. 

Bütün güzel anların geride kaldığı bütün saatlerden nefret ediyorum, zamanın alay edercesine geçişinden, geride hep -artık dönülemeyecek anlar- bırakmasından. Elini okşuyorum. -Beni gerçekten duyuyor musun, su içmek ister misin ?- diyorum...... 

Ansızın gelen ölümü seviyorum, sonsuz bir hızla çarpan, alıp götüren ölümü. Oysa şimdi, burada onun direnişini izliyorum, lanetlenmiş biri gibi yavaş yavaş tükenişini, ölümün, gözlerine, ellerine, dudaklarına sızmasını, bütün bedenine yayılmasını.... 

Şişedeki sıvı büyük damlalarla akıyor. O renksiz sıvı plastik boruların içinden, kollarına açılmış deliklere gidiyor, göğsü inip kalkıyor, bir makine kalp atışlarını sayıyor, makinede kalp atışlarının sesini duyuyorum, ama bize yüreğimizdeki boşlukları, o boşluklara yerleşmiş acıları, bilinçten yüreğe, yürekten bilince giden yolların taşıdığı gizemli görüntüleri gösterecek bir makine yok.

Zaman geçmiyor, günün azalması onun biraz daha biraz daha uzaklaşması, o tek tek damlayan sıvıyla ölçülebiliyor.....

Şimdi artık tanınmaz hale gelmiş bu bedenden yavaş yavaş çekilip giden ışığı görebiliyorum, o ışıkla birlikte yaşamımdan ne çok görüntü gidiyor..... 

Onun bir daha gözlerini açmayacağını, beni tanımayacağını biliyorum. Doktorların çoktan ümit kestikleri annem oracıkta. Bilinci kapalı olarak büyük bir yaşam savaşı veriyor. ....... Bir insanın, bu kadar çok sevdiği bir varlığın yaşamla ölümle içiçe olduğu bir yerde böyle sıkışıp kalmış halini izlemesi, soluk alıp verdiği halde, hafif de olsa bazı reflekslerini yarı umut yarı umutsuzlukla seyretmesi zaman geçtikçe ürkütücü bir hal alıyor................................." 

Sen hiç, en sevdiğinin komadaki haline şahit oldun mu sevgili okur? Yukardaki satırları, hatta çok daha fazlasını içten ve fiziken yaşadın mı? "Yaşamayan bilmez, anlamaz derler" ya, anneciğimin 14 gün, bilinci kapalı olarak kaldığı koma durumundan ebedi uykuya geçişi bende o kadar derin o kadar onarılmaz yaralar açtı, kendimi o kadar yalnız, o kadar anlaşılmaz ve çaresiz hissettim ki..... Ta ki Kürşat Başar'ın "Konuştuğumuz Gibi Uzaklara" ve Nazlı Eray'ın "Uyku İstasyonu" isimli eserlerine rastlayana kadar. İtalik yazılar birebir söz konusu eserlerden alınmıştır.

İşte bu günlerde çok tartışılan, falancaya ağlamadın filancaya neden ağlıyorsun diye birbirimizi suçladığımız, kimimizin umrunda bile olmayan Berkin Elvan'ın 269 günlük koma hayatında en yakınlarının yaşadığı durumlar çok ama çok özetle böyledir işte..... Her ne olursa olsun, kim olursa olsunlar, özellikle ana- baba için bence hayatın en ağır, en acımasız imtihanlarından biridir yaşadıkları. Ve eminim izlerini ömürleri boyunca taşıyacaklardır.

Uykunun kardeşi ölümdür, ölüm. Bir nefes kadar yakın ama bir nefes kadar da uzaktır hepimize. Sonsuza uzanan hayallerimiz, planlarımız, nefretlerimiz, hırslarımıza inat, acı bir gerçek olarak saklanmıştır arkamıza. Her akşam bayıla bayıla yattığımız uykunun, gelmesini asla istemediğimiz kardeşidir ölüm.

Komaysa, uyku ve ölüm kardeşlerin inatlaşmasıdır bir anlamda. Hem uyuyorsundur hem ölüsündür, hem uyuyorsundur hem istediğin zaman uyanamıyorsundur, hem ölüsündür hem "çıkmayan candan ümit kesilmez"sindir. İşte böyle ikilemdir bitkisel hayat, bitkiler gibi, ama maalesef her akşam çiçeklerini kapatıp her sabah güneşle açılamıyorsundur.....

Berkin Elvan 269 gün kaldı bu şekilde, hatta feci şekilde eriyerek, değişerek, yaşayan bir ölü, ölü bir yaşayan olarak. Diğer herşey bir kenara, sırf bu yüzden, sadece bu kadar acı bir ölüm olması yüzünden bile, bu aileye bir başsağlığını fazla gören, beni ve benim gibi düşünenleri "ölü sevici" (nekrofil) olarak nitelendiren zihniyeti sonsuz kınıyorum.

11 Mart 2014 Salı

2 ekmek 1 süt

"Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, orada insanların nasıl öldüğüne bakın" demiş büyük düşünürlerden Albert Camus.....

Düşünüyorum, düşünüyorum. Berkin'den öncesini, sonrasını, hiç tanımadığım o kapkara oğlanı.... Düşünüyorum da çıkamıyorum işin içinden. Hem modern hem geleneklerine bağlı hem öyle hem böyleyiz diye sağa sola caka satarken nasıl da her seferinde sınıfta kaldığımızı....

Yaşadığım topraklarda olan biteni çözemiyorum, belki artık çözmek ve anlamak da istemiyorum. Hukuka bakıyorum, sosyal düzene bakıyorum, vicdanıma soruyorum hepsi birbirinden farklı şeyler söylüyor. Yıllar yıllar sonra Defne bir gün büyüyüp de bana bu günleri sorduğunda ona ne cevap vereceğimi düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum.... Acaba Defne büyüyecek mi diyorum, büyüyüp de beni bulacak mı diyorum....

Minicik bir yüreğin, kendisini korumak ve kollamakla yükümlü bir kamu görevlisince öldürülüşü; son günlerde çorap söküğü gibi gelen tahliyeler, Urfa'da elektrik borcu yüzünden 14 yaşında evlendirilmeye kalkılan o kız çocuğu, "ayın 20'sinden sonra olacakları bekleyin ne kasetler görüntüler çıkacak" iddiaları....

Şakır şakır yağmur yağıyor İstanbul'da. Gökyüzü, bu kış hiç olmadığı kadar karanlık. Ama içim ferah. Biliyorum ki, iyice dibe vurmadan, iyice karanlığa gömülmeden aydınlanmayacak yüreklerimiz...... sabırla bekleyeceğiz, asla pes etmeyeceğiz, bize düşen görevleri yerine getireceğiz....  

Yarın, sadece yarın ekmek almayın evinize olur mu? Ekmeğini evine taşıyamayan o çocuğun anısına, yemeğimizin suyunu ekmeksiz yiyelim.... bir yanımız eksik kalsın....  

 

10 Mart 2014 Pazartesi

Geldi, Gelecek .....

Geldi, gelecek derken birer birer yüzlerini göstermeye başladı, merakla beklediğim minik "yeğen"lerim. 2013'ün ortalarında ve sonlarına doğru çok ama çok yakın kız arkadaşlarımdan, tanıdıklarımdan aldığım "hamile"lik haberleri, meyvelerini vermeye başladı.

İlk bebeği Şubat'ın son haftasında, beklediğimizden 10 gün kadar önce kucağımıza aldık. Arkadaşım sağ olsun, hiç planlamadığı halde doğumunu cumartesi gecesi yaptı. Üstelik doğumunu, çekirdek ailemin cümleten hasta olmadığı nadir haftasonlarından birine denk getirdi. Pazar günü ziyaretine gittiğimizde Defne'nin şaşkınlığı, benim heyecanım, eşimin mutluluğu görmeye değerdi. Defne ilk kez bu kadar küçük bir bebek gördü, önce çekindi, sonrasında anlata anlata bitiremedi. Yok efendim parmakları küçücükmüş, hareket etmesini bilmiyormuş, kendisi gibi zıplayamıyormuş, konuşamadığı için ağlamış.....vs vs.

İkinci bebekse, Mart'ın ilk haftasında dünyaya geldi. Eşimin işyerinden bir arkadaşının oğlu oldu. Sevindik, hediyemizi yaptık ancak maalesef uzaktan dahil olabildik bu mutluluğa.

Geri kalan bebeklerse, şimdilik annelerinin sıcacık, güven dolu karınlarında hikayelerini bekliyorlar..... Çoğu erkek. 2014'ün bebeklerinden sadece 2 kız biliyorum, demek "erkek yılı"ndayız. Birinin cinsiyetini ise bilmiyoruz, arkadaşım ısrarla sürpriz olsun diyor.

Velhasıl heyecanlı, sevinçli, meraklı bekleyişler içindeyim bu yıl. Kolay değil, fiziken olmasa da manen "teyze" oluyorum. Dünyanın dört bir yanına saçılmış yeğenlerimin peşinde olmak, gelişmelerini takip etmek, anneciklerine moral vermek önümüzdeki günlerde bana hoş bir meşgale olacak.

Şimdiden dilerim hepsinin hayırlı evlat olmasını, emeklerin boşa çıkmamasını, birlikte geçirilecek uzun, sağlıklı-neşeli yılları.

Geldi, gelecek derken 2014 bebekleri geliyor birer birer. Dört gözle bekliyorum haberlerinizi.....



   

6 Mart 2014 Perşembe

Bahar Temizliği

Bugün İstanbul tam bahar havası yaşıyor, zaten bu kış ne kadar kışı yaşadık tartışılır. Hal böyleyken, bahar temizliğinin vakti geldi çatmadı mı?

Aşağıdaki yazıyı facebook'ta gördüm, çok beğendim, okumanızı isterim. 

Yazmayan kalemleri.
Sayfası bitmiş defterleri.
Kulbu kırık fincanları.
‘Zayıflayınca giyerim’ kotunu.
Son 5 aydır giymediğiniz kıyafetleri.
Arka balkona tıkıştırdığınız, bir gün yüzünü yenilerim pırıl pırıl olur dediğiniz o sandalyeyi.
Dibi kararmış tencereyi.
Taşındığınız hangi evden kaldığı, hangi kapıyı açtığı artık meçhul olan o anahtarları.
Sırf genç ve güzel çıkmışsınız diye yanınızda o hiç sevmediğiniz tiple poz verdiğiniz fotoğrafı.
Çekmecenin dibindeki müzik kasetlerini (kaset mi kaldı allah aşkına)
Atın.
Ohh bir ferahlayın bakalım. Tamam mı?
Şimdi ihtimalleri atın.
‘Olacaktı, son anda olmadı’ları atın, olmamış işte.
Takılıp kaldığınız o günü.
Düşünüp durduğunuz o lafı.
Atın.
Küstüğünüz için uzun zamandır görmediklerinizin aklınızda kalan son görüntüsünü.
Alındıklarınızın, gücendiklerinizin hiç umurunda olmayan o ‘olayı’
Atın.
O hiç beceremediğiniz yemeğin tarifini
Kestiğiniz eski gazete küpürünü
İçinizi kemiren o ukteyi
Atın.
Zamanı gelince yiyeceğiniz soğuk intikam yemeğini de dökün.
Soğuk yemeğin hiç tadı olmaz, dışarıdan bir döner söyleyin daha iyi.
Buzdolabının üzerindeki diyet listesini (faturaların altında duruyor)
Depodaki koşu bandını.
Atın.
Cevabı olmayan soruları
Kaçırdığınız fırsatları
Atıldığınız işleri
Beceremediğiniz ilişkileri
Kişisel gelişim kitaplarını
Atın.
Arkanızdan konuşanları.
Önünüzü kapayanları.
Alamadığınız terfiyi
Oturamadığınız evi
‘Şimdiki aklım olsa’ları
Aldığınız en kötü karneyi.
Hatta en iyi karneyi.
Çalışmayan saatleri.
İşe yaramayan fikirleri.
Kaçan trenleri.
Zamansız yaşlandıran dertleri.
‘O gün’ olanları.
Halının altına süpürdüklerinizi.
Dolabın dibine iteklediklerinizi.
Atın.
Bakın, ne güzel güneş çıktı.

Banu Kiremitçi Bozkurt

3 Mart 2014 Pazartesi

12 Yıllık Esaret- 12 Years A Slave (film önerisi)

Geçtiğimiz haftasonu seyrettiğimiz bu film, Solomon Northup'ın 1853 yılında yazdığı ve kendi hikayesini anlattığı romandan uyarlanmış. Northup, ABD'nin kuzeyinde yaşayan özgür bir insanken, kaçırılarak köle yapılmış ve 12 yıl boyunca köle olarak çalıştırılmış. Film, hem bu kaçırılışı hem de köle olarak geçirilen 12 yılı anlatıyor. Etkileyici ve dokunaklı bir film.

Seyrederken bende bıraktığı his, isyan ve üzüntü oldu. Ne yazık ki aradan yüzyıldan fazla geçmiş olsa da insanoğlu, birbirine zulmetmekten vazgeçmiyor. Sanki sonsuza kadar buralardaymışçasına mücadele ediyoruz birbirimizle, oysa paylaşacağımız en fazla 70 senelik bir dönüm. Olaya böyle bakınca ne kadar trajik değil mi?

Ve ne acıdır ki, eski anlamda "kölelik" kalkmış olsa da "modern" anlayışta "kölelik" devam ediyor. Evet sırtımızda kırbaç yok, görünürde ve yasal olarak hepimiz "özgür"üz ama bu ne kadar gerçekçi?

Çalışan kesim, belli mesailerle bağlı, evet bu doğal ama emeğin karşılığı tam olarak veriliyor mu? Asgari ücretle, "asgari" standartlarda bir yaşam temin edilebiliyor mu? Anayasal haklarımız olan seyahat, eğitim, sağlık vb.lerden ne ölçüde faydalanabiliyoruz? Kısacası, sattığımız beden ve kafa gücümüz karşısında "insanca" yaşamı satın alabiliyor muyuz?

Tam tersi baktığımızda, kimimiz evinde işçi çalıştırıyor. En basitinden ve yaygın olanından, yani apartman görevlisi ya da yardımcı hanımlardan bahsediyorum. Kaçımız bu insanlara "insanca" muamele ediyoruz? "Nasılsa parasını veriyorum istediğimi yaptırırım" anlayışından uzaklaşabiliyoruz? "One life, live it" prensibine göre onların da tek bir hayatları var, ama nasıl yaşıyorlar bir de o perspektiften bakmak gerekmez mi? Hani ya bir kat üstte doğsaydı "kapıcı"nın çocuğu, evde pişen kurabiyelerden "komşu hatrı" diye götürmez miydik?

Kendimizi "o"nun yerine koyup olaya yaklaşmadığımız sürece bence "insan"lıktan da "modern"likten de çok ama çok uzağız...

Velsahıl filmi seyredin, iyi seyredin ve sadece 1850'li yılların ABD'sine odaklanmayın, çağımızı düşünün... Keyifli seyirler.
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac