Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



29 Eylül 2013 Pazar

Ardıardına

Bazen kötü haberler üstüste gelir, öyle bir gelir ki, insan diken üstünde bir yenisini işitmeye hazırlar kendisini. Çorap söküğü gibidir, bir an evvel söküp bitsin istersin. Ama "hayat"tır yaşanan, herşeyin bir zamanı, döngüsü vardır. İster kabul eder yaşarsın ister kabul etmez yine yaşarsın, velhasıl olacak olan olur.

Önce Tuncel Kurtiz ardından Turgut Özakman, yine birbiri peşisıra büyük sanatçılarımızı kaybettik. Tuncel Kurtiz için daha evvel yazmıştım, Turgut Özakman için maalesef geciktim.

Kitaplarından bilirdim onu da, Şu Çılgın Türkler'i ve Diriliş Çanakkale 1915'i bir solukta okuyup, benden sonrakiler için kütüphanemde saklamaya almıştım. Vatanını, milletini bu kadar seven, tarihimizi genç nesillerin anlayabileceği, takip edebileceği üslupta anlatan bir yazardı Turgut Özakman. Aslında sadece yazar değil, avukat ve bürokrattı aynı zamanda. Detaylı özgeçmişi, merak edenler için burada.

Nurlar içinde uyusun, dilerim verdiği emekler, yapıtları boşa çıkmaz.

28 Eylül 2013 Cumartesi

Yazlık Usulü Balık

1 Eylül benim gibi balıkseverlerin bayramıdır, çünkü av yasağı kalkar, balık tezgahları açılır ve boy boy cins cins balıkla süslenir. Av yasağı boyunca sadece belli balıkları tüketebilirken, yasak sonrası seçeneğimiz artar.

Bu postumda yazlıkta pişirdiğimiz çipuraların tarifini vermek istiyorum. Aslında "tarif" denemez bence, gayet basit, pratik, benim gibi küçük çocuklu evlerde hızlıca uygulanabilecek bir yöntem.

Temizlenmiş balıkları güzelce yıkayıp suyunu süzdürüyorsunuz. Ardından gövdelerine bıçakla boydan boya bir çizik atıyorsunuz. Sonra balıkların her tarafını limonla ovuyorsunuz. Çiziklerin içerisine, birer dal biberiyle yerleştiriyorsunuz. balıkların üzerine kalın halkalar şeklinde kesilmiş soğanları koyup pişirme saatina kadar buzdolabında bekletiyorsunuz, ardından ızgarada balıklarınızı pişiriyorsunuz. Dilerseniz tuz da ekleyebilirsiniz.

Bizim evde balık, taze ekmek ve bol limonlu patates salatasıyla servis edilir. Artık tercih size kalmış. Şöyle rokalı domatesli bir salata da yakışmaz değil :)

Afiyet olsun !

27 Eylül 2013 Cuma

Güle Güle Tuncel Kurtiz

Bugün bir yıldız daha kaydı hayatımızdan. Sesini ve oyunculuğunu çok beğendiğim büyük usta Tuncel Kurtiz'den bahsediyorum. "Yeni nesilde var mı onun gibisi" demek istemiyorum, çünkü gidenin yeri doldurulamıyor.

Sanat, öyle bir uğraş, öyle bir yetenek ki sanatçı ebedi uykuya yattığından sonra bile yapıtlarıyla hatırlanmakta. Eski filmler, şarkılar, besteler, seslendirmeler, resimler, fotoğraflar, heykeller biz onları yaşattıkça hayatımızda olmaya, sevenlerine keyif vermeye devam edecek.

Sanatçılar ne şanslı ki, belki bu anlamda bir nebze olsun "ölümsüzlüğü" yakalamaktalar.

Işıklar içinde uyu büyük usta.

*** Merak edenler için fotoğraflarıyla biyografisi burada.

23 Eylül 2013 Pazartesi

Dakika 1 Gol 1

Herkes söyledi, ben biliyordum ama bu kadar çabuk beklemiyordum açıkçası. Defne'cik, yuvanın ilk haftasının sonunda nezle oldu, hem de öyle böyle değil. Üstelik haftanın her günü bile gitmediği halde. Konu hastalık olunca neden aranmaz, çare aranır bence. Ama işte insan düşünüyor.

Geçen haftayı gayet keyifli geçiren küçük insanım, cuma günü öğle uykusundan korkunç öksürüklerle uyandı, üstelik 1 saat bile uyumamıştı. Aniden düşen sıcaklık, tatilden henüz dönmüş, sıcacık kumlarda ve güneşte oynamaktan henüz ayrılan Defne'ye iyi gelmedi tabii. Diğer yandan törenler (had safhada iştahsızlık, sınırların ötesinde huysuzluk ve uykusuzluk...)  eşliğinde ikinci azıları çıkarması da bağışıklık sistemini alt üst etti. Baktım biri çıkmış, diğeri dün gece ucunu patlatmış, üçüncüsü sanırım bu gece patlayacak ve sonuncusu henüz ortada yok gibi gözükse de eli kulağındadır.

Defne de haklı. Bir bünyenin üzerine bu kadar gidilmez ki. Gelecekse tek tek gelmeli sıkıntılar. Hem diş hem soğuk hava hem büyük şehrin havası derken güçten düşmemek için bizim gibi "azılı" olmak gerekiyor sanırım.

Velhasıl kelam rüzgar gibi geçen bir haftasonunun ardından ettiğimiz bugün itibariyle çok şükür nezle geçmiş durumda. Böyle devam ederse çarşamba, o yuvaya ben de kendi işlerime koyulabileceğiz.

İkinci azılar, Defne'nin çıkarması gereken son dişleri. Bundan sonra ilkokula kadar (dilerim) diş sıkıntısı yok. İlkokuldaysa süt dişlerinin dökülmsei ve yerine kalıcı dişlerin çıkması var ki, şimdiden düşünmek bile istemediğim dişçi seanslarını önümüze getirebilir.

Öyleyken böyleyken bir kez daha gördüm ki, ilk çocuk hakikaten tecrübesizlik, deneme tahtası. Oysa sık sık kontrol ediyordum, ikinci azılar çıkıyor mu diye. Benim hastalık sandığım sıkıntıların çoğu meğer dişlerdenmiş yine. Bilebilseydim nezlenin önüne geçemezdim ama iştahsızlığına, uykusuzluğuna bu kadar kafa yormazdım, çünkü diş sürecinde bu sıkıntıları yaşayacağımızı biliyordum.

Dakika bir gol bir. Anne ve Defne 0, sonbahar+büyük şehir+ dişler 1 !!!!

19 Eylül 2013 Perşembe

Bir Annenin Tatlıyla İmtihanı

Anne olunca gıda konusunda aklını kaçıranlardanım maalesef. Aman iyi yesin, kaliteli beslensin, GDO'dan ve bilcümle katkı maddesinden uzak kalsın, şeker en büyük düşman derken geldik bugüne. Takip edenler eski yazılarımdan bilirler gıda konusundaki seçiciliğimi ve hassasiyetimi.

Velhasıl kelam, bu yaz özellikle yuva arifesinde, kumsaldaki başka anneleri görerek ve son doktor kontrolünden sonra ipleri kendimce biraz gevşetmeye karar verdim. Yemek ve ara öğün saatkeri ve düzeni, uyku düzeni aynı kalmakla beraber Defne'nin tatlı konusundaki kotasını liberalleştirerek "bırakınız yesin, bırakınız içsin" moduna girdim.

Girdim dediysem, hazır paket dondurmaları, boyalı şekerleri, sanayi tipi tatlıları ve özelllikle çikolatayı tenzih ederim. Bunlar bizim evde hala "cısss".

Peki ne mi yaptım? Yazlığımızdaki gazinonun işletmecilerini yıllardır tanırım, temizliklerine titizliklerine güvenim tam. Yöre Ege olunca işletmecinin hanımı her ikindi lokma döküyordu mesela, ben de günaşırı alıp akşam yemeğinden sonra Defne'ye yedirmeye başladım. Lokma vermediğim günler de birlikte yazlığımızdaki dondurmacı dedeye gittik, küçüklüğümden beri kendi dondurmasını yapan bir işletmeci o da. En azından sanayi tipi değil, tüketim de fazla olunca taze olduğunu düşündüm. 

Bunlar dışında son doktor kontrolü ve aşıda Defne'nin doktoru sütlü tatlılara ağırlık vermemi söyledi. söylemesi onun için kolaydı da benim için yapması zordu, çünkü tatlı yapmayı neredeyse hiç bilmem. Sonrasında internet araştırmaları derken, çok beğendiğim bir siteye tesadüf ettim. Hemen birkaç tarifi not ettim ve kesin dönüşte pişirmek üzere sakladım. Dün öğleden sonra ilk kez vanilyalı pudingi -kendime göre azıcık değişitirerek- pişirdim, sonuç harika oldu. Defne'ye de akşam yemeğinden sonra yedirdim, beğendi. Hatta tatlıya benden daha karşı olan eşim bile son kaşığı hmmmm'lanarak götürünce tarifi defterime taşıdım. 

Site, www.gulaymutfakta.com. Sadece tatlı değil, her tür yemek, çorba, meze, salata vs bulabileceğiniz, fotoğrafları da gayet güzel çekilmiş bir site. Tarifler basit bir dille yapılmış, her evde bulunabilecek malzemeler kullanılmış. Yani benim gibi "çakma ev hanımları" için ideal !

Benim yaptığım şekliyle puding'e gelirsek;

Malzemeler : 1 yumurta, 3 bardak süt, 3.5 yemek kaşığı nişasta (ben Defne'nin muhallebilerinde kullandığım pirinç unlu nişasta karşımımı kullandım), 1 bardak toz şeker, 1 paket vanilya, tereyağ, ilaveten benim kullandığım doğranmış mevsim meyveleri (şeftali, armut ve üzüm)

Yapılışı:

Yumurta, tereyağ ve meyveler dışındaki tüm malzemeyi tencereye alıp harmanladım. Azar azar sütü ilave ettim. Sonra, başka bir yerde çırptığım yumurtayı ekledim ve kıvama gelene kadar devamlı karıştırarak pişirdim. Ateşten indirince tereyağ ekledim.

Kaplara küçük küçük doğradığım mevsim meyvelerini paylaştırdım, üzerine de pudingi döktüm.

Gülay'a, bu çok işime yarayan, tam tutan tarifi için teşekkür ederim !





18 Eylül 2013 Çarşamba

Gökdelen'de Çalışmak

Toplam 10 yıllık çalışma hayatımın son 8 yılı Levent'te bir plazada geçti. İnşaa edildiği tarihte, bölgesinin en yükseği şimdinin alçakları arasında, gökyüzünü delip geçen bir binada, yani gökdelende.

Mesleğim ve bana verilen iş görevi gereği "sabah gir, akşam çık" şeklinde, masabaşı bir çalışma şeklim vardı. Yani yemekleri de binada yediğimi düşünürseniz sabah 9 gibi başlayıp akşam 18'de biten "yarı cezaevi" de denebilecek, "katıklı hapishane" de sayılabilecek bir hayat.

Geçmişe dönüp baktığımda da, içinde yaşarken de ne hak verebileceğim ne de hakkını yiyebileceğim bir çalışma şekli "plaza çalışanı" olmak. Kışın ve bütçe açısından mükemmeldir mesela. Elbiseleriniz, ayakkabılarınız eskimez, yemekhaneyi ve servisi kullandığınız ölçüde aldığınız maaş tamamen size kalır. Hatta işyeriniz sunuyorsa "plaza avantajlarından" da yararlanabilirsiniz. Örneğin sürümden kazanma gayesiyle plaza çalışanlarına belli günler hizmet veren kargo, kuaför, kuru temizlemeci, kitap standı, hatta tıbbi laboratuvar elinizin hemen altındadır. Benim gibi şanslılardansanız plazanızın önünden civar yerlere (AVM ya da lokanta gibi) belli saatlerde ring yapan ücretsiz servislerden de faydalanabilirsiniz. Neredeyse herşey ama herşey bir tık kadar uzağınızda ve plazadan ayrılamamanız üzerine kuruludur acı bir şekilde. Plazada, masabaşında çalışıyorsanız ve servis kullanıyorsanız "sokak"la muhatap olmazsınız. Tıklım tıkış toplu taşıma, sokak tacizleri, kapkaç, baştan aşağı çamura bulanmak ancak ve ancak kabuslarınızı süsler.

Gelgelelim bir parça rüzgarın saçlarınızı okşayıp geçmesine, küçücük bir kuş cıvıltısına, tesadüfen bir arkadaşınızla karşılaşıp iki laf etmeye, mesai saatlerinde yalvar yakar izin almadan basit işlerinizi halletmeye (notere gitmek, tiyatro bileti almak ... gibi) hasretsinizdir. 

Plazada çalışırken bazen, "kapıyı üzerimizden kitliyor bunlar ayol" diye bağırasım gelirdi. Kuşbakışı gözüken denize bakıp, "haftasonu gelse de sahile insem, denizi koklasam" diye heves ederdim. Hele bahar ayları yok muydu bahar ayları, plaza işte o aylar cehennem olurdu bana. Tomurcuklanan ağaçlara, açan çiçeklere, cıvıldayan kuşlara cam bir pencere kadar uzak, bir asansör kadar yakın. Öğle tatili vardı evet ama karnını mı doyuracaksın, çıkıp nefes mi alacaksın hep bir koşturmaydı. Çalıştığım binanın hemen karşısı parktı, öğlenleri mutlaka oraya gider, şanslıysam, sigara kokularının bana erişmeyeceği bir ağaçaltı bulur saatime bakmadan anın tadını çıkarmaya çalışırdım. Hatta Defne'ye hamileyken uyuklardım bile. Yer yoksa ya da duman altıysa villaların arasında aheste beste yürürdüm. Bazen arkadaşlarla civar kafelere gittiğimiz de olurdu. 

Plaza çalışanı olmak sosyal anlamda da gariptir. Her gün hep aynı insanları görürsün, devamlı görürsün, sadece mesai arkadaşı anlamında değil, aynı binayı paylaşma anlamında. Kimiyle ortak iş yaparsın kimini sadece simaen bilirsin. Ama bu rutin de bir süre sonra sıkar insanı. "Yeni"lik, devinim yoktur. Ve bu sıkıcılıktan dedikodu, lakap takmalar başlar. Özellikle kadınlar arasında "bugün ne giymiş, hamileyse çok mu kilo almış, saçını nasıl yaptırmış..." gibi gayet bayıcı ve bence basit kaçan konuşmalar uzar da gider. 

Plaza çalışanlarının açıkça ve ortaklaşa dertlendikleri konuların başında "asansör bekleme" ve "yemek" gelir. Mesai başlasa da bitse de "asansör bekleme" derdi hiç bitmez. Hep geç gelir asansörler, hep dolu gelir, insanlar gideceği yöne binmez vs derken aslında çok basit olan giriş-çıkış bile strese döner. Benim asla stres etmediğim hatta geç gelmesinden memnun olduğum bir objeydi asansör, totoma Japon yapıştırıcısı sürüp koltuğuma çakılmadan önce kimseye hesap vermeden serbestçe ayakta durabileceğim son noktaydı asansör bekleme kuyruğu. Gelsindi, dolu gelsindi hiç fark etmezdi, sakince bekler çevremdeki yakınmaları duymazdan gelmeye çalışırdım.

"Yemek" de benim için benzerdi, yemekhaneden her zaman memnundum, hiçbir zaman aç kalmadığım gibi işi bıraktığımdan beri en çok özlemini çektiğim tek plaza mekanıdır yemekhane. Evet penceresiz, evet belki havasız ama evde yap(a)madığım çeşit yemek, salata, tatlı ve meyve hemen ötemde sadece tepsime konmayı bekliyor. Hiç acımadan yerdim, "akşam az yerim" diye düşünürdüm, tek dikkat ettiğim sağlıklı ve dengeli beslenmekti o kadar. Çünkü bir plaza insanı yediği kadar yak(a)mazsa şişmanlık başlar. Yemekhane ve yemekler de sıklıkla yakınılan konulardı. "Köftenin içi pişmemiş", "dolmanın pirinçleri sert", "neden aynı çorbaya farklı isimler verilip tekrar tekrar yapılıyor", "mantı çıkarmasın bunlar" serzenişlerini gülümseyerek dinlerdim. Çünkü onlar dışında da yenebilecek bir dolu yemek vardı, "maksat yakınmak" değildiyse tabii. 

İçimden, plazaları karınca yuvasına ya da akvaryuma benzetmek gelir. Bir dolu insan sabah- akşam girer çıkar, harıl harıl çalışır, üretir, kaynaşır. Ve bir akvaryum balığı gibi cam bir fanusun içinde döner durur.  

Bir zamanların "plaza insanı", Defne'den sonra "apartman insanı" olmuş durumda ve acı bir gerçeklikle plazadaki 1 saatlik öğlen molalarını deli gibi arar vaziyette. Çok şükür ki, bu sene yuvaya başlamakla bendeniz plaza gazisi bir nebze olsun "özgür"lüğüne kavuşabilecek. Kalanları Allah kurtarsın....      


17 Eylül 2013 Salı

Ev hanımı olunur mu, doğulur mu?

Taktım da taktım bu ev hanımlığına değil mi? Ama yazmadan geçemeyeceğim, dediğim gibi yazmadıkça çıldırasım geliyor.

Bence ev hanımlığı içten gelen birşeydir, marifet ister, öyle sonradan olacak şey değildir. Ya ev hanımısındır ya da değil. Ben maalesef ikinci türdenim, yani numaracıktan ev hanımı, bana kalırsa "çalışmaya ara verdim" tarzı, evde vakit geçiren kadınım ben. Evet yemek yapıyorum, yardımcı gelmediğinde temizlik yapıyorum, bulaşık ve çamaşır, çocuğun bakımı, evin basit diğer işleri, mutfak alışverişi, ama yeterli gelmiyor bunlar.

Annem ev hanımı değildi, yani büyüdüğüm evde örnek alabileceğim bir ev hanımı yoktu. Anneannem ve babaannemi saymıyorum, çünkü birini çok küçükken kaybettim, diğeri de aklım ermeye başladığında yaşını almış, çocuklarını evlendirip eleğini asmıştı. Bu yüzden "ev hanımı" nasıl olur, nasıl olunur konusunda hiçbir fikrim yok, sadece hayal  ve gözlem gücüm var.

İdeallerimdeki ev hanımı eşimin tarafından iki büyük teyze, yazlıktaki komşumuz Güner teyze ve asla unutmayacağım Kadriye teyze. Bu hanımların ortak özellikleri korkunç hamarat olmaları. Sadece mutfakta değil, temizlikte, basit tamiratta, bahçe düzenlemesinde, çiçek yetiştirmekte, dikişte... "Yoktan var edebilmeye" az kalmış kadınlar bunlar. Ne zaman gitseniz evleri pırıl pırıl, her daim ikram edecek cidden lezzetli birşeyleri var, çamaşırları gıcır gıcır, sohbetleri hoş, bunca işe rağmen asla yorgun bitkin değil, hep bakımlı ve güzeller....

Bilmedikleri yemek, yapmadıkları kış hazırlığı yok, "evvelallah her işin üstesinden geliriz" modundalar. Kimi tencerede kek yapıyor mesela, diğeri kızının gelinliğini dikmiş, öteki yazdan kışa bilcümle meyveyi kurutup misler gibi hazırlıyor, berikinin bahçesinde yetiştirmediği çiçek yok....

Bazen soruyorum kendime "bu kadınlar ev hanımıysa ben neyim, ben ev hanımıysam bu kadınlar ne" diye? Cevap y(ç)ok :)




16 Eylül 2013 Pazartesi

Maraton Başladı

Tatile gittiydik, döndüydük, tekrar gittiydik derken, İstanbul'a kesin dönüşümüzü yaptık ve kış maratonu başladı. Bugün Defne yuvaya baba da işe gitti. Yuva dediysem, daha önce bahsettiğim gibi haftanın üç yarım günü gidecek. Oyun grubundan hallice yani.

Deneyimli yuva müdürümüzün söylediği gibi, "kimi çocuk geç alışır, kimi çocuksa hemen alışır ama bir süre sonra bıkabilir, çünkü zamane çocukları çabuk tüketiyorlar". Daha yolun başında olmamıza rağmen nasıl da haklı buldum bu söylediğini. Defne, sanırım çabuk alışanlardan, yaz başındaki oryantasyondan sonra maşallah bugün beni sormamış. Ama bakalım günler ne getirecek. Bekleyip göreceğiz.

İtiraf edeyim bu sabah ondan çok ben heyecanlıydım, nasıl gideceğiz, adapte olacak mı, sıkıntı yaşayacak mı derken, evden çıkarken kalbim gümbür gümbür, gözlerim dopdoluydu. Kendimden bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Ve en acı itiraf, ilk kez bu sabah Defne'nin sabahları erken uyanmasına sevindim(bu sabah 7'de çalar saatten iki saniye önce uyanmıştı, şarkılar söylüyordu).

Defne'yi yuvaya bırakıp müdürümüzle görüştükten sonra tam 1 saatim vardı, 1 saat ve yapmam gereken bir ton iş. Anne olunca, hele de küçük çocuklu olunca insan ne kadar pratikleşiyor, ne kadar hızlı hareket edip aynı anda birşeyleri kotarabiliyor bir kez daha gördüm. Önce eve dönüp öğlen için pilav pişirdim, sonra arabaya yüklenecek eşyaları yükleyip arabayı yıkattım, araba yıkanırken duş için kaydırmaz aldım ve yuvanın yoluna düştüm.

Binlerce kez şükür ki İstanbul trafiği ve park sorunu bu sefer ayağıma dolanmadı, inşallah hep böyle devam eder.

Artık eskisi gibi her çocuk aynı gün okula başlamıyor. Komşumuzun çocukları 2 haftadır gidiyorlarmış meğer, kimi geçen pazartesi başlamış, kimiyse bizim gibi bugün. Ama her ne olursa olsun, okul bu, eğitim yani. Önemini hiç kimsenin gözardı edemeyeceği bir sistem, gereklilik.

Dün bir okulun önüncen geçerken Atatürk büstünün altındaki şu sözler dikkatimi çekti:

" OKUL, GENÇ DİMAĞLARA İNSANLIĞA SAYGIYI, MİLLET VE MEMLEKETE SEVGİYİ, ŞEREFİ, İSTİKLALİ ÖĞRETİR"

Atatürk'e ait bu sözü ilk kez duydum ve çok etkilendim. Dilerim yurdumuzun dört bir yanında eğitime başlayan tüm öğrenciler, her kim olurlarsa olsunlar bu felsefede yetişirler, kendilerine, ailelerine, vatanlarına ve milletlerine hayırlı birer insan olurlar. Minik Defne'm de tabii, en küçük okullulardan.....

14 Eylül 2013 Cumartesi

Kalimera Dostum !

22 Temmuz pazartesi sabahı kahvaltıdan sonra arabaya atlayıp Ayvalık’a gittik. Niyetimiz önce Ayvalık’ta biraz vakit geçirip ardından deniz motoru ile Cunda Adası’na geçmekti. Böylece minik Defne’ye ilk deniz yolculuğunu da yaptırmış olacaktık. Karı koca biz de 3 yıl aradan sonra Cunda Adası’na gidecektik.


Ayvalık’ta Bim’e gelmeden hemen önceki ara sokağa girerek arabamızı park ettik. Yıllardır kullandığımız bu otopark, aslında bir okulun bahçesi, yani otoparkın geliri okula ait. Defne artık pusete binmeyi şiddetle reddettiğinden elinden tutarak Ayvalık’ta biraz gezindik, ardından tostlarımızı yemek ve soluklanmak için her zamanki gibi, Deniz İçi Kafe’ye gittik. Burası, hemen motorların başladığı yerde, deniz kenarındaki lokantaları geçince uçta. Püfür püfür rüzgar alan, sıcağı hissettirmeyen, yıllardır servisinden ve yiyeceklerinden memnun kaldığımız bir kafe. Oturabileceğimiz en uç noktayı seçtik ve birer Ayvalık tostu, çay-limonata- Defne’ye “milli içkimiz” ayran ısmarladık. Bilmeyenler için, Ayvalık tosu büyük tost ekmekleri kullanılarak yapılan arasına sosis, domates, turşu, ketçap- mayonez gibi bilcümle zararlı ve bir o kadar lezzetli ürün katılan, bildiğimiz tostların çok dışında harikulade bir lezzet. Dışı tabii tereyağlı. Siparişlerimizi beklerken, Defne oracıkta yüzen irili ufaklı balıkları gördü ve çok sevindi, geçen yıl burada oturduğumuzda da benzer tepkileri vermişti, ama bu sene balıkları özellikle beslemek istedi. Evden bayat ekmek getirmiştim, böylece o biraz oyalandı, biz de soluklandık.

Yemek faslından sonra motora atlayıp Cunda Adası’na yola çıktık. Ayvalık-Cunda arası motor her saat başı kalkıyor, kalkmadan önce de kaptan uzun uzun düdük öttürerek geç kalan yolcuları toparlıyor. Defne işin bu kısmına, üniformasını giymiş, şapkasını takmış, bembeyaz sakallı kaptana bayıldı. Yol boyunca da uslu uslu oturup etrafı seyretti. İlk deniz yolculuğunu da bu şekilde yapmış oldu.

Hareket etmeye yakın, yolculardan bir amca bize İngilizce olarak kalkış saatini vs sorunca onun turist olduğunu anladık, sohbeti koyulaştırdık. Malum, Türk insanıyız ya misafirperveriz, yardımseveriz. Hemen yörenin meşhur ürünlerinden bahsettik, hediyelik eşya bulabileceği yerleri anlattık, motor saatini tekrar tekrar söyledik. Meğer kendisi Rum’muş, Atina’dan geze geze Midilli Adası’na gelmiş, oradan da günübirlik Ayvalık’a ve tabii Cunda Adası’na. Eşi ona katılmamış, Midilli’de arkadaşlarıyla kalmayı tercih etmiş. 3 torunu varmış, kendisi emekliymiş vs vs.

Cunda’ya gelince amcayla vedalaştık ve kendimizi hediyelik eşya satan dükkanlara attık. Her bütçeye ve zevke uygun, kesinlikle eliniz boş çıkamayacağınız bu dükkanlarda, yok yok. Rüzgar gülleri, buzdolabı manyetleri, takılar, fener ve yelkenliler, Şile bezi elbiseler, her şey her şey. Yazlık için bir rüzgar gülü aldıktan sonra iki buzdolabı manyeti beğendim. Çocuklar için yapılmış bu manyet aslında bir resim çerçevesi. Birini, karşılaşırsak Rum amcaya veririm diye düşünmüştüm, karşılaşmazsak da yazlık evde bırakırdım.

Kısa alışveriş turundan sonra balık lokantalarından aklımıza en yatana yöneldik, balık pazarlığı, fiyatları öğrenme vs derken masamıza oturduk, yemeğimizi yedik. Hesap ödemeye yakın gözüm Ayvalık’a kalkacak olan motora ilişti, bizim Rum amca gayet asık bir suratla motorda oturmuştu. Bizim de geç olmadan yetişmemiz gerekiyordu, apartopar kalkıp koşa koşa motora attık kendimizi. Amcanın yanına yerleşince de neden öyle sinirli olduğunu anladık, meğer lokantada bizimkini kazıklamaya kalkmışlar. Bir bira ve bir porsiyon kalamara 40 lira ödemiş, o kadar sinirli ve mutsuzdu ki anlatamam. Bir daha gelmeyeceğini, tüm arkadaşlarına bu olanları anlatacağını, sinirinden hediyelik eşya satan dükkanlara da gitmediğini anlattı bize. Çok ama çok üzüldük, elimizden geldiğince onu sakinleştirmeye çalıştık ve son nokta olarak bendeki buzdolabı manyetlerinden birini torunlarına götürmesi için ona verdim. "Tüm olumsuzlukların yanında güzel şeyler de vardır hayatta" dedim, "maalesef dünya üzerindeki tüm turistlerin çilesi bu yaşadıklarınız". Dilimden bunlar dökülürken kalbim bambaşka söylüyordu, düpedüz haksızlıktı ona yapılan, hata yapıp kalp kırmak çok kolaydı ama yarım saatlik yolcuğumuzda o kalbi onarmaya çalışmak bir o kadar yorucu ve zor oldu. Adamcağız tam olarak yatışmamıştı motordan indiğimizde ki kendisini polis karakoluna şikayet için attı, ama orada da derdini ifade edemeyince (sanırım polisler İngilizce bilmiyorlardı yine iş bize düşecekti ki adam “of be” diyip kalktı gitti) Midilli motoruna doğru yola koyuldu, biz de kendi derdimize düştük.

Defne’cik ise tüm gün fazlasıyla uyumlu ve tatlıydı. Pusetsiz olmasına rağmen onca yolu bizimle kat etti, dükkanlarda bir şeyleri tutturmadı, ona aldıklarımız ve almadıklarımızla yetinmesini bildi, her zamanki iştahsızlığıyla beni yine üzmüş olsa da uyumlu bir minik yerli turist olmasını bildi. Ve ben şunu anladım ki, kızım hakikaten büyümüş…… annesi ve babası gibi birer gezgin olma yolunda emin adımlar atmakta....

 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac