Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



28 Nisan 2015 Salı

Ege Kıyılarından Eski Zaman Masalları

Belki çok klasik ve sıradan kaçacak ama yapmaktan en keyif aldığım şey okumak. Sadece kitap değil, dergi/ afiş/ makale/ gazete/ pek az şiir/ alt yazı/ blog vs. Yıllarca öğrencilik edip, sonra çalışıp sonra da kızımla ev hayatına geçtiğimde en çok ihmal ettiğim, ihmal ettiğimi bildiğim hayatımda beni en rahatlatan, bana huzur veren uğraş. Yine ilginç bir şekilde fark ettim ki, düzenli olarak okumazsam sinirli ve çekilmez biri oluyorum. Kendimi eksik hissediyorum. Boynumu ağrıtacağını bilsem de, kendi kendime kalacağımı ya da Defne'nin bana okuyabilmem için fırsat vereceğini bildiğim her yere okunacak birşeyler taşıyorum. Sonra harflerin arasına gömülüp iç dünyama dalıyorum. Defne'yle yapmayı en sevdiğim şey de okumak. Hatta hayal gücümüzü genişletmek, şablonlara sabitlenmemek için, ona masal/hikaye uydurmak. Sadece ikimizin keyif alacağı, anlayacağı, ilginç bulacağı, çoğunlukla aynısı bir daha aynen tekrar edemeyeceğim bir sürü hayal....

Ege Kıyılarından Eski Zaman Masalları, aslında ismine vurularak yokladığım, konu itibariyle beni çeken ve severek okuduğum bir kitap. İlk baskısı 1982'de yapılmış, araya giren 20 senenin ardından Günışığı kitaplığı 2002'de güncelleyerek yeniden basmış bu kitabı. Elimdeki 19. baskı, inanılır gibi değil.    

Mitolojik hikayeleri hep sevmişimdir, ama alıp okumam bu kitapla oldu. Çok da hoşuma gitti. Aslında gençlere hatta sanki 9 yaşından itibaren çocuklara yönelik gibi gözükse ve yazar önsöze "çocuklar" diye başlamış olsa da, benim için fark etmedi açıkçası. İçinde 9 mitolojik hikaye olan bu kitabı, 9 günde okudum, ara ara tekrar okuyup iyice belleyince, sadeleştirerek Defne'ye anlatmayı düşünüyorum, eminim o, kendi çocuk dünyasında bu hikayelere çok farklı bir gözle bakıp çok daha keyif alacak.

Ciddi kitaplardan, yemek tariflerinden, bildik maceralardan sıkıldıysanız, bu kitabı tavsiye ediyorum.

 

15 Nisan 2015 Çarşamba

Çocuğun Cinsel Eğitimi ve Tacizden Korunma Rehberi

Özgecan'ın katlinden sonra, kendimi kaybettiğim, hayata ve insanlara bakış açımı tekrar tekrar sorguladığım ve söz konusu Defne olunca, panik olarak, konuya bir yerlerden girmem gerektiğini düşündüğüm doğrudur.

Önce Defne'ye cinsel eğitim vermem gerektiğine karar verdim, ancak sonra bunun erken olacağını anlayıp, kendimden başlamaya karar verdim. Ve yine kendimi en yakın kitapçılara attım. Saatler süren arama, tarama, eleme çalışmalarından sonra tahmin edeceğiniz gibi sonuç hüsrandı. Ya aradığım içerik yoktu ya da bulduğum kitap çok yüzeyseldi. Hiç adetim olmamasına rağmen internetten kitap aramaya ve almaya karar verdim, ben ki okumadan, dokunmadan asla kitap alamam. Ama anladım ki "tabuları yıkmak" gerekiyor bazen. İşte o bazen, beni bu muhteşem kitaba götürdü.

Kitapçılarda kolay kolay bulamayacağınız, 2010'da, 1.000 adetle ilk baskısını yapmış ve sanırım daha da baskısı olmayan bir kitap, "Çocuğun Cinsel Eğitimi ve Tacizden Korunma Rehberi". Anne, baba ve öğretmenler için demiş ancak bence genellenmeli, herkes için. Çeviri bir kitap, orjinali İngilizce. Çok detaylı, kendi kendini tekrar eden, bu yüzden ve konu itibariyle okunması zor, tabii nahoş bir kitap. Ancak bunlar "mutlaka okunması" gerekir gerçekliğine engel değil.

Kitap bölümler, alt başlıklar halinde konuyu inceliyor. Çocuk cinsel istismarı nedir, gerçek hayatta ve internet üzerinden nasıl gelişir, çocuk cinsel istismarı belirtileri nelerdir, çocuğu korumak için ne yapmak gerekir, bir pedofilin (çocuk cinsel istismarcısı) gözünden durum, çocuğun normal cinsel gelişimi nasıldır, nasıl olmalıdır....  gibi.

"Bilmediğimiz şeyler var mı ki içinde?" diye sorarsanız, ben kendi açımdan buldum. Bir örnek vermem gerekirse, çocuk cinsel istismarcıların büyük kısmı aileye yakın, herkesin güvendiği ve sevdiği biri, akraba/ yakın arkadaş gibi bu yüzden de tespit edilmeleri, çocuk anlatsa bile, ki çocuğun bunu anlatması düşük bir ihtimal, çocuğa inanılması zor biri.

Kitap, kendisini okutuyor, hem de altını çizdire çizdire. Gözlemlere, araştırmalara, polis kayıtlarına dayandırılmış, yani gerçek.

Ve şimdi dikkat ettim ki, kitap, aldığım idefix'te tükenmiş gözüküyor, belki başka sitelerden ya da yayınevinden (Sistem Yayıncılık) bulunabilir. Ben satın aldığımda 5(beş) liraydı ki, böyle bir kitap ve içerik için çok çok uygun, hatta yok pahasınaydı.

Alın, okuyun, okutun, saklayın, tekrar okuyun... En önemlisi de çocukları, yaşları kaç olursa olsun iyi dinleyin, gözlemleyin, onlara inanın. Yakın çevreniz açısındansa, aşırıya ve paranoyaya kaçmaksızın temkinli olun. Kitabın söylediği gibi, "çocuk cinsel istismarcıları, filmlerdeki gibi, çocuk parklarının bir köşesine oturmuş, siyah yağmurluklu, korkunç görünümlü adamlar değildir"....

 

2 Nisan 2015 Perşembe

Kronoloji

Herşey başladığında Defne, cenin bile değildi.... olması çok istenen ama bir türlü gelmeyen bir candı.

Minicik yumurta Defne, rahmime yerleşip büyümeye başladı.

Düşecek mi hayata tutunacak mı telaşı, ay ve ay gidilen doktor kontrolleri, testler, ultrason görüntüleri, gittikçe büyüyen karnım, Defne'nin hareketlerini hissetmem, hayata merhaba doğum.

40'ının çıkması, koliğin bitmesi, ek gıdalara geçiş, ilk gülücük, başını desteksiz tutma, cıvıl cıvıl sesler, müziğe tepki, dişlerin birer birer patlaması, ilk kelimeler, emekleme ve ilk adımlar, ardından desteksiz yürüyüş... Oyun kurmalar, kelimelerin uzun cümlelere dönüşmesi, güle güle bez, güle güle mamalar merhaba aile yemekleri, elveda meme....

Merhaba yuva, arkadaşlar, merhaba kağıt kesmeler, yapıştırmalar, salıncakta yardımsız sallanmalar, çiçek toplayıp hediye etmeler, çizgi film müptelalığı, ilk tiyatro ve sinema, merhaba mutfak yamaklığı, güle güle lazımlık ....

İşte tam bu noktada, yani 4 yıl, 3.5 aydan fazla bir süre sonrasında "Balyoz Davası'ndaki her sanık, ayrı ayrı beraat" etti.

Bilmem ne anlatmak istedim, ne anlattım, ne anlatabildim.....

Anlamı çok farklı olsa da Sezen Aksu, Kaybolan Yıllar'ı dinliyorum şu an. Benim için "kazanç" olan bir süreç çok değerli ve masum insanlar için "kayıp"tı çünkü.... Aslında hepimiz kaybettik.... insanlığımızı, güvenimizi, adaleti....

1 Nisan 2015 Çarşamba

Çorap Söküğü

Nasıl başlayacağımı bilemeden yazıyorum. Dünkü elektrik kesintisi, ardından Başsavcımızın rehin alınarak katledilmesi, ardından Balyoz davası sanıklarının beraatlarına karar verilmesi, bu sabah Ak Parti Kartal binasına silahlı baskın.... aklım zaten almıyor da takip de edemiyorum olanları. Sersem gibiyim. Çorap bir kere sökülmeye görsün, çekiştirdikçe geliyor.

Hangi olaya üzülsem bilememekle beraber kalbim ve dualarım en çok Başsavcımızın yetim kalan iki çocuğuyla beraber. Öpmeye koklamaya kıyamadıkları babalarının son fotoğraflarını er ya da geç görecekler, basında yazılanları, olan biteni er ya da geç öğrenecekler ve o çocuklar bir daha asla aynı çocuklar olmayacaklar. Çocukluklarını, masumiyetlerini, güven duygularını (ç)alan bu düzenin bir an evvel yerle bir olmasını diliyorum. Çaresizlik en kötüsüdür, sıradan vatandaş olarak benim de içinde bulunduğum durum budur.

Olayların ardında ne olduğu ya da bir şeyler olup olmadığı, "karanlık güçlerin seçim arifesinde ortalığı karıştırmaya çalışması" beni hiç ama hiç ilgilendirmiyor, kaldı ki bu söylemler inandırıcı da gelmiyor.. Lanet olsun elektriğe, Balyoz da malumun ilanıydı deyip konuyu Başsavcımıza getireceğim, terör benim kanayan ve hep sızlayan, varlığını asla unutmadığım yaram.

Terör korkutucudur, soğuktur, terörist aynı bir kamikaze gibi hedefine yönelir, hiçbir tedbir onu kolay kolay durduramaz, her ne şekilde ve ne pahasına olursa olsun görevini gerçekleştirir, sonunda ölür, öldürür, imha eder... çünkü terör budur, işte bu yüzden yasadışıdır. Dolayısıyla teröristlerin ne kılıkta bu eylemi gerçekleştirdiklerinin önemi yoktur. Dün sahte avukat kimliği kullanırlar, yarın sahte polis kimliği, öte gün temizlik görevlisi (sabancı ikiz kuleler), ardından kara çarşaflı bir bomba eylemcisi (Sultanahmet) ya da hiçbir şey kullanmadan olduğu gibi....

Önemli olan devletin, hükümetin, tüm güçleri ve yetkileriyle terörizme karşı kararlı mücadele etmeleridir. Bunu yaparken de teröre, terör diyebilmekten kaçınmamaları gerekir. Açık söylemek gerekirse, PKK ile masa başına müzakereye oturup da DHKP-C'nin (ya da bir başka örgütün) terör eylemlerini kınamak, garip, çelişik, samimiyetsiz, tutarsız ve kabul edilemez bir tutumdur. Dün akşam Başbakanımızın bize seslenişini dinlerken, yüz ifadelerine bakarken tam da düşündüğüm buydu. "Sayın Öcalan" diye hitap edilen kimse ve yandaşları, dünkü eylem benzeri hatta daha vahşi binlerce eyleme imza atmış bir kimselerdir. Yanılıyor muyum? 

PKK'nın bugün itibariyle getirildiği konumun (açılım sürecinden bahsediyorum), diğer terör örgütlerini cesaretlendirdiği düşüncesi beni çok korkutuyor. Çünkü terör bir kez, "legal" hale getirildiğinde bu kötü bir emsal olur, ama emsaldir, bir umuttur....

Hiçbir şey bildiğim yok, felaket tellallığı da yapmak istemem ama bugün geldiğimiz durum, kendi ellerimizle hazırlanmış bir durumdur. Devlet, bir grup teröristle masaya oturup bir grup teröristin yaptığını kınamaktadır. Dolayısıyla çorap sökülmeye başlamıştır bence. Bundan sonra olabileceklerin sorumlusu "avukat cüppesi giymiş, elinde sahte avukat kimliği olan terörist"ler değil, terör ayrımı yapan idarecilerimizdir.

Başsavcımızın o minnacık masum çocukları da, terör mağduru yetimler kervanına katıldı. Onlar, tıpkı diğer yavrular gibi hiçbir zaman adalete inanmayacaklar, devlete güvenmeyecekler, basına inanmayacaklar, güvenlik tedbirlerine itibar etmeyecekler, akıllarında kalan son şey babalarının ağzı kapalı başına silah dayalı görüntüleri olacak.

Ve bir gün idareciler çıkıp, DHKP-C ile müzakere masasına oturduklarında (oturmayacaklarını söyleyebilir misiniz?), hayatlarındaki son hayal kırıklığını yaşayacaklar. Ve bir daha asla hayal kurmayacaklar. Tıpkı PKK'nın katlettiği binlerce insanın yakınları gibi.....

Terör, terördür. Her kime, hangi amaçla, ne şekilde işlenmiş olursa olsun. Terörle kararsız mücadele, terörü destekler, siz bitti sanırsınız ama o, pusuda bekler......        

30 Mart 2015 Pazartesi

"Armut Dibine Düşer" mi?

Eşimin internetten aldığı, Andrew Solomon'un, "Far From The Tree" isimli kitabı eve varıp da şipşirin kapağına aldanıp arka yüzünü ve iç sayfalarını okumaya giriştiğimde, bana kalsaydı bu kitabı alıp okumazdım, çok moral bozucu diye düşünmüştüm. Meğer çok yanlış bir düşünceymiş, bunu sonradan, kitabı okudukça, okuyup düşündükçe ve insan türüne farklı bir açıdan bakmaya başlayınca anlayacaktım.

Gel zaman git zaman, eşim kitaba gömülüp okurken beni de merak sardı, hem konuşacak ortak bir konu çıkar hem de İngilizce'mi unutmam düşüncesiyle sarıldım kitaba. Okuduktan sonra bir daha asla aynı insan olamayacağımı bilmiyordum tabii.

Andrew Solomon'un bu kitabı, "armut dibine düşmezse" ne oluru anlatıyor. Bizzat röportaj yaptığı, yıllarını alan inceleme, araştırma ve tanıma çalışmaları kapsamında, sırasıyla sağır, cüce, down sendromlu, otistik, şizofrenik, sakat, dahi, tecavüz ürünü, suç işleyen, trans çocukları, bu çocukların ve ana babalarının hayatlarını anlatıyor. Evet, gerçek, çok gerçek, eğer bir şekilde civarınızda yoksa sizin çok dışınızda, bilmediğiniz, bilemediğiniz, farkında bile olmadığınız, belki es kaza karşılaştığınızda "evlerden ırak" nidalarıyla uzaklaştığınız ya da "sirkteymişçesine" gözünüzü dikip her hareketlerini pür dikkat incelediğiniz, "armudun çok çok farklı bir yere düştüğü" hikayeler.

Evet, hamilelikteki testler çok güvenilir, çok çeşitli, birçok durumu önceden tespit edebiliyor ve siz, tamamen özgür iradenizle kararınızı verebiliyorsunuz. Ama biliyor musunuz bu kitaptaki bazı ebeveynler "ters" giden gebelik sonuçlarına rağmen çocuğu dünyaya getirmeyi seçiyor ve hayatları ona göre akıyor. Ya da başta herşey "normal" gözükürken, doğumla birlikte ya da çocuk belli bir yaşa gelince "farklılık"lar ortaya çıkıyor. Yani herkes ana babasına ya da ailesinin diğer üyelerine benzemiyor, genler aynı bir labirentte yol bulur gibi yüzyıllar öncesinden akıp geliyor ya da  "işte öyle" oluyor.

Sağır ve cüce çocukların anne ve babalarının, eğer ana babaları kendileri gibi değilse, "sen sesleri duyabiliyor musun, neye benziyor?" ya da "boyum ne zaman akranlarımki gibi olacak?" sorularına mazur kaldıklarında yaşadıklarını düşünce kapsamına almak bu kitabın yarattığı bir farkındalık. Engelli çocuklarınsa, kendileri için korkunç fedakarlıklarda bulunan anne babalarının farkında bile olmamaları, bu insanların bir kez bile çocuklarından "anne, baba" kelimelerini duymayacak olmaları hayatın bir başka soğuk yüzü. Trans çocuklar açısından dikkatimi çekense, daha bebeklik çağında mesela 6 aylıkken kendi öz cinslerinden olmayan renk ve oyuncaklara aşırı tepki vermeleri oldu. Mesela kız bebeklerin, mavi giydirildiklerinde saatlerce ağlamaları gibi.

Dünyaya getirmeye karar verilmesi en zor çocuklardan biriyse, tecavüz ürünü çocuklar. Anne, bu çocuğu dünyaya getirdiğinde her daim o felaket olayı hatırlıyor, bunu suçlusunun çocuk olmadığını bildiği halde ona bağlanmakta sıkıntı yaşayabiliyor, çocuğu dünyaya getirdiği için ailesinden tepki görebiliyor vs.

Peki ya çocuğunuz suç işlerse? Andrew Solomon, kitabında bir arkadaşıyla okulu basıp öğrencileri öldüren ve sonrasında intihar eden bir çocuğun ailesiyle röportaj yapmış. Hakikaten okumaya, düşünmeye değer. Yoksa siz, "ben çocuğumu çok iyi yetiştiriyorum, onu çok iyi tanıyorum, gayet de uysal bir çocuktur" diyenlerden ve buna çok inananlardan mısınız?

Bu kitabı okuyuncaya kadar, dahi bir çocuğun süper bir fikir ya da şans olduğunu düşünüyordum. Meğer değilmiş. Dahi bir çocuğun da kendine göre zorlukları varmış. Özellikle de ana babanın, dahi çocuğu sömürür hale gelmesi ve bu tip çocuklarda intihar oranlarının yüksekliği, kitabı okudukça farklı dünyalar olduğunu anlamama yardım etti.

Tüm bu değişik hikayeler arasında benim açımdan en acı olanı, suç işleyen çocuklar. Çocuğun illa birini öldürmesine gerek yok tabii, insanların hayatlarını mahfeden yalanlar söylemesi, iftiralar atması, nankörlük etmesi bile yeter.

Kitabı okudukça anladım ki, birbirimizi tanımıyoruz, farklı hikayelere kapalıyız, önyargılıyız, düşüncesiziz, çocuklarımızı da kendimiz gibi yetiştiriyoruz. Her yıl, çeşitli yaşlarda 770 engelli öğrenci, sırf bizler çocuklarımıza "engelli arkadaşlarına nasıl davranacaklarını" öğretmediğimiz için okulu bırakıyor. Ki bence buradaki engelli sözü geniş anlaşılarak "farklı" olarak değiştirilmeli. Bunun ötesinde "farklı" bireylerin yaşamını kolaylaştıracak okullar, alışveriş merkezleri, sağlık kurumları, sosyal yayınlar yok denecek kadar az. Sağır olduğunuzu ve bir lokantada sipariş vermeniz gerektiğini düşünün ya da tekerlekli sandalye ile markete gitmeyi deneyin ya da gözlerinizi kapatıp yemeğinizi yemeye çalışın ya da tüm bunları etrafınızdaki tüm gözler sizi seyrederken yaptığınızı hayal edin ..... Maalesef kitaptaki en çok yakınılan konulardan biri bu, "çocuğumla nereye gitsek herkes işini gücünü bırakıp bizi seyrediyor hatta parmaklarıyla işaret ediyor".

Andrew Solomon'un korkunç emek vererek, yayın dünyasına kazandırdığı bu kitabın en kısa zamanda dilimize çevrilmesini ve sadece akademik çevrelerde değil, sıradan insanlarca da okunmasını dilerim.... birbirimizi daha iyi anlamak, yargılamadan önce bir kez daha düşünmek, hayatın dayanışarak ve hep birlikte daha kolay ve yaşanası olduğunu bilebilmek, orkestra ahengini yakalayabilmek için...

24 Mart 2015 Salı

Kilo bağışçısı olmak istemez misiniz?

"Yaz yaklaşıyor sevgili okur, benim kilolar aldı başını gitti, üzerinize afiyet bir iştahım var ki sormayın, e oldu olacak bu yaz denize duba olarak beni bağlayacaklar" diyebilmeyi ve bu yazının kilo problemlerini anlatır (bence gayet de iç bayıcı) klasik bir yazı olmasını çok ama çok isterdim. Ama değil :)

Dün doktordaydık, 10 gün kadar evvel, akciğer filmi eşliğinde, Defne'ye konulan "zatüree başlangıcı" teşhisinden sonra, tam iyileşmiş mi bakıldı, nitekim iyileşmişti, bunu ben de anlayabiliyordum da anlamak, kabullenmek istemediğim bu son hastalığın kilo anlamında Defne'yi vurmuş olmasıydı. Zar zor aldırdığım ve hastalık boyunca dibe vuran iştaha inat, peşinden gide gide yedirdiğim lokmacıklara rağmen 300 gr vererek, ulaşmamızın zaten imkansız olduğu kilo hedefini uzak menzillere yerleştirmiş kızım. Zaten biliyordum, görüyordum, en basiti yıkadığımda ya da külotlu çorap giydirdiğimde sıskacık bacakları ortaya çıktığında...... Hiçbir konuda olmadığı gibi kilo konusunda da Defne'yi başka çocuklarla kıyaslamıyorum, çünkü ben de başka annelere benzemiyorum ama kilo yok mu kilo, gözle görülüyor işte....

Velhasıl, doktorumuz yine bu konuya geldi, yeni çözüm önerileri getirdi, hatta konuşurken bir ara "evinizde baskül vardır...." dedi, cevabım, dışarıdan görülmeyen ateş basmaları(hayır menapoz değil, bildiğin sinir gelmesi) eşliğinde "maalesef var" oldu, ki maalesef lafıma doktorumuzun yardımcısı dahil hepimiz güldük. Sonuçta 1 ay kadar sürecek "Defne'ye kilo aldırma" projesini kucağımda bularak doktordan ayrıldık. Gerçi bu yeni bir şey değil, doğdu doğalı ona kilo aldırmaya çalışmaktan ve şu son 2 yıldır kaşık kaşık aldırdığım kiloların hastalıklarda kepçeyle gitmesini görmekten helak olmuş vaziyetteyim.

İşin komik yanı, baskül tabii bu projemizde vazgeçilmez şekilde baş tacımız olacak. Sabah uyanınca, affedersiniz tuvaletten sonra, gün aşırı, haftada bir, özetle anne kalbi bu uygulamayı ne sıklıkta kaldırırsa küçük insan basküle çıkarılacak, notlar alınacak, her öğün bir öncekinden daha fazla yemesi sağlanacak ve böylece, bugüne kadar denenmemiş yeni metotların da yardımıyla küçüğün mide kapasitesinin artması hedeflenecek. Tüm bunlar olurken, minik mideyi aşırı zorlayıp kusmaması sağlanacak vs vs vs vs .... Yahu diye haykırıyorum bu noktada, neden bu çocuğu yemesi için rahat bırakmıyoruz??? Çünkü yeeeemiiiiiyooooooorrrrr diye cevaplıyor bir başka ses ve en iç ses bunun doğru olduğunu biliyor.

Dün itibariyle edindiğimiz bu güzide projemize gelen en içten ve anlamlı yorum eşime aitti, yine kendince koydu noktayı daha da yorum yapmayacak. Kendisi liberal bir baba olarak, sıkı bir "bırakınız yesinler bırakınız yemesinler, acıkırlarsa zaten yerler"ci olmakla beraber, zayıflığın dayandığı bu uç noktada tüm sloganlarından vazgeç(iril)miştir. İşten döndüğünde, olan biteni, yani yapacaklarımı detaylı olarak dinledikten sonra (yok anacım daha dinlerken belliydi aklından geçenler) ciddi bir ses tonuyla "bence bunun yerine sen bir maymun al, onu mekiğe yerleştirip uzaya gönder, bak daha çabuk ve kolay olacak" demesin mi? Güleyim mi ağlayayım mı, bana reva görülen bu projeyi başlamadan rafa mı kaldırayım bilemedim. Ve tüm bu gönülsüzlüğümün göstergesi olarak bu sabah kızı tartmayı unuttum. Bunu da spikerin "dakika bir gol bir" anonsu eşliğinde Defne'yi yuvaya bırakırken fark ettim iyi mi? Olsun be sevgili okuyucu, bu proje kısa vadeli değil, uzun vadeli bir proje, yani bunu bir maraton olarak görmeliyim, az zamanda çok işler başarmayı değil, uzun vadede kalıcı kilolar kazandırmayı hedeflemeliyim, mantar panoma asacağım kilo çizelgesine her sabah ve akşam umut dolu gözler ve içimden okuduğum marşlar(geliyor geliyor kilocuklar geliyorrrr) eşliğinde bakmalıyım. Hayat bir imtihan derler ya, benim de kaderim baskülle imtihanmış, hadi sayılar Defne için gelsiiiinnn :)

Not: Bahar ve ardından gelecek yaza binaen, fazla kilolarından kurtulmak isteyen herkesten kilo bağışı kabul ettiğimizi ilanen duyururum.

   

17 Mart 2015 Salı

Tuzlu Kurabiye Masalı

Çok uzun zamandır yemek tarifi vermiyordum. O kadar güzel, ihtişamlı, maharetli tarifler yayınlayan bloglar var ki onlara haksızlık ederim gibi geliyordu bana, bir de uzun zamandır yeni birşeyler denemiyordum. Demek buraya kadarmış. Geçenlerde paylaştığım bayat simit böreği ve şimdi paylaşacağım tuzlu kurabiye ile tam gaz sahalardayım, tabii kendi kategorimde :) pratik ve basit...

Dün Defne evdeydi. "İnşallah bu son olsun" deyip "amin"i eksik ettiğim (olmayacak duaya amin demiyoruz ya ondan) son hastalığın bence son nekahat günündeydi. Defne'yle evde olmak hem çok güzel hem hava kötüyse çok sıkıcı. Sabahtan öğlene kadar klasik geçen günün ardından, baktım olmayacak alayım bu küçüğü yanıma da uyutayım dedim. Aslında Defne, öğle uykusunu kaldıralı çok oldu, ama hasta olduğunda ya da azıcık keyifsiz ve itiraf ediyorum böyle nekahat günlerinde gün çabucak geçsin diye, öğle yemeğinden sonra kendisini koca yatağa taşıyıp kollarıma yatırıyorum. Birbirimizi koklaya koklaya, terlete terlete uyuyoruz. İtiraf ediyorum, en güzel, en derin, en verimli uykularımı o yanımdayken uyuyorum. Dün de öyle yaptık, devrildik yatağa, dayısının küçükken en sevdiği kozu "uyumıycam, gözümü dinlendiricem" kozunu kullandıysa da dayanamadı uyudu. Ben de dalmışım. Uyandığımda, öğleden sonra olmuştu bile, baktım benimki hala uyuyor, ona bir "iyi ki uyudun" sürprizi hazırlayayım. Son iki haftasonudur, eşimin babaannesinin vefatı yüzünden uzaklardaydık, Defne de babaannesinde torunluğun tadını çıkarıyordu, birlikte kurabiye yapmak da bunun en güzel noktasıydı sanırım. Hadi dedim şu meşhur kurabiyeyi biz de yapalım.

Tuzlu kurabiye yapmak, daha doğrusu annemle mutfakta olmak benim de en sevdiğim şeydi küçükken. Ancak buna çok zaman bulamıyorduk, çünkü o çalışıyordu. Küçüklüğümün en güzel hatıraları, annemin kardeşim için aldığı doğum izninde evde olması ve okul dönüşü bana kek, poğaça pişirmiş olmasıydı. Sokak kapısını açınca o koku burnuma çarpar, merakla, bana ne hazırladığını görmek için mutfağa koşardım ve o pis ellerimle ilk lokmayı kapar, annemin çığlıklarıyla tuvalete el yıkamaya giderdim. Annemin tuzlu kurabiye tarifi kayıplarda, çünkü bir tarif defteri olmadı annemin, minik kağıtlara yazdığı kimi tariflerse sadece onun anlayacağı dilden, ama olsun. Kayınvalidemin tarifi, onunkine en yakın olan sanırım, hatta belki aynıdır kim bilir? Defne uyurken hamuru hazırladım, anneannemin diktiği mutfak önlüğünü çıkardım. Baktım bizimki kalkmayacak, terli nanoşlarını öpe koklaya uyandırdım bızdığı. Kurabiye yapacağını duyunca çok sevindi tabii.

Hemen taburesine tünedi, ninesinin diktiği önlüğü bağladık, anneannesinin kurabiye kalıplarını aldı ve babaannesinin tarifiyle hazırlanan hamurla işe koyuldu. Uzuuunn yılların ardından, çok farklı bir mutfakta, biri artık yetişkin bir anne diğeri yolun çok başında bir kız, yeni denebilecek eski bir önlük, yılların eskitmediği kalıplar ve tarifle, aynı lezzeti yakalamaya çalıştık. Kurabiyeler piştikçe fırından yayılan koku, cenneti andırıyordu benim için.... Normalin aksine hiç yaramazlık yapmadı Defne, belki içimi kaplayan hüzünlü mutluluğu o da fark etti bilemiyorum. Yağlı ellerini sağa sola sürmedi, hatta baktım babaannesinden ve Ayşe annesinden öğrendiği gibi şekilleri çıkardı, kurabiyelerin üstüne yumurta sarılarını sürdü, tepsiye dizmem için bana uzattı. Acaba dedim içinden, günün birinde bu yaptıklarımızı o da hatırlayacak ve kendi çocuğuyla ya da tek başına tekrarlamaktan keyif alacak mı? Sarıldım kağıt kaleme, tarifi hemen defterime taşıdım. Herşeyi kayıt altına aldığım gibi, bunu da unutulmamak üzere kaydettim, çünkü biliyorum ki unuttuklarımızı bize fısıldayacak birileri olmuyor her zaman.

Merak edenler ve farklı bir lezzet denemek isteyenler için;

Malzemeler: Bir dilim yağlı beyaz peynir, peynirle aynı miktarda tereyağ, 1 yumurta, tuz, aldığı kadar un.

Yapılışı; oda sıcaklığındaki beyaz peyniri ufalıyoruz. Yine oda sıcaklığındaki tereyağla iyice yoğuruyoruz. yumurtanın akını ve tuzu ilave edip tekrar yoğuruyoruz. Kulak memesi kıvamında bir hamur tutturana kadar un ilave ediyoruz. Hamuru kurabiye kalıpları ya da bir bardakla kesip (çok marifetliler sadece elleriyle de şekil verebilir tabii :) )  üzerine yumurta sarısı sürdükten sonra önceden ısıtılmış fırında üzeri hafifçe kızarana kadar pişiriyoruz.    

    

12 Mart 2015 Perşembe

Bayat Simitten Börek


Simit ya da gevrek, adı ne olursa olsun harika bir lezzet öyle değil mi? Kendimi bildim bileli bayılırım simide. Tek başına, yanına bildik ikileme- üçlemelerle (peynir, çay/ayran) her öğün her yerde. İster ayaküstü ister uzun soluklu kahvaltı sofralarında. Ama illaki de billaki de tallahi de sokak simidi. Bu dediğim, ortada bunca açlık ve yokluk varken, şımarıklığın daniskası biliyorum ama o yumuşacık pastane simidiyle aram hiç olmadı.

Geçenlerde sevdiğim bir arkadaşım kahvaltıya geldi, maalesef sokak simidi bitmişti, mecbur pastaneden aldım, haliyle de pek yenmedi. Normalde hiç artmayan simit arttı, ben de klasik yöntem dondurucuya kaldırdım. Artan simit ya martılara gidecekti ya bir şekilde biz yiyecektik. Bu sefer, havaların açık gitmesini fırsat bilerek hayvancağızların rızkına göz diktim ve simitleri kendimize yedirmeye karar verdim :) İnternet iyi ki var, herşeyi pek bilen google'a "bayat simit" yazınca envai çeşit tarifle karşılaştım. Mevsimsel kullanım ve elde mevcut erzakı düşünerek, fotoğraftaki lezzeti anlatacağım şekilde pişirdim. Yumuşacık, gayet doyurucu hatta şişirip patlatıcı oldu. İster kahvaltıya ister çay saatine ister yardımcı yemek olarak tüketilebileceğini düşünüyorum. Ölçüleri tam veremiyorum, göz kararı uyguladım.

Bir tam simidi, ince halkalar halinde kestim. Hafif yağladığım güveç kabına (borcam da olur) dizdim. Üzerine yine incecik yağ gezdirdim. Diğer yanda bir yumurta, yarım paketten az krema, süt, rendelenmiş kaşar, tuz ve karabiberi çırptım. Bu harcı gezdirerek simitlerin üzerine yaydım. Bu haliyle simitlerin harcı iyice çekmesini bekledim. Sonra da ısınmış fırında üzeri kızarana kadar pişirdim.    

Deneyecekler, mevsime göre domates, biber; isteğe göre sucuk, kırmızı pul biber de ekleyebilirler. Krema şart değil, onun yerine sütün miktarını arttırmak yeterli olacaktır.

Afiyet olsun :)

26 Şubat 2015 Perşembe

Grip Salgını ve Kitap Önerisi (Yaramaz Ejderhalar)

Çocuğu olup da bir kışı hastalıksız geçiren aile duymadım, görmedim, var mıdır, hiç sanmıyorum. Defne, kendi kategorisi açısından uzun sayılabilecek bir sürenin ardından hasta oldu, grip mi o mu bu mu şu mu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, lakin feci, dolu dolu öksürük, sarıdan yeşile yeşilden sarıya dönen rengarenk bir burun akıntısı, yağan karın en üst kattaki evimizi kutup bölgesinden halliceye çevirmesi derken uzayan iyileşme süreci ve doğal olarak kendi hayatımı kurma hayallerimin yine derin sulara gömüldüğü bir hafta geçirdik(geçti mi bilmiyorum, ilaçlar bitti, düzeldi gibi ama kim emin olabilir ki sinsi mikrobun yok olduğundan). Kış mevsiminin adını "antibiyotik mevsim" olarak değiştirmek isteyen Blogbabba'ya hak vermeyeniniz var mı? Sosyal medyada ya da arkadaşlarımdan takip ediyorum ki, yine bir salgın var. Üst solunum yolları hastalığı, bol öksürüklü cinsinden kol geziyor. Buna da biz sebep oluyoruz. Hastayı, tecrit etmiyoruz, oysa grip ilaçla değil en etkin olarak yatarak/dinlenerek geçirilir. Zaten hasta insanın halsiz olması, iştahsız olması da bu yüzdendir değil mi? Vücut yemek istemez, çünkü enerji istemez, kalkıp koşacak coşacak hali olmamalıdır ki, yatsın dinlensin, uyusun ki tedavi olsun, en doğal cinsinden, zaten grip ilaçları da bu yüzden uyku yapar, hani beğenip de almayız ya, " ayyyyy uyku yapıyor o ilaaaaçççç kendimi sokaklara atamıyorummmmm". Oysa büyükler iş gailesi çocuklar okul derken hasta olanın evde kalıp yatması fikri herkese nedense "acayip" gelir oldu. Hasta mısın, al ilacı, iç bir bardak portakal suyunu (kan şekerin, enerjin tavan yapsın) at kendini yollara, işin ilginci evden çıkmak zorunda olmayanlar da bu yöntemi izleyip salgına derin katkılarda bulunuyorlar. Bu yüzden kimse ağlamasın, bağırmasın "salgın var" diye, hepimiz ayaklı mikrop yuvasıyız, bu böyle biline. Tecrit şart, acilen, gerekirse devlet eliyle :) -iç güvenlik yasa tasarısına bence gripli insanlarla ilgili bir madde mutlaka eklenmeli. Hatta blogbabanın yukarıdaki linkinde belirttiği gibi kireç dökmeli, dezenfekte etmeli vs vs-

Yaramaz Ejderhalar, İş Bankası Kültür Yayınları'nın güzel kitaplarından biri. "Diren İş Bankası, varlığın ümit veriyor" sloganları eşliğinde anlatmak istediğim bu kitap, bazılarınız için deriiiinnn anlamlar içeriyor olabilir. Bunu okuyunca anlayacaksınız, peşinen söyleyim çocuklara çevre, doğa sevgisi, bilinci vermeyi hedefleyen bir kitaptır kendisi. İşte bu yüzden, Gezi hareketine ilham vermiş olabileceği de düşünülerek acilen toplatılmalı, yakılmalı, yıkılmalı, yok edilmeli, gencecik beyinler böyle düşüncelerle meşgul edilmemelidir(sannırım iç güvenlik paketi buna imkan veriyordur vermiyorsa da bir kere delinmekten birşey olmaz). Şaka bir yana, kitap bence nefis. Çizimleri, seyrederken kaybolabileceğiniz cinste, rengarenk, baskı kalitesi yüksek. Ejderhalarla dolu gezegen, çok yaşanası bir yerken, işler değişiyor. Ve her çocuk kitabında olduğu gibi işler sonunda tatlıya bağlanıyor.

Özet; grip olanlara zulmedilsin, kitap toplatılsın demiyorum; şakaydı :)      

17 Şubat 2015 Salı

Yaramaz Fareler- (çocuk kitabı önerisi)

Bugün, devasal bir kitapçıdan hiçbir çocuk kitabı alamadan ve kendim için istediğim kitabı bulamadan çıkmayı başardım. Alkışlar, bol tezahürat bana geliyor. Evet çocuk kitabı alma konusunda çok seçiciyim, daha önce de anlattığım gibi okumadan, resimlerini ve anlatım dilini önce kendim beğenmeden alamıyorum. Bazı kitapların anlatımı iyiydi ama çizimlerini beğenmedim, kaba ve hantal geldi. Bazıları Defne'ye göre uzundu, kaybolup gidecekti bir yerlerde. Bazıları motomot "şu şöyledir, bu böyledir" içeriğindeydi ki, o tür kitapları hiç sevmiyorum. Belki bu kadar titizlenmek doğru değil, benim hoşuma gitmeyen bir anlatımı ya da çizimleri Defne beğenebilir, ama sonuçta başkasına birşey alırken önce kendi içimize sinmesi gerekmiyor mu?

İşte bu yüzden, eve döner dönmez yapmam gereken tüm işleri bir kenara bırakıp geçtim blogun başına. Uzun zamandır yapmadığım, çocuk kitabı tavsiyelerinden birini yazmaya koyuldum.

Birkaç ay evvel yine 1 saate yakın süren kitapçı ziyaretimde, onlarca kitabı tarayıp Yaramaz Fareler'i bulmuştum. Yazım dili, resimlerin sempatikliği, hikayenin akıcılığı ve doğrudan değil de dolaylı olarak mesaj vermesi, baskı kalitesi çok hoşuma gitmişti. Yazar ve resimleyen Helga Bansch, Avusturyalı bir pedagog, 25 yıl da ilkokul öğretmeni olarak çalışmış. Yazdığı ve resimlediği kitaplar, çeşitli ödüller almış.

Kitap, birlikte yaşamanın mümkün olduğunu anlatıyor. Kahramanız Gülsen Hanım'ın evini fareler istila eder. Gülsen Hanım da onlardan kurtulmak için çeşitli yöntemler dener ve en sonunda pes edip evini terk etse de, sıla hasretine dayanamaz, illa dönecektir evine. Peki ama farelerle nasıl uzlaşacaktır?

Defne, bu kitabı beğendi. Bazı bazı hikayeden çok resimlere dalıp gitti, hakikaten çok espirili, detaylı çizimleri var kitabın. Favorisi, farelerin kaka yapıp Gülsen Hanım'ı çıldırttıkları sayfa oldu, Allah'tan bunu evde benim üstümde denemedi :)

Yarın, muhtemel bir kar tatiline hazırlıksız yakalanmak istemiyorsanız, bu kitabı şiddetle tavsiye ederim.    

15 Şubat 2015 Pazar

Gizem'den Özgecan'a

En başta kendimden ve eşimden, sonrasında da hayatımdaki gerçek anlamda tanıdığım ve iyi bildiğim erkeklerden ve kullanacağım üslup yüzünden okuyacak herkesten özür dileyerek yazıyorum. 

Çok çok uzun yıllar sonra, ilk defa dün gece, kendi evimde, kocam yanımda, kızım kendi odasındayken, kendimi son derece savunmasız, sanki açık kapılar/pencereler ardında, her an birisi başucumda beliriverecekmişcesine hissederek yattım. Baktım olmayacak, bu adamları nasıl öldürebilirim diye düşündüm durdum. Bir tabanca bulup ilk otobüsle gitsem? "Avukatım savunma yapacağım" diye kandırıp içeri girdikten sonra, zehirli ev yapımı poğaçaları yedirsem, malum tabanca filan kullanamam ki? Onların alacağı cezadan çok daha azını alırım ya da belki hiç ceza almam öyle değil mi? Derken uyumuşum.... uyumasaydım çıldıracaktım ya da karakolluk olacaktım....

"Müslüman adam sevgililer günü mü kutlar?" geyiğini arka plana itecek bir gündem vardı dün, keşke olmasaydı da, yılbaşı kutlamaları eleştirilerinden sonra bunu dinleseydim. Evet Özgecan vardı. Hatta bir önceki gün minik Gizem vardı, katili için verilen ceza belli oldu. Yoksa unuttunuz mu Gizem'i? Aaaaa ne çabuk, oysa onun tecavüz edilerek katledilişi de hayli yankı uyandırmıştı, yoksa hergün bir kadın cinayeti artık aklımızda tutamıyoruz mu diyorsunuz? Ayyy hiç önemli değil, Avrupa'da, Amerika'da da oluyor bunlar, merak buyurmayın, Gizem'den Özgecan'a yarın falancaya unutuuuur gidersiniz. Öyle mi?    

Bak şimdi sevgili okur, bu canım, "% 99'u Müslüman" ülkede olaylar şöyle gelişiyor:

Bir kız dünyaya gelir, doğumu şanssızlık olarak görülür, çocuk hesabına dahil edilmez, hakkında "kölen olur" denir. Daha küçücük yaşında "farklı" olduğu bilinç altına işlettirilir. Etek boyu, oturup kalkması, sokaklarda "erkek çocuklar gibi coşarak geç saatlere kadar" oynayamayacağı bellidir. Kimi evlerde annesi, babasına bile değiştirtmez kızın bezini. Babanın "beceriksizliği" değildir neden, "kız alışmasın" diyedir. Genç kızlığa adım atış, kızın iyice eve kapatılmasıyla sonuçlanır, hatta bazen zorla örtülür de genç kız. Malum artık adet görmüştür, bir an önce de evlendirilmeli, evini kocasını bilmelidir. Evlenir, dayak yer, şiddet görür "kocan o, döver de sever de" denilir. Öz ana babası dahil,kimse arkasında durmaz. Tecavüze uğrarsa bu onun suçudur, tez elden hükmü verilmeli, namusu temizlenmelidir, asla ve asla "pipi"nin suçu değildir tecavüz, "pipi" masumdur, yücedir.
Ya da daha "modern" evlerde kız okutulur ama hep "belli bir saatten önce eve dönmesi, onunla bununla vakit geçirmemesi, hatta kimi ultra "modern" ailelerde "elletmesi ama vermemesi" öğretilir. İffet, sadece kadın içindir bu ülkede. Oysa yaşıtı erkekler, çocukluklarını doya doya, kuralsızca yaşamış oldukları gibi cinsel yönden hiçbir sınırlama ve terbiyeye de tabi tutulmamışlardır. O muhteşem "pipi" mutlaka gösterilir falanca amcayla teyzeye. Erkek çocuklar deniz kenarlarında mayosuz, "pipi"lerini sallaya sallaya dolaştıklarında kimse yadırgamaz da kız çocuk bırak anadan üryan gezmek, ıslak mayosu değiştirilecek olsa kırk kat havluya sarılır. Sünnet edilen erkek çocuk için düğünler, merasimler yapılması adetten olmakla beraber, kız çocuğun regl olması saklanacak, korkulacak, kızın aklının başına devşirtilmesini gerektirecek, tokatlanacak bir olaydır. Kimse kızının ilk pedini sallaya sallaya ortalıkta dolaşmaz da sünnet derisi pilava mı atılırdı ne, yoksa bu şakacıktan mıydı? Erkek adam "bekarlığın tadını" "elinin kiri" adı altında çıkarırken, hanım kızımız "namusuyla oturur", "adamı çıldırtmaz". Erkek adam, başörtülü karısının yanında şort mayosuyla denize girerken, karısı ya ona havlu tutar ya da "şans"lıysa haşemasıyla eşlik eder. Adam, denizden çıkınca kıllı göbeğini gözümün içine baka baka kaşır, kadının gözleriyse yerdedir, belki de o sıcakta o pardesünün içinde erimiş gitmiştir de siluet kalmıştır geriye. Erkek adam, gezer tozar gününü gün eder, iş evlenmeye gelince, bir kalemde geçmişini silerek, "tertemiz" bir kızla evlenmek ister. Ve düğün günü erkek adam, geçmişini sembolize eden kapkara bir damatlık içindeyken, hanım kız bembeyaz gelinlikledir, hatta yetmez bir de kan kırmızısı kuşak bağlar beline. Bazı bazı, sabahına kanlı çarşaf da gösterilir iç ferahlatıcı olarak. Kadın, dayak yer susar, çalışıp kazandığı parasını esrarkeş-içkici- kumarcı ya da her işi batıran kocasının eline sayar yine susar, üzerine kuma getirilir yine susar, elinin hamuruyla eteğinin eksiğiyle er kişinin işine karışmaz. Çünkü canına tak edip boşanmak istese, ne olacağını gayet iyi bilir........ tıpkı her gün üçüncü sayfa haberlerinde gördüğünüz gibi, evet her güne düştü, yarın güneş doğacak ve bir sapık, bir kadını öldürecek.    

Kadın ve erkek için farklı ahlak, örf ve adet kurallarının işletildiği, ikiyüzlü, ikircikli, çağ dışı toplumlar asla gerçek adalete, refaha, insan hakları seviyesine ulaşamazlar. Ülkemizin de durumu budur. Yukarıdaki paragraf çok kısa ve yetersiz bir özettir.

Özgecan'ın hunharca katledilmesi, olayın ayrıntıları arasında, beni en çok düşündüren şey, babasının lazım olur düşüncesiyle bu kızcağıza biber gazı vermiş olması. Ben 20 yaşında üniversiteye giderken, kimse bana biber gazı vermedi, oysa ben terör mağduru bir aileden geliyordum. Bu da son 17 yılda, kadının durumu anlamında ülkemin geldiği acı tabloyu gösterir. Peki ya 17 yıl sonra Defne üniversiteye giderken ne olacak? Düşünmek bile istemiyorum. Gerçi belki gidemeyecek, malum Yeni Türkiye hedefinin mihenk taşlarından geçiyorsak çok da "hoş" bir noktaya ilerlediğimizi sanmıyorum.

Bu katliamın ardından işlenen başka suçlar da oldu tabii. Sosyal medyada yağdırılan küfürlerden ziyade bolca "suçu övme suçu" işlendi.  Övmek, "aslansın, kaplansın, iyi ki yaptın" tezahüratları olarak değil, "suçluyu mazur, olayı makul, maktülü hatalı" görmek/görebilmekti bence. "Neden o saatte dışardaydı? Neden minibüste son kadın kişi kalmıştı? Neden ailesinden bir erkek olmadan tek başınaydı? Neden öyle giyinmişti? Herşeyin sorumlusu laik sistem ve bu sistemin dizileridir (bunu söyleyen, eğer silmediyse instagram hesabında Nihat Doğan'dır, herhalde kendisi ve onu şakşaklayan takipçileri İran, Suudi Arabistan gibi şeriatla yönetilen ülkelerin suçlardan ari, cennet olduklarını düşünüyorlar. Aşkı Memnu'nun da 1900 yılında büyük ecdadımız Osmanlı döneminde yani şeri hükümler geçerliyken yazılıp basıldığından bihaberler ya da o kadar cahiller ya da bunları yorum olarak kibar bir dille yazdığımda bu yorumu silecek kadar kolaycılar) Bu olay münferittir, her ülkede olur (hatta bakınız yarın da bir tecavüz yaşanacak, tıpkı güneşin her gün doğduğu gibi) ...... şeklinde yaklaşımlar ve daha da acısı, bu olay özelinde değil ama genel anlamda toplumumuzun ileri gelenlerinin "kadın"a çok düşündürücü, manidar bulduğum yaklaşımları. "Kahkaha atan, kocasız tatile çıkan kadınlar", "Çalışıp erkeklerin işlerini ellerinden alan kadınlar", "evde oturup çocuk yapmayan kadınlar" , "hamileyken sokağa çıkmaya cüret eden kadınlar", "erkeklerle eşit olmayan kadınlar", "mini etek giyip erkeklerin aklını başından alan kadınlar... Bir de, "pembe otobüs olsaydı böyle olmazdı" diyebilecek cüretleri bulunanları nerelere kimlere havale edeyim bilemedim.         

Dün gece itibariyle, vardığım sonuçta, bu toplumun, özellikle de ailelerin baştacı ederek, zıvanadan çıkarttığı erkeklerin çoğunlukla sapık olduğunu ve bu sapıklıklarını kadınlara her anlamda zulmederek bastırmaya çalıştıklarını düşünmekteyim. "Biz o kadar sapığız ki, saçınızın telini, anamızın diz kapağını görmeye tahammülümüz yok" diyemiyorlar da "örtünün" emrini, işte öyle işlerine geldiği gibi yorumluyorlar. Kadınları örterken kendileri şort mayolarıyla denize/havuza girip vücutlarını tüm çıplaklığıyla sergilerken nasıl bir haz yaşadıklarını düşündükçe kusmak istiyorum. Ya da sokak ortasında sevgili "pipi"lerini karıştırırken etrafa attıkları utanmaz, umursamaz bakış yuh artık dedirttiriyor.    

Bizzat yaşadığım bir örnek vermem gerekirse; üniversiteye başladığım ilk yıl, o koca anfide her sabah yer kapmaca vardı. "Çalışkan" öğrenciler, mikrofonu kullanmayan hocaları daha iyi duymak için yarışır, ilk gelenler kitaplarını, kanunlarını koyarlardı ön sıralara, birbirinin yanına. Defalarca bu şekilde yer tuttuğumu ve ders saati gelip de yerime yerleştiğimde, komşu kitabın sahibi "er kişi"nin, usulca, zinhar benimle gözgöze gelmeden kitabını alıp bir başka yere oturduğunu hatırlıyorum. Çünkü o "er kişi" malum zihniyetteydi, yanyana oturup ders dinlememiz bile kim bilir nasıl birşeydi onun gözünde. Kaç kez rencide olmuş, aşağılanmış hissettim kendimi. Ne o, ben sapık mıydım, vebalı mıydım? Yanıma otursaydı, dersin ortasında orasını burasını mı elleyecek, müstehcen notlar mı yazacaktım ona? Ya da o? Dersin ortasında kendine hakim olamayıp deli gibi öpecek miydi beni? En sonunda yer tutmaktan vazgeçtim ama bu insanların verecekleri hükümlere, savunacakları adalete nasıl güveneceğimi düşündüm durdum, işte geldik 17 yıl sonrası Yeni Türkiye arifesine..... Bugünkü aklım ve onca yaşanandan sonra artık kendimi değil, o er kişileri suçluyorum. Derste yanıma oturmayan, koridorda karşı karşıya gelince duvar dibine iyice yanaşıp gözlerini yere eğe eğe geçen, es kaza konuşmamız gerektiğinde asla tokalaşmayıp, gözlerimin içine bakmayan pis sapıklardan iğreniyorum. Çünkü biliyorum ki ben, melekler kadar masumum, hep öyleydim bundan sonra da öyle olacağım. Ama onun gözünde ben, benim kızım, yarın kız torunum sadece "pipi"miz olmadığı için cinsel bir objeyiz, tahrik sebebiyiz, yürüyen "vajina"larız.  

Daha geçen cuma, laik eğitim için boykot vardı, gelen en büyük eleştirilerden biri her zamanki sakız söylem "% 99'u Müslüman olan bu ülkedeeeeeeğğğğğ, salyangoz mu satıyorsunuz, çocukların dinini öğrenmesine neden bu kadar karşısınız, ahirette dinini öğrenmeyen çocuk yakanıza yapışmaz mı siziiiiinnnn, dindar nesil zorunuza mı gidiyor...." du. Oysa sorun din ya da laiklik, dünyevi ya da uhrevi kimlikler değildi. Sorun üst kimlik sorunuydu. Bir türlü kabul etmediğimiz, kendimize yettiremediğimiz "İNSAN" olmak/olabilmek ve sadece "İNSAN" oldukları için tüm insanların herhangi bir din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin eşit kabul edilmesi sorunuydu. Sorun, toplumsal olarak evrensel değerlerimizin olmayışı, erkek sapıklığını pompalamaktan öteye gitmeyen yaşamlarımızdı.

Özgecan'ın annesi olduğumu bir dakika için bile hayal etmeye gücüm yok ama eğer onun adına birşey söyleyebilecek olsaydım şunu sorardım; "Kabataş'ta, Gezi eylemcilerinin cinsel tacizde bulunduğu iddia edilen, kocaman bir yalan olduğu ortaya çıkana kadar sonuna kadar sahip çıktığınız, hakkında demeçler verdiğiniz, kürsülerden hönkürdüğünüz, seçim/istismar/sömürü malzemesi ettiğiniz, asla "neden oradaydı, tüm kargaşa hareketlerinde yaşanır bu tip olaylar, makuldür, neden üstünde duruluyor anlamıyoruz" demediğiniz, hayali bir türbanlı kadınla bebeğine gösterdiğiniz şefkat, koruma ve basın açıklamalarını neden kızımdan esirgediniz? Kızım, kanlı canlı, başı açık olduğu için mi?" Biz, bu sorunun cevabı kadar, geceyle gündüz kadar bölünmüş, birbirinden ayrılmış, ayrıştırılmış, asla iflah olmayacak, kara ipliğin ak iplikten ayrılacağı ana kadar lanetlenmiş bir toplumuz. Bizi bu hale getirenlere fırsat verdiğimiz/vereceğimiz ölçüde de aydınlığa kavuşamayacağımız aşikar. 

Canım vatanımda sapıklık, ikiyüzlülük, riyakarlık, utanmazlık diz boyunu aşmış iyice yukarılara çıkarken, iki gündür, erkek sinek bile görmeye tahammülüm yok. Dolayısıyla, bugünden gayrı gerçek niyetin ne olursa olsun eğer "pipi"n varsa, peşinen, aksini ispatlayana kadar sapına kadar sapıksın ve mesafeni koruyacaksın.

13 Şubat 2015 Cuma

Gerçek Sevgi

Evvelki sene Eylül, Defne'nin yuvadaki ilk günü, alışma günü. Ben içerdeyim, onun beni göremeyeceği bir yerde. Çocuklar bahçede oynuyorlar, Defne de onlarla beraber, birden bir ağlama sesi geliyor. Tanıyorum, Defne'nin sesi bu. Yanına gitmemem gerektiğini bilsem de zor tutuyorum kendimi ve perdeyi usulca aralayarak bakıyorum. Öğretmeni kucağına almış bizimkini, hemen yanlarındaki bir başka çocuğa "Arkadaşlarımızı itmiyoruz Levent" diyor. Demek Levent, Defne'yi itmiş, ağlamanın nedeni buymuş. Defne, öğretmeninin şefkatli kollarında hemen sakinleşiyor. Bense Levent'in yanına gidip ona iki çift laf etmemek için "aklı selim, sakin, olgun anne" rolüme soyunuyorum.

Gel zaman git zaman Levent'in haşinliği devam ediyor. Defne eve geldiğinde Levent'in onu ittiğini söylüyor. Ben de kendimce akıl veriyorum ona. "Arkadaşım yapma" demesini istiyorum, öğretmenine söylemesini istiyorum, Levent'ten uzak başka çocuklarla oynamasını söylüyorum. Günler birbirini kovalarken, nasıl oluyor bilemiyorum ama Levent'le bizim kız çok iyi anlaşmaya başlıyorlar. Defne'nin bana anlattığına göre birlikte domates eve girip evcilik oynuyorlar. Defne kahvaltı hazırlayan, Levent de yiyen oluyor. Yine Defne'nin anlatımlarından anlıyorum ki Levent, iştahlı bir çocuk, rol dağılımı işte bu yüzden böyle. Sonraları, yuvadan gelen fotoğraflarda bu iki bıdığı yanyana görüyorum. Ve bir sabah Defne'yi yuvaya bırakırken, Levent de babasıyla yuvaya geliyor, bakıyorum babası deniz subayı kıyafetleri giymiş, herhalde Akademilerde olmalı diyorum, malum yuvaya yakın.

Araya yaz tatilinin girmesiyle Defne yuvaya ara veriyor. Bir sonraki sonbahar yuvaya döndüğünde Levent artık yok. Yuvadan gelince bana anlatıyor durumu. Günlerce üstüste "Levent bugün gelmedi" diyor "Levent'le oynamayı özledim, arkadaşım ne zaman yuvaya gelecek" diyor , ben de merak ediyorum neden gelmediğini. "En iyisi öğretmenine sor bakalım" diyorum ki net bir cevap alalım. Ve beklenen cevap geliyor, Levent'in babasının tayini çıkmış, dolayısıyla minik göçmen kuş Levent de yeni ildeki bir yuvaya kaydolmuş. Defne'nin bunu kabul etmesi ve Levent yerine başka bir arkadaşını koyması uzunca bir zaman alıyor. Bazen üsteleyerek bana soruyor Levent'i, "ben de onun yuvasına gitmek istiyorum" diyor. Tabii zamanla bu duygusu hafifliyor ve anca yuva fotoğraflarını açıp baktığımızda ya da Levent'ten bahsedildiğinde hüzünleniyor. Sanki büyük biriymişcesine "ne güzel oynardım seninle arkadaşım nerdesin" diye söyleniyor. Gözleri dalıyor.

Gerçek sevgi üzerine çok düşündüm, çeşitli zamanlarda bloga da yazdım ama bunun ne demek olduğunu Defne'yle öğrendim sanırım. Defne'nin arkadaşlarına, bize, bazı oyuncaklarına ve hayata duyduğu sevgi, bağlılık ve şefkat, birçok şeyin göstergesiydi. Öncelikle kendisinin gerçekten sevilen bir çocuk olduğunun farkında olması ve daha da önemlisi en azından bu yaş itibariyle, içinde bulunduğu sevgi çemberine, değer verdiklerini katabilme yetkisine sahip olmasıydı. Bunlar benim için çok büyük nimetler. Dilerim hayatı boyunca gerçek sevginin kıymetini bilsin, kendisine duyulan sevgiyi bozuk para gibi harcamasın, nankörlük etmesin.

Hakikaten sevgi dediğimiz şey, gayet saf, bir çok başka duygudan ya da istekten ari hislerimiz değil mi? Birbirimizi olduğu gibi kabul etme, iyi niyet ve hoşgörü bekleme, hakkında kötü düşünmeme, sadece yardım istendiğinde değil her daim yanında olma, rahatça sırtını dayama ve hoşça vakit geçirme.

Yarına "sevgililer günü" diyorlar. Oysa ben, yarına Defne'nin yuvasından fikir (ç)alarak, sevgi günü demek istiyorum. Elde kim varsa, kim tüm art niyetlerden ve fesatlıktan uzak olarak sevgi doluysa onu sevmek ve bunu kutlamak. Sevdiklerini unutmamak, onları yok saymamak, her daim yanlarında olmak. İşte yarın, özellikle bunun günü.

Gerçek sevgiyle seven/sevebilen ve sevilen herkesin Sevgi Günü kutlu olsun efendim.....      

   

12 Şubat 2015 Perşembe

Ya hepsi ya hiçbiri?

Pek çok kadın gibi benim için de hayat, anne olmadan önce ve sonra olarak ikiye ayrılıyor. Anne olduktan sonra, hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ne kariyerim ne mesleğim ne sosyal ilişkilerim ne aile bağlarım ne ben. Doğumdan sonra, kitabımın baştan yazıldığını ve bu sefer, önceye nazaran müdahale imkanımın pek olmadığını gördüm. Yön vermek istesem de veremiyordum ya da bazen olduğu gibi kabul etmek daha kolayıma gidiyordu velhasıl günler, aylar, yıllar birbirini kovaladı. Defne 4 yaşını tamamladı bile. 

Defne büyürken, yani hayat hızla akıp giderken çevremdeki kimsenin hayatı benim kadar değişmedi. Ben, anne olduktan sonra işten ayrıldım, arkadaşlarımla neredeyse hiç görüş(e)memeye başladım, sosyal hayattan elimi ayağımı çektim, haberleri en sevdiğim köşe yazarlarını bile takip edememeye/etmemeye başladım, bırak dünyayı ülkemde olup bitenlerden aylarca haberim olmadı. Tek derdim, uyuyup ruhumu yatıştırmaktı ama o bile, yani en insani doğal ihtiyaç bile aile ilişkilerimi temelinden zedeledi, neredeyse hiç kimse benim uyumak istememe anlam ver(e)medi. Böyle mi olmalıydı bilemiyorum, belki evet belki hayır ama olan buydu işte. Artık geri dönüp birşeylere farklı yön veremem. Hepsi benim kararım ve kaderimdi, yaşandı ve bitti. 

Geldiğim bu son noktada, tam da "hiçbiri" olmayı kabul etmiş ve kendim için bir şekilde çıkış noktaları bulmaya çalışırken, yeni kabullenişlerle birlikte bu yazıya rastladım. Paylaşan arkadaşımın elleri dert görmesin, bu yazı bana bir iyi geldi bir iyi geldi. En azından anladım ki önce durum kabul edilecek, sonra aheste beste ama kararlı bir şekilde hayata yeniden yön verilecek. 

"Bayan Hiçbiri" kitabının yazarı Aybike Ertürk'ün ropörtajında ve kitabında değindiği gibi, "hepsini aynı anda yapınca kimse madalya takmıyor". Hakikaten de takmıyor. Üstelik takmadığı gibi bir de yetinmeyip fazlasını, üstelik karşılığını vermeyecek kadar fazlasını istiyor, kendinde hak görüyor. Yani didindikçe, uğraştıkça, çabaladıkça bu "vazifen" oluyor da ektiğini biçmeye ya da aynını görmeye gelince, çoğunlukla havanı alıyorsun. 

Geçen dört sene zarfında peyder pey, kendi adıma, 

- önce avukat olmadığımı kabul ettim. İşten ayrıldıktan sonra neredeyse tüm mevzuat değişti, bildiğim herşey bilmediklerime, öğrenmem gerekenlere dönüştü. Azimli ve özverili hukuk öğrencisi ve ardından genç avukat simam, sisler arasında kayboldu. Avukatlık ruhsatım ve diplomam da yatağın altındaki bazada, pamuk prenses uykusuna daldı. 

- sonra yeterince iyi, istediğim gibi bir anne/eş/aile ferdi olmadığımı kabul ettim. Annelik/evlilik/aile bireyliği serüvenimde defalarca hata yaptım, yapıyorum ve bundan sonra da yapacağıma eminim.

- sonra insan olmadığımı kabul ettim. Bir nokta geldi ki, kızımın uydusu haline geldim. Birlikte yiyor, uyuyor, oynuyor ve okuyorduk. Nerede kalmıştı İş Kulelerindeki konserlerim, arkadaş buluşmalarım, az da olsa kuaför ziyaretlerim, okuduğum kitaplar, yani bağımsız bir canlı olarak ben?

Önemli olan nokta şu ki, yukarıda saydıklarımın hepsini hiç bir zaman aynı anda yapmaya çalışmadım. Sanki yapamayacağımı biliyordum, peşinen pes etmiştim. Bu yüzden tükenmişlik sendromu değil de kaybediş acısı yaşadım. Kendimle ilgili var olan herşeyi birer birer kaybederken, bunu kabul etmek zor oldu, ama oldu, öldürmedi, güçlendirdi. 

Bugün biliyorum ki, hiçbirşey bana gümüş tepside sunulmayacak, ben de eskisi kadar genç, azimli ve itaatkar değilim. Dolayısıyla artık ayağa kalkma, istediklerimi, istediğim kadar almaya çalışma, didinme ve uğraşma zamanı. 

Ya hepsi ya hiçbiri değil de, hepsinden azar azar. Anladın sen onu sevgili okuyucu :)        

 

6 Şubat 2015 Cuma

Yarıyıl "tatili" bitiyor mu dersiniz?

Tatil denince aklınıza ne geliyor? Yaz- kış ayrımı yapmadan genel olarak bu soruyu cevapladığımda, bana öğretilen ve yaşamaya alıştığım "tatil", "çalışma" ya da "okuma" günlerinin rutininden farklı olarak hobilerime, sevdiğim uğraşlara vakit ayırmak, uzun bir süredir biraraya gel(e)mediğim kimselerle görüşmek, en çok da dinlenmek, yani yavaşlamaktır. Saate bakmadan, "hadi çabuk", "acele et" demeden geçirilen bir süredir tatil, yani bana ayrılan zaman.

Çevreme baktığımda, yarıyıl tatili öncesi, okulu bu tatile tabi çocuğu olan tüm velileri bir telaş aldı. Bu telaş, sadece "çocuğu kime bırakacağız?" haklı sorusundan ibaret değildi. "Çocuğu nasıl eğleyeceğiz, hangi faaliyetleri yaptıracağız, falancanın çocuğu filanca yapacakmış aman bizimki eksik kalmasın, biz de filan falan yapalım...." vs vs klasik düşünceler, kaygılar, planlar sarmıştı pek çok evi. Hiçbirine haklı ya da haksız diyemem, kimsenin ebeveynlik tercihlerini de yargılayamam ama benim düşünceme göre bir de çocuğun gözünden olaya bakmak gerekir.

Aylardır her sabah aynı saatte uyanan/uyandırılan, hızla kahvaltı edip okula yetişen, okuldan sonra da (bazen) çeşitli aktivitelere "sürüklenen", aktivitelerin arasına ödevlerini, banyosunu, uykusunu, çizgi filmlerini sıkıştıran çocuk, adına "tatil" denen ve "kendisine ayrılan bu sürede" aslında ne yapmak istiyor? Ya da aslında neye ihtiyacı var? İşte bu noktada durup biraz da çocuğun gözünden, empati yaparak bakmak gerekir diye düşünüyorum. Belki oyuncaklarını özlemiştir ya da yatağında uzanıp kitap okumayı ya da kek pişirmeyi ya da bir arkadaşını eve davet edip oynamayı ya da büyükannesiyle pazara gitmeyi ya da cama ekmek koyup kuşları beslemeyi yani klasik anlamda "gelişimi" için çok da "önemli" birşey yapmadan sadece ve sadece tatilini yaşamayı...

Oysa bakıyorum, adı "tatil" de olsa birçok çocuk benzer koşuşturmaya devam ediyor. Hızlıca edilen kahvaltı, ardından yetişilen filanca kurs (okul kursları dahil değil), sonrasında sinema, ardından büyükannede yemek, arkadaş ziyareti derken bence bir güne sığdırılamayacak kadar çok aktiviteyle sonunda hem fiziksel hem de duygusal anlamda yorulmuş çocuk. "Mutlu ve eğleniyor" görüntüsünün ardında ne gizli? Peki ya biz yetişkinler, çalışsak da evde olsak da bu süreçte böylesine bir tempo bizi yormuyor mu da "ah bir tatil bitse de okula gitse" havamızı gizleyemiyoruz.

Kendi yarıyıl tatillerimi hatırlıyorum sonrasında. Annem çalıştığı için kardeşimle evde yalnız olurduk çoğunlukla. Kimi kitap okurduk, kimi oynardık, öğlene doğru yemeğimizi yerdik, TV seyrederdik ki o zamanlar (80'lerin ortasından itibaren) çizgi filmler korkunç kıttı, bazen sıkılıp uyurduk, haftada maksimum iki kez büyükbabamın işi yoksa bizi gezdirirdi, sıkılırdık, yaşımız elverdiğince basit ev işlerini yapıp annemize yardımcı olurduk, ödevlerimizi yapardık ve okulumuzun açılmasını iple çekerdik. Ne benim ne de kardeşimin okula giderken ağladığımızı, istemediğimizi, sorun çıkardığımızı hatırlamıyorum. Bunun birazı mizaçsa birazı da sanırım "tatil"in bize kafi gelmesindendi.

Anne baba olmanın bence en zor yanı bir başkası adına karar vermek ve uzunca bir dönem buna zorunlu olmak. Dolayısıyla bir başkası adına verilen "karar"ların ağır sorumluluğu altında, asıl "karar" sahibinin durumunu öncelikle dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum.

"Tatil"in bitmesine 2,5 gün kaldı, yani hiçbir şey için geç değil.    



14 Ocak 2015 Çarşamba

Pembe Panjurlu Bir Ev

Geçen hafta, İstanbul’u etkisi altına alan karlı, buzlu günlerden birinde dışarıdaydım. Her tarafımı sımsıkı kapatmış olmama rağmen titriyordum, evet anemi var bende, ama hava da soğuk mu soğuktu işte. Metro istasyonuna giderken gördüm onları, 3 küçük çocuk ve 2 kadın. Çocukların üstünde var-yok, kadınlar eh işte, dileniyorlar. Ah kafam ah, hiç aklıma gelmedi, içim parçalanarak, benim gibi binlerce insan gibi yanlarından geçtim gittim. Varlar mıydı, yoklar mıydı, onların bu halde olmasına nasıl göz yumuyorduk bilemiyorum, çok üzgünüm, hiçbirimiz insan değiliz.
 
Ertesi gün yine aynı manzara, bu sefer şeytan dürttü hatırladım ve hemen İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ilgili telefonunu aradım. (Daha evvelki maceram burada.) Kibar bir genç adam çıktı karşıma. 3 çocuk, 2 kadının iki gündür aynı yerde sokakta olduklarını, yardım edilmesi gerektiğini söyledim, yerlerini tarif ettim. Ancak telefondaki yetkili bana ısrarla bu kişilerin Suriyeli olup olmadığını sordu. Bilemediğimi, çünkü onlarla konuşmadığımı, kaldı ki bu soğukta ne fark edeceğini sordum. Meğer Suriyeli iseler emniyet güçleri ilgileniyormuş da, yani kendileri yetkili değilmiş de…… “İnsan bunlar” dedim nihayetinde, hayır bağırmadım, çünkü anladım ki karşımda “otomatik” değil ama “şartlı” bir robot var. İlgileneceklerini söyleyip telefonu kapadı ve yarım saat sonra bu sefer bir başka yetkili, bir hanım aradı beni. Yine aynı şekilde bu insanların Suriyeli olup olmadığı, dilenip dilenmediklerini sordu bana. “Evet, para alıyorlar” dedim, “ne fark eder ki, küçük çocuklar var aralarında, sokaktalar….” “Dileniyorlarsa, onların aslında evleri var, bu soğukta kendilerini acındırmak için sokağa çıkıyorlar” son olarak aldığım “insani” cevaptı. Sustum, boğazım düğümlendi. Diyemedim ki, “bre yetkili, hadi kadınlar neyse, 18 yaş altı 3 çocuk bu soğukta sokakta kalamaz, dilendirilemez, bu velayetin/vesayetin kaldırılması sebebidir, hiç mi hukuk bilmiyorsun. Devlet yetkilileri olarak sizlerin duruma el koyması gerekir.”

Hakikaten de öyledir. Bir kimse, velayeti ya da vesayeti altında olan kişiye bakmıyor, bakamıyor ya da bu hakkını kötüye kullanıyorsa, devlet kurumları müdahale eder, bakıma muhtaç kişiyi himayesine alır (Çocuk Esirgeme Kurumu, Darülaceze vs vs ), ortada bir suç varsa da yetişkini cezalandırır. Bu kadar basit, kolay ve nettir. Tabii eğer ortada sosyal devlet varsa. Peki o devlet uyuyorsa?

Akşam oldu, evdeyim, ama huzursuzum, gözümün önünden en küçük kız çocuk gitmiyor. Hani biraz cesaretim olsa, birbirine yapışmış yağlı saçlarına aldırmadan kucaklayıp, “kardeş” diye evime, Defne’ye getirmek üzere olduğum küçük kızda aklım. Düşün taşın, derken aklıma İBB’de hatırı sayılır bir görevdeki, eski bir tanıdığım geldi, apar topar onu aradım, durumu anlattım, sağ olsun ilgileneceğini, yetkili bölümün müdürüyle direkt konuşacağını vs söyledi de bir nebze rahatladım. Daha fazla ne yapabilirim ya da yapabilirdim bilemiyorum.


Şimdilerde aklımda “9-19-29” projesi var. Her ayın bu günlerinde çekilen piyangolardan bilet alsam ve büyük ikramiye bana çıkarsa bu çocuklar için bir vakıf kursam diyorum. Böylece kimseye yalvarmadan, aracı koymadan, kendi elimle yardım götürsem bu küçüklere. Hayallere dalıyorum sonra. İkramiye bana çıkmış. En yakın ve güvendiğim, çeşitli mesleklerdeki arkadaşlarımı/tanıdıklarımı arıyorum, hiçbiri beni kırmaz, kırmıyorlar da. Vakfı kuruyoruz, bahçeli kocaman bir ev. İçinde yatakhane, yemekhane, kütüphane, oyun alanı, TV salonu vs var. Sonra çocukları tespit ediyoruz, tek tek, hukuki zeminleri de hazırlayarak alıyoruz bu yavuları, “eve” yerleştiriyoruz, sağlık kontrolünden geçiyorlar, tertemiz giysiler giyiyorlar, karınları doyuyor, belki hayatlarında ilk o gece "acaba tecavüze uğrar mıyız endişesi olmadan gözlerini yumuyorlar"...... Yuva çağındakiler o evde yetiştiriliyor, daha büyükler civardaki okullara gidiyor. Sadece 18’e gelene kadar değil, iyi bir meslek edinip ayakları yere sağlam basana kadar “yuva”lık ediyoruz onlara……. (lütfen uyandırmayın, rüyamın en güzel yerinde, pembe panjurlu o evdeyim)……………  

12 Ocak 2015 Pazartesi

Ben, Cansen Yılmaz.

2015 bir geldi, pir geldi. Daha ilk gün Dolmabahçe’de terör saldırısı gerçekleşti, ardından Sultanahmet’te canlı bombalı terör saldırısı, sonra Fransa’daki terör saldırıları ve Nijerya. Yeni senenin 12. gününü idrak ettiğimiz bugüne kadar yaşanan olaylar, dünyayı yeni dönemlere sürükleyecek mi hep beraber göreceğiz.

Yukarıda bahsettiğim hepsi birbirinden vahim ve utanç verici olaylarda, gündemi en çok işgal eden ve tartışılan Paris saldırıları oldu. Bence bunda ders çıkarmamız gereken noktalar var. Sanırım en önemlisi, ülkemizde 30 küsur yıldır süregelen teröre o kadar “alıştık” ki, ne Dolmabahçe’de ne de Sultanahmet’te önce binleri, ardından dünya çapında milyonları kapsayan bir protesto/duyarlılık/farkındalık yarat(a)madık. Ölen öldü, yaralanan yaralandı, sakat kalan kaldı, bizler “aynen” devam ettik. Hatta, “uzlaşma sürecini zedelemeyin” diye uyarıldık. Neyse konuyu dağıtmadan;


Charlie Hebdo, takip ettiğim yayınlardan biri değil, Fransızca bilmiyorum, mizahla da pek ilgilenmiyorum. Duyduğum kadarıyla yaptığı yayınlarda “İslami değerleri rencide ettiği” söyleniyor. Öyle olsa bile, bu durum, birilerine “adaleti kendi elleriyle tecelli ettirme” yetkisi verir mi? Eğer o birileri “ortaçağ karanlığında” yaşıyorlarsa, cevabım ne yazık ki “evet” olacak. Zira makul, medeni bir insan, ortada bir suç olduğunu düşünüyorsa, bunu yetkili yasal mercilere taşır. Dava açar, suç duyurusunda bulunur ve bunun gibi, kendisine tanınan tüm yasal yolları değerlendirir ve neticede verilen yargı kararı ile haklı ya da haksızlığı ortaya çıkar. İşte burada “Adalet, mülkün temelidir” lafı bir kez daha karşımıza çıkar.  

Paris’teki önce mizah dergisi ardından bir markete yapılan terör saldırılarının “tamamen kurgu” olduğu, esas amacın “İslamiyeti yerden yere vurma” olduğu da söylenmiyor değil. Bunun doğruluğunu, haklılığını bir an için bile tartışmaya değer görmüyorum, çünkü bence ortada “terör” varsa ve masum canlar kaybedildiyse bunun ne sebeple meydana geldiği çok da önemli değildir. Kaldı ki, bu açıdan bakıldığında Hitler’i, Almanya’yı 2. Dünya Savaşı felaketine sürüklediği için Alman düşmanı kabul edebilir miyiz? Ya da saldırıyı gerçekleştiren kimselerin polisle kurduğu bağlantıları, çektikleri video kayıtlarını ne sebeple yeterli görmüyoruz? 
 
Bence sorun, Taha Akyol’un bugünkü (12 Ocak) Hürriyet gazetesindeki şu yazısında belirttiği gibi “Müslüman Ortaçağ’ı”nda gizli. Ne yazık ki, Pakistan’daki okul saldırısı, Suriye’de olanlar, Nijerya katliamı hepsi ve daha fazlası “İslam” adına yapılıyorsa, ortada ters giden bir şeyler olmalı. Taha Bey’in yazısı benim açımdan bugüne kadar okuduğum en makul, kabul edilebilir noktalara değiniyor. 

Ben, Charlie Hebdo değilim, Sultanahmet’te katledilen polis memuru da değilim, adım Cansen Yılmaz. Her nevi terör eylemini, kime ve neye karşı işleniyorsa işlensin kınayan, sıradan, kendi küçük dünyasında çok başka dehlizlere yelken açmış bulunan bir insanım. Büyük ekranda bu gelişmeler yaşanırken, kendi küçük dünyasında, tam da paralel gün ve saatlerde, ve ne yazık ki kör karanlıklarda, sosyal devletin nerede olduğunu bir kez daha sorguluyorum, “elma dersem çık” diye bağırıyorum. Ayrıntılar bir daha ki yazımda….     

6 Ocak 2015 Salı

Anne, Noel Baba var mı?

Yılbaşından önce yeterince şişmiştim, yok efendim "Müslüman"lar "yılbaşı" kutlar mı, kutlamaz mı? "Yılbaşı günü eve bir mandalina almak bile caiz değildir" içeriğindeki son cuma hutbesi, yok efendim Hıristiyan pide kuyruğuna giriyormuymuş ... vs vs bir dolu polemik üstelik Defne yine hasta, "alın yılbaşınızı başınıza çalın uleeennn" diye bağırıp, mikrop yuvası evimizi yakarak dezenfekte etmek aklımdan geçmedi değil. Yaptım mı, tabii hayır, aklı selim davranıp, saçma sapan tartışmalar "yok"muş gibi davranmak kolayıma geldi.

Bu zaman diliminde bir gerçek vardı ki, Defne yine hastaydı ve yuvadaki yılbaşı partisini kaçıracaktı. Gerçi eşime ve doktoruna kalsa, "zaten yarım gün, ne olacak gönderiver alsın hevesini"ydi, ama içime sinmedi işte. Hava soğuk, fırtınalı, üstelik yuvadaki "sağlam"(ne sağlamı ayol mikrop kaplı hepsi) çocuklara bulaştırma ihtimali, bir an için bile düşünmeden evde tuttum kızımı. 

Bir diğer gerçek de, geçen sene olduğu gibi öğretmenleri bu sene de "Noel Baba"nın geleceğini (evet geçen sene dumanların içinden çıkmıştı, anlatıla anlatıla bitirilemedi) ve (daha evvel ana babaların yuvaya ulaştırdığı) hediyeleri çocuklara vereceğini müjdelemişlerdi. Bu etkinlik tüm çocukları olduğu gibi Defne'yi de sarmıştı tabii. Geçen sene, 3 yaşındayken yaşadığı bu unutulmaz anısı tekrar canlanacak, azıcık çekinerek de olsa Noel Baba'nın kucağına oturup, fotoğraf çektirip, sürpriz hediyesini kapacaktı. Of ki ne of.

İtiraf etmeliyim ki geçen sene Noel Baba'lı fotoğraf gelince, ilk ve tek dikkat ettiğim şey, Noel Baba kılığındaki kimsenin erkek olup olmadığıydı. Yok, "yobazlık" filan değil, çocuk pedofili (bilemeyenler için çocuklara sapıkça duygular besleyenler) ülkemizde hayli yaygın olduğundan. Yuvaya güvenim sonsuz lakin insanlar kavun değil ki koklayıp anlayasın. Allah'tan hanımdı Noel Baba da derin bir soluk almıştım. Bu sene de öyle olacaktı kuşku yok, ancak ve ancak küçük Defne hasta olduğundan bu etkinliği kaçırıyordu. Kendisi de farkındaydı bunun. 

Şimdi, beklediğiniz üzere Noel Baba ve İslamiyet konulu ateşli tartışmanın yakınından bile geçmeden, gerçeği Defne'ye açıklama ve kendi aydınlanmasını yaşatma zamanıydı.

Defne'ye yalan söylemiyorum, doğduğundan beri hep gerçekleri duydu, anladı anlamadı, hoşuna gitti gitmedi ayrı. Birkaç küçük yalan hariç tabii (yalanın küçüğü olmaz da, hani yesin, uyusun, soğukta sıkıca örtünsün diye söylenen bildik hurafelerden bahsediyorum).

Bunun en önemli nedeni, küçükken bana söylenen bazı şeylerin yalan olduğunu anladığımda yaşadığım hayal kırıklığı ve güvensizlikti. Mesela anneannem ölmüştü, bana geziye gittiği söylendi, 4 yaşındaydım, beni çok severdi böyle aniden gitmesi normal değildi ve bir süre sonra (tahmin edilenden daha kısa bir süre) bunun gerçek olmadığını anladığımda benden gizledikleri için çok kızmıştım. Acımı yaşatmamışlardı ve atlatmam uzun sürdü. Bunun dışında klasik iğne olacaksın ama acımayacak, yok efendim ıspanak yersen saçların daha çabuk uzayacak. Örnekler çok.... 

Keyifli bir anında Defne'yi karşıma aldım. Önce ona hasta olduğunu, evde kalıp iyileşmesi gerektiğini ve ardından yuvaya gidebileceğini söyledim. Buraya kadar sorun yok, zira yuva yok ev var, anna köle var, her istediği şrak gerçekleşiyor vs. Geldik işin zor kısmına. Yuvadaki yılbaşı partisine de katılamayacağını, ancak evi süsleyeceğimizi ve hediyesini alacağını söyledim. İşte burada bir inanmazlık yaşandı, Defne, hediyeyi Noel Baba'nın getireceğini, bu durumda Noel Baba'nın bizim eve gelip gelmeyeceğini sordu. Sandığımdan daha olumlu ve verimli ilerlemeye başladık. Ona Noel Baba'nın çok eski zamanlarda yaşamış, çocukları çok seven yaşlı bir amca olduğunu (ayol bir azizdir kendisi biliyorum da, çocuk ve din eğitimi, aziz ne demek filan dehlizlere dalmak istemedim), ama artık hayatta olmadığını, bu yüzden hediye getirmediğini söylediğimde Defne'nin gözleri yaşarmıştı. (Aslında farkında olmadan bir aydınlanma yaşıyordu, gerçekler acıdır ve insan göğüs germelidir) Bu esnada anladım ki sorun Noel Baba değil, Defne yabancıları hakikaten sevmiyor, sorun hediye kısmı. Aha da yakaladım açığı uyanıklığıyla hedefe atış yapıp, ona anne-babası olarak bizim hediye aldığımızı söyledim, minik dudaklardaki gülümseme görülmeye değerdi. 

Defne, "Noel Baba öldüyse etrafta dolaşan onca adam kim" diye sormayı akıl edemedi tabii. Ta ki bu sabaha kadar. Bu sabah yuvaya giderken (ivit bugün Defne'nin yuvası açıktı ve uzun bir aradan sonra Defne yuvaya intikal etti), beklediğim soru geldi. "Bugün Noel Baba yuvaya gelicek mi?" Önceden hazırlandığım için keyifle yanıtladım sorusunu "hayır gelmeyecek, çünkü yılbaşı geçti. Hem biliyor musun Defne, sana bahsetmiştim Noel Baba çok eskiden yaşamış, artık hayatta değil. İnsanlar Noel Baba elbisesi giyip, onu canlandırıyorlar. Nasıl sen Minnie'li tacını takınca biz sana Minnie diyoruz işte onun gibi. Yılbaşında sana istediğin oyuncağı almıştık hatırlıyorsun değil mi? İstersen eve döndüğünde beraber oynarız."

Şunu da biliyorum ki bugün yuvada Noel Baba muhabbeti açılacak, hatta "sen yoktun" diyerek üzerine gelecek arkadaşları (çocuklar haindir, buna izin vermeyin), Defne Noel Baba'nın olmadığını söylediğinde arkadaşları bayağı bir ti'ye alacaklar küçüğü ve o da üzülecek, tıpkı benim yaşımdan erken yaşadığım her aydınlanma sonucunda düştüğüm uzaylı durumları gibi. Ancak uzun vadede, gerçekleri bilen olmanın keyfini çıkaracak ve en önemlisi yalan söylemediğim için bana her zaman güvenecek. Seviyorum bu win-win durumlarını...            

1 Ocak 2015 Perşembe

Yeni Yıl Geldi Dediler

Ah insanoğlu, vah insanoğlu. Herşeyi kontrol etmek, düzenlemek, nizam ve intizama sokmak isteyen insanoğlu. Baktın ki bu iş, "ağaçlar çiçek açtı", "leylekler göçtü", "yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz"la olmayacak, gözünü sevdiğim astronomi bilgileri ışığında birbiri ardına dizili günlerden önce bir hafta ardından bir ay sonra da bir seneyi oluşturdun. Kimi güneş takvimi dedi kimi ay takvimi dedi, dedi de ne oldu? (Bunu demek bile kavgaya dönüştü.) 

İstediğin gibi şekillendirebildin mi hayatı? Türlü türlü isimler verdiğin günleri, haftaları, ayları, seneleri dolduran olayları kontrol edebildin mi? Hep sandın, hep umdun, hep bekledin. Nafile... Sen uğraştıkça, zaman bildiğini okudu ve asla durmadı, sana boyun eğmedi, yavaşlamadı. İşte bu yüzden o anlamsız koşturmaların, hep acele etmen, hep zamana yetişememen.  

Aslında zaman sonsuza akıyor, yeni yıl, yıl dönümleri, dolayısıyla bayramlar, seyranlar yok. Sadece ve sadece mevsimler var. Ve ne acıdır ki, o çok bilmişliğin yüzünden artık mevsimler de yok. Tahrip edilen doğa, yanlış kullanılan ilaçlar, tüketim çılgınlığı, vermeden hep almak sonunda eskisi gibi yaşayamıyoruz değil mi mevsimleri? 

Yeni yıl geldi dediler, bugün de ilk günüymüş o yılın. 1 Ocak 2015. İstanbul için soğuk bir kış gününden ibaret.... Benim içinse, dünün devamı, yarının öncesi.

Her gün olduğu gibi bugün için de hepimiz için sağlık, mutluluk, keyif diliyorum....  

  
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac