Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



27 Şubat 2013 Çarşamba

Diş Çıkaran Bebeğe Nasıl Yardımcı Olunabilir?

Diş çıkarma süreci önce bebek ardından tüm hane halkı için zor bir süreç olabiliyor. Bazen -her ne kadar bazı doktorlar aksini söylese de- ateş ya da ishal de eşlik edebiliyor bu sürece. Uykusuzluk, huzursuzluk ve iştahsızlığa deyinmiyorum bile..

Defne'nin diş çıkarma süreçlerinde izlediğim ve etkili bulduğum yöntemleri yazıyorum. Denemeden önce, bunların bebeğinizin ayına ve durumuna uygun olup olmadığını mutlaka doktorunuza danışmanızı rica ediyorum. Ayrıca ishal ve ateşi sadece dişe bağlamayıp, doktorla irtibata geçmekte yarar var. Biliyorsunuz özellikle yaz ishalleri ölümcül olabiliyor...


- JEL SÜRÜN: Doktorunuzun önereceği jelleri yemekten ve uyumadan 5-10 dakika önce sürebilrisiniz. Böylece kaşıntı/acı azalacak ve nispeten daha iştahla yiyecektir ya da uykuya daha rahat dalacaktır.

- BIRAKIN KEMİRSİN: Buzdolabından yeni çıkardığınız havucu soyup verebilirsiniz. Böylece hem havucun tadını almış olur hem de soğuk soğuk diş etlerine masaj yapar.

- TAZE SOĞANLA TANIŞTIRIN: Çocuk doktorumuzun söylediğine göre, taze soğanın içindeki bir madde, diş etlerini yumuşatarak dişlerin çıkmasını kolaylaştırıyormuş. Bu yüzden eğer kemiriyorsa, iyice yıkadıktan sonra beyaz kısmını eline verin. Kemirmeyi reddediyorsa, beyaz kısmını biraz kesip diş etlerine sürmeyi deneyebilirsiniz. Hatta incecik doğrayıp çiğ olarak bazı yemeklerine katabilir ya da ekmek içiyle anlamadan yemesini sağlayabilirsiniz.

- KEYFİNİ BOZMAYIN: Diş çıkaran çocuk huysuz olur ve evet, maalesef huysuzluk bulaşıcıdır. Özellikle yaz aylarına gelen bu dönemlerinizi bol bol açık havada geçirmeye çalışın. Temiz hava, güneş, mümkünse deniz kenarı hem ona hem size iyi gelecektir. Üstelik güneşten alacağı doğal D vitamini, dişlerin çıkmasını kolaylaştıracaktır.

- NE İSTERSE ONU YESİN: En azından diş çıkarma döneminde, normalde zor yediği yemekleri pişirmeyin. Bir süre brokoli yemezse ölmez öyle değil mi? Özellikle küçük aylarda çorbalara ağırlık verin ki çiğnemeden yutuversin. Herşeye rağmen bazı çocuklar bu dönemde "aç"lık sınırlarını zorlayabiliyor, üzerinde durmamaya çalışın, emin olun dişi patlayınca bu durum düzelecek ve yemediği günlerin acısını çıkaracak :)

- İSHALE KARŞI: Çocuğun yaşadığı ishal probleminin dişe bağlı olduğundan eminseniz, bunu önlemek için, muz- patates püresi- nar gibi besinlere ağırlık verebilirsiniz. Defne, köpek dişlerini çıkarırken günde 5 kez (evet 5 kez) neredeyse bezinden taşacak şekilde çok sulu kaka yaptığı oluyordu, bu yöntem en azından kakayı biraz daha kıvamlı hale getirdi.

- ATEŞE KARŞI: Doktorunuzun önerdiği ateş düşürücüyü kullanın. Özellikle gece yatırmadan önce ki, gündüzün tüm yorgunluğunu atlatacak şekilde uyuyabilin.

Eklemek istedikleriniz?

26 Şubat 2013 Salı

"Baba"nın Halinden "Baba" Anlar !

Çocuklu doğum günlerinde babalar nereye kaybolur? Böylesine kadın ve çocuk kokan günlerde, babalar sözleşmiş gibi, "anne ve çocuğu" doğumgünü evine bırakır, belli bir saatte gelip alacaklarını söyler ve vıııınnnnn yok oluverirler. Bu tavırları da normal karşılanır, kimse aksini beklemez, belki istemez, umut da etmez.

Gelin görün ki bizim "baba",  geçenlerde ilk kez mecburen bir doğum gününe katıldı. Çünkü o doğum gününün konsepti öyleydi. Diğer aileler de "tam kadro" katılacaklardı partiye, bizim neyimiz eksikti onlardan?

Velhasıl baba, "en önemli iş toplantısına" gidecek ciddiyette ve heyecanda hazırlandı, arabaya oturduğumuzda yüzü stresliydi. "Hayırdır kuzum, bildiğin doğum günü işte, üstelik 2 saat sürecek... " vs demek dilimin ucuna gelse de vazgeçtim, onu kendi kendiyle başbaşa bırakmak sanırım en iyisiydi.

Parti evine geçildi, deli gibi koşturan- itişen büyük çocuklar olduğundan nöbetleşe Defne'nin yanında kalındı. Nöbeti devreden bir şeyler atıştırdı, kocalar zaten birbirini tanıdığı için yalnızlık da yaşanmadı. Sonunda pasta kesildi, anneler çocuklarını alıp birşeyler yedirmeye çalışırlarken gözüm eşime takıldı. Ortaokuldan çok sevdiğim bir arkadaşımın kocasıyla derin derin konuşuyorlardı. O an çok mutlu oldum, benimkinin yüzündeki o "endişeli" , "eyvahlar olsun bana" halinden eser kalmamıştı.

Dönüş yolunda şaka yollu sordum ne konuştuklarını. Meğer arkadaşımın kocası ona "bu ilk doğum günün mü?" diye sormuş. Bizimki "evet" diyince, arkadaşımın eşi, "abi yüzünden belli oluyor, koyver gitsin, zamanla alışacaksın zaten" demiş. Bunu duyunca katıla katıla gülmemek için zor tuttum kendimi. Meğer bizim adamlar dertleşirlermiş bir kenarda, avuturlarmış birbirlerini, gören de sanacak doğumgünü yerine işkenceye götürüyoruz onları ...

Baba olmak zor arkadaş !  

25 Şubat 2013 Pazartesi

Dikkat "HAMİLE" var !

Hayatın en büyük mucizelerinden biri bence hamilelik. İlk etapta hamile kalabilmek, uzunca bir süre bebeği taşımak, ona yuva olmak ve ardından dünyaya getirmek. Belki bu yüzden "hamile" benim için çok değerli, özen- şefkat isteyen bir varlık. İtiraf edeyim, hamile kalmadan önce de bu konuda hassastım ama çocuktan sonra sanırım daha fazla önemsiyorum ve fark ediyorum.

Geçenlerde hamile bir kadın doktorun, hasta yakınları tarafından dövüldüğünü, kadının erken doğum riskiyle raporlu olduğunu okumuştum. İçim cız etti ve bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Hamilelik bir hastalık değildir, hayatın doğal bir sürecidir ama böyle olsa bile "hamile" bir kadın özen ister, itina ister, anlayış ister. Peki görebilir mi?

Hamile olduğunuzu işyerinde açıkladığınızda, hemen doğum zamanını ve doğum izni sürelerinizi hesaplamaya başlarlar. Ne zaman doğuracaksın, 37. haftaya kadar çalışacak mısın, ücretsiz izin isteyecek misin gibi sonu gelmez, sanki medyummuşsunuz gibi cevabını bilmeniz istenen sorularla karşılaşırsınız. Diğer yandan "başka çalışanlarla eşitlik bozulmasın" prensibi gereği, iş yükünüzde bir hafifleme olmadığı gibi, yükünüz sanki artar da. Zaten izne ayrılacaksınızdır, "yattığınız yerden" paranızı alacaksınızdır ve işte bu yüzden "adaletli olmak açısından" daha fazla çalışmalısınızdır. Kusarsınız, önünüze kova koyarlar (bunu bir banka şubesinde gözlerimle gördüm ve insanlığımdan utandım), milyon kez tuvalete gitmek zorundasınızdır ısrarla sizi sorarlar. En ufak bir raporunuz, işe geç kalmanız, mesai saatlerinde doktor kontrolü ya da ziyareti yapmanız diğerlerinden daha çok göze batar. Kendinizi hep suçlu hissedersiniz. Sanki hamile olmak suçmuş gibi.

Hamile olduğunuz göze batmaya başladığında, başkalarının duyarlılığını istersiniz içten içe. Karnım burnumda İstanbul metrosunu birkaç kez kullanmak zorunda kalmıştım. Ya ayakta gittim ya da orta yaşlı teyzeler bana yer verdi. Erkekler ve gençlerde tık yoktu. Bir kez de, bindiğim taksi şoförü sigara yaktığında söndürmesini rica etmiştim, beni bir dövmediği kalmıştı, apart topar inmiştim arabasından.

Aile konusu ayrı bir konudur. Burada da sizden eski performans ev işi, yemek, çocuk bakımı beklenebilir. Sabah uykularını biraz uzatmanız, akşamları kanepede uyuyakalmanız, her zamankinden daha düzenli bir hayat istemeniz, yediklerinizi şeçmeniz tepki görebilir. Hatta hamile değilmişsiniz gibi aile işlerini organize etmeniz, tüm yaygaranın içinde olmanız istenebilir.

Velhasıl siz stresten uzak kalmaya çalıştıkça kendinizi stres içinde buluverirsiniz. Oysa bedeninize ve ruhunuza en kıymet vermeniz gereken zamandasınızdır. İki cansınızdır, üstelik büyük maratona sayılı zaman kalmıştır.

Hamile kadına yapılan bu anlayışsızlık nedendir bir türlü çözemiyorum. İstisnalar vardır eminim ama ben dahil dinlediğim çoğu hamile hikayesinde benzer paragraflar var, evde değilse işte, işte değilse sokakta ya da hepsinde. Nerede kaldı iyilik, insanlık, zor durumdakine yardım etme ve dahası bir mucizeye evsahipliği yapana hürmet?

Neden bu hale geldik?

23 Şubat 2013 Cumartesi

Bayat Ekmek Kampanyası

Ekmek israfını önlemeye yönelik düşünülen, "Bayat Ekmeğini Getir Tazesini Götür" kampanyası 20 Şubat'ta başlayacaktı, çok şükür ertelendi. Neden mi böyle söylüyorum ?

"Ekmek", nimettir, kutsaldır bizim için. Sokakta yerde görsek, eğilir alır kenara koymaz mıyız? Evde yere düşse kimimiz öpüp başına bile koyar ekmeği. Hatta büyükbabamın ninesi, "ekmek bıçakla kesilmez, elle bölünür, bıçakla kesmek ekmeğe saygısızlıktır" dermiş.

Hal böyle olunca neden bayatlatıyoruz bu en değer verdiğimiz nimeti? Ve neden bayat haliyle bir şekilde idare etmektense, yeniden bayatlatabileceğimiz bir yenisi ile değiştirmeyi tercih ediyoruz?

Bu kadar mı kendimizle çelişiyoruz? Bu kadar mı "aç" ın halini bilmiyor, nimetimizi mundar ediyoruz?

Peki bir de şu açıdan bakalım. Bayat ekmekler fırına gitti, fırıncı bayat ekmeği ne yapacak? Hayvan yemi mi olacak, yoksa bir şekilde işlemden geçirip yine bizlerin önüne mi sunacak? Mesela galeta unu mu yapacak ya da kraker mi? Bilmiyorum, düşünmek bile istemiyorum.

Velhasıl kendi aklım fikrimle karşıyım bu kampanyaya. Tükettiğimiz kadar alalım diyorum ve bir şekilde ekmeğimiz bayatlarsa kendimiz değerlendirelim diyorum. Demekle kalmıyorum çözüm önerilerimi sunuyorum, sizden gelecekleri de merakla bekliyorum...

1. Yumurtalı ekmek 

2. Ekmek pizzası (bruschetta)

3. Çorbalar için kruton (ekmekleri küp doğrayın biraz yağ ilavesiyle kızartın, buzdolabında saklayın, kullanacağınız zaman azıcık ısıtıp sıcak çorbalarınızın üzerinde servis yapın)

4. Galeta unu (ekmekleri robotta çekin, sonrasında köfte harcı ya da kızartmalarınızda kullanın)

5. Pideli köfte (tarifi ve fotoğrafı ayrıca yayınlayacağım)

Yukarıdakileri yapmaya üşeniyorsanız ya da zamanınız yoksa, bayat ekmeği ufalayıp biraz ıslatın. Pencere kenarına ya da uygun bir yere koyarak kuşlara verin. Dakikalar içinde tükeneceğine emin olun, özellikle kış aylarında.

21 Şubat 2013 Perşembe

Defne'nin Zeytinyağlı Yer Elması

Dün Defne'yle çok sevdiğimiz bir komşumuza gittik. Komşumuz, Defne'den 15 gün küçük erkek torununa bakıyor, Defne onları çok seviyor ve onlara gitmek istediğini "alt kata gidicem, Demir'le oynacam" diye ifade ediyor.

Ben komşumuzla konuşurken bıcırlar oyuna dalmıştı bile. Eve dönerken komşumuz Defne'ye, torunu için yaptığı kıymalı karnabahardan verdi. Defne en son pişirdiğim karnabaharı şiddetle reddedince ben de vazgeçmiş, 2 aya yakındır karnabahar pişirmemiştim. Akşam bir iki kaşık yiyince memnun oldum, haftasonu pazardan alıp bu sebzeye bir şans daha vermeyi düşünüyorum :)

Malum tabak boş gitmez hesabı, bu sabah Defne için pişirdiğim zeytinyağlı yer elmasından komşumuza götürdüm. Sevindi ve torununa hiç yer elması vermediğini söyledi, hatta bana "nereden akıl ettin yer elmasını" diyince kendimle gururlandım. Çünkü hep ben ondan öğrenirim bu tür bilgileri :) Bazen çok alışık olmadığımız sebzeleri çocuklar sevebiliyor, yer elması da kendisinden şekerli tadıyla bence tam küçük gurmelere göre, özelikle kışın, özellikle kış sebzelerini yedirmek ekstra zorken :)

İnşallah Demir de sevmiştir Defne'nin yemeğini ve denerseniz siz de beğenirsiniz...

Malzemeler: 4-5 adet yer elması, 1 havuç, 1 patates, 1 kuru soğan, 1 portakalın suyu, 1 küp şeker, zeytinyağı, tuz, su, 2 çorba kaşığı pirinç. (varsa biraz bezelye)

Yapılışı:  Soğanı yemeklik, sebzeleriyse küp küp doğrayın. Tencereye koyun. Üzerine küp şekeri, pirinci, zeytinyağını ilave edin. Portakal suyunu sebzelerin üzerine gezdirin. Sebzelerin üzerini kapatacak kadar az miktarda su ilave edin. Kısık ateşte pişirin. En son tuzunu ayarlayın.

Not 1: Defne bu yemeğin yanında makarna yiyor.

Not 2: Sebzelerin pişme süreleri farklı ama fark etmişsinizdir, aynı anda tencereye kondular. Bunun sebebi yemeği çok fazla pişirip vitaminin kaçmasını önlemek. Havucu biraz diri yemenin kimseye zararı olmaz :)  

Çocuktan Önce & Sonra- Evlilik Hayatı

Çocuktan sonra evlilik hayatı değişmeyen var mıdır, yoksa insanlar değişiklikleri kendilerine bile itiraf edemez mi merak ederim içten içe.....


Eşimle uzun bir arkadaşlık döneminden sonra evlendik. Gerek arkadaşken gerekse evlendikten sonra kavga etmedik, tartışmadık bile :) Birbirimizi iyi tanıdığımız için isteklerimizi, beklentilerimizi biliyor ona göre davranıyorduk. Bazen o bazen ben alttan alıyorduk, diğerimizin isteklerini kabul ediyorduk ve geçip gidiyordu.

Defne doğduktan sonra durum değişti. Bunu olumsuz bir anlamda söylemiyorum. Çocuk bence bir evliliğin olmazsa olmazı, hayatın normal akışı.... Ama Defne gibi biraz çetin ceviz bir tip, insanın hayatını yeniden yazıyor. Erken doğumum, uykusuzluğum, Defne'nin 17 günlükken başlayan koliği, ardından uyku ve yeme sıkıntıları sınırlarımızı çok zorluyordu. Üstelik o zamanki çocuk doktorumuz, daha evvel bahsettiğim gibi çözüm üreten değil, akışa bırakan bir anlayıştaydı. Dolayısıyla biz de tecrübesiz ana baba olarak sorunları, çaresiz zamana bırakıyor ya da kendimiz çözüm üretmeye çalışıyorduk. Bu da bizi çok yoruyor ve yıpratıyordu. Çünkü bu işte "profesyonel" değildik. Sorunlar büyüyor büyüyor, bazen bir şekilde şiddetini azaltıyor ama hep orada kalıyordu.

Kalıcı çözümler üretemediğimiz ölçüde ister istemez anlayışsız davranıyorduk birbirimize, kabul edemiyorduk artık hayatımızın eskisi gibi olmadığını/olamayacağını, birbirimizin fedakarlık sınırlarını ve tahammülünü sınıyorduk.. Belki etraftaki, "emzirdin mi saatlerce uyur, gazı yok denecek kadar azdır" tipi bebekler bizi yıldırıyordu. Bilemiyorum....

Ama gel zaman git zaman, Defne büyüdü, doktorumuzu değiştirdik, onun önerileriyle birçok zorluğu atlattık, evet herşey yine mükemmel değildi ama bence olabileceğinin en iyisiydi ve en önemlisi üçlü hayatımıza alıştık-gerçeklerimizi kabul ettik. Şimdilerde, Defne'ye bakıp "bu tatlı küçük mucize bizim mi" diye gülüşüyoruz, gözlerimizin derinliklerinde tartıştığımız anların hatıraları olmadan. Eski defterleri karıştırmanın bize hiçbirşey sağlamayacağını öğrendik çünkü... Zaman zaman yine gerginlik sınırlarına yaklaştığımızda birbirimizi yumuşatmaya çalışıyoruz. 

Psikolog bir arkadaşımla sohbetimiz sırasında bu konu açıldığında, bana "tartışmasız yaşanan ilişkilerin sağlıksız olduğunu" söylemişti. Gerçi ben tartışmasız hayatımızdan memnundum ve açıkçası "sağlıksız" bir tarafını göremiyordum ama konuyu etraflıca düşününce ona hak verdim.

Sanırım çocuktan önce ya da sonra fark etmeksizin en iyisi, konuşmak ve anlaşmak, en zor anlarda koşulsuz sevgi ve fedakarlık göstermek, sonsuz sevmek, zorlukların omuz omuza aşılacağını bilmek ve en son olarak onu olduğu gibi kabul edip sevmek....

20 Şubat 2013 Çarşamba

Çocuktan Önce & Sonra- MESLEK

Döndüm dolaştım yine çoluk çocuk konusuna geldim, anlatacak başka birşey bulamadığımdan değil, tüm benliğimle buna adanmış olduğumdan... ve işte bir yazı dizisi olarak düşündüğüm başlık, Çocuktan Önce & Sonra.... "Meslek", "evlilik hayatı", "sosyal ilişkiler" ve "ben" olarak tamamlamayı tasarlıyorum... dilerim ilgi çekici olur...

Yıl 96, üniversite sınavına gireceğim. Annem, kendisi gibi avukat olmamı çok istiyor. Bense Odtü'ye gidip iktisat okumak ve ardından öğretmenlik yapmak istiyorum. Matemetiğe tapıyorum çünkü, asla sosyalci olamadım çünkü, ezberden- kalıplardan nefret ediyorum. Tek dileğim en sevdiğim dersi hayatım yapmak ve itiraf ediyorum ailemden uzakta bir başka büyük şehirde yaşamak. Kendi ayaklarım üzerinde durabileceğimi ispat etmek... Velhasıl bir şekilde annem kanıma giriyor, ilerde birlikte çalışırız diyor ve cazip kılıyor avukatlığı.. o yıllar kredili sistem var, çalışkanım ben de. Beşinci dönemde mezun oluyorum liseden, annemin dedikleri aklımda dönüp duruyor. Ve sonunda onu haklı buluyorum ve ders çalışmayı bırakıyorum. Sadece bildiğim konuları tekrar ediyorum bir de yurtdışında master işlerini araştırıyorum. Bunu annem de destekliyor, master yap, hukuk İngilizcesi öğren, kendini geliştir, tüm kapılar sana açılacak diyor. Çok hoşuma gidiyor bu fikir, ama sanırım en çok annemi gururlandırmak istiyorum. Sınava giriyorum veee Marmara Hukuk'u kazanıyorum. Annem ağlıyor telefonda bana sonucu söylerken, asla unutamayacağım o konuşmamızı. Kaydımı yaptırıyorum, okul başlıyor. Herşey karman çorman, biraz anneme danışıyorum, anlatıyor, kolay yolunu gösteriyor ama birinci ayımda aniden kaybediyorum annemi. Okula gitmek istemiyorum, hayattan vazgeçmek istiyorum, bu sırada büyükbabam bana "hayatını yaşamalısın" diyor, "annen artık geçmiş, sense geleceksin, bak kardeşin arkanda" diyor, beni zorla okula yolluyor.

Hem ev hanımı hem de öğrenci olarak bitiriyorum üniversiteyi. Yeri geliyor sabahlara kadar çalışıyorum, kafamı kaldırmıyorum kitaplardan. Ders biter bitmez arkadaşlarım sinemanın, kafelerin yolunu tutarken ben eve koşuyorum, biraz yemek, ev işi ardından kitaplar. Tüm o kötü kadere rağmen, olabildiği kadar mutluyum büyükbabam ve kardeşimle, okulu bitirmek, meslek sahibi olmak ve kardeşime iyi bir abla olmak en büyük isteğim. Ama annemle kurduğumuz hayalleri sürdüremiyorum, sürdürmeyi tercih etmiyorum. Büyükbabamı ve kardeşimi bırakıp yurtdışına gitmek bana ters geliyor, istemiyorum da, ayrıca o kadar hırslı da değilim. Standart bir hayat bana yeter diyorum, hayal de kurmuyorum artık... en büyük hayallerimi annemle gömmüşüm çünkü, üstelik artık hayal kırıklığı da istemiyorum hayatımda -sanki elimdeymiş gibi-...

Avukatlık stajı derken, stajım bitmeye 2 ay kala büyükbabamı da kaybediyorum, hatta sırf bu yüzden diploma ve ruhsat törenlerine katılmıyorum. Sonradan alıyorum belgelerimi, kutlayacak birşey kalmadığını düşünüyorum hayatımda. Ve mesleğe atılıyorum, mezuniyetten sonra hiç ara vermeden 10 yıl kurumsal bir finans şirketinde çalışıyorum, üstelik bunun 9 yılı bir plaza binasında geçiyor, cam bir fanusun içinde yani. Hem hırslıyım hem de hırssız. Tek istediğim işimi iyi öğrenmek, kendimi devamlı geliştirmek, aranan bir çalışan olmak. Her tür insanla birlikte çalışıyorum. Huysuz, anlayışsız, tembel ya da tem tersi. Başım öne eğik hep işimi yapıyorum.

Sonra Defne doğuyor, evvelki yazılarımda bahsettiğim gibi küçüğümü elaleme bırakamayıp basıyorum istifayı. Kıdem tazminatımı, onca yıllık çalışmamı ve zor bela elde ettiğim kariyerimi bir kalemde siliyorum, artık evdeyim. Hiç alışık olmadığım halde evdeyim. Ne annemden görmüşüm ev hanımlığını ne de bir başkasından. Bilmiyorum evde bir hayat nasıl geçer. Bütün gün çıt çıkmayan bir eve nasıl dayanılır, küçücük bir bebeğe nasıl bakılır, öğle yemekleri nasıl yalnız yenir, komşuya nasıl kahveye gidilir... Bocalıyorum çok, işten ayrılma kararımı sorguluyorum bolca. Hem haklı buluyorum kendimi hem de haksız, velhasıl çaresiz işi akışına bırakmaya karar veriyorum. "Avukat değil miyim ben"? "işi bıraktıysam mesleği de bırakmadım ya" diye avutuyorum kendimi, yalan avunmalar yine de azbuçuk işe yarıyor. Güncel gelişmeleri takip etmeye çalışıyorum ama şansıma en baba kanunlar ben evdeyken değişiyor, tabii uygulamalar da.

Bugünlerde artık verdiğim kararı sorgulamıyorum. Biliyorum ki bu kararım Defne açısından çok doğru ama benim özelimde çok yalnış bir karar. Bir çocuğun annesiz, sadece bakıcı elinde büyümesi bence tercih edilecek birşey değil, hele ki tek maaşla bir şekilde idare edilebiliyorsa. Defne mutlu ve huzurlu. Ama benim açımdan, çok çalışarak elde edilen diplomalar ve kariyerimde tam da bir yerlere gelmişken yani işin kaymağını yiyecekken ayrılmak, doğru değil. Tekrar işe döner miyim onu da bilemiyorum artık, bu sefer de eve alıştım çünkü. Kimsenin bana karışmamasına, en basit işlerim için el pençe divan izin istememeye, günümü Defne ve ben nasıl istersek öyle yaşamaya.. evinde zorlukları var ama o zorlukları büyük ölçüde geride bıraktık, Defne 26 aylık oldu...

Belki diyorum, Defne biraz daha büyüsün part time ya da daha iyisi evden halledebileceğim bir iş yaparım. Ya da kim bilir yine bir cesaret eski sistemime dönüş yaparım... Zaman gösterecek, herşeyin ilacı zaman....

Peki siz ne yaptınız ya da ne yapmak üzeresiniz?

15 Şubat 2013 Cuma

En Güzel Hediye

"En güzel hediye kitap" sloganıyla büyüdüm. Doğum günüm mü gelmiş, kitap alınır, karne mi alırım yanında kitabı, canım mı sıkılır soluğu kitapçıda alırım, okurum, okudukça okuyasım gelir. Bıkmadan usamadan okurum. Bazen "zorunlu molalar" versem de okumayı severim.

Küçükken Pinokyo, Heidi gibi klasiklerle başlamıştım okumaya, bunları Walt Disney serisi izledi, ardından gazete eklerinde verilen Red Kit, Nils ve Uçan Kaz dizisine gençlik kitapları dahil oldu, sonrasındaysa romanlar. Roman okuma sevdam, "hayatım roman oldu, artık başkalarının hayallerini değil gerçekleri okuyacağım" düşüncemle önemli ölçüde sona erince, biyografilere ve tarihe yöneldim. Hayat hikayelerini, araştırmaları okudum, bol bol tarih ve az buçuk da şiir.

Eşimle evlenip kütüphanelerimizi birleştirmemiz hazinemizi iyice büyüttü, böylece bir süre kitap satın almadan, birbirimizin "eski"leriyle idare ettik.


Tarih kitapları arasında Turgut Özakman'ınkiler dışında en beğendiğim Hıfzı Topuz'un kitapları oldu. "Meyyale", "Taif'te Ölüm", "Paris'te Son Osmanlılar", "Hatice Sultan", "Eski Dostlar" bir solukta okuduğum, tekrr tekrar okuyacağım kitapları arasında.

Geçen haftasonu, ailecek bir AVM'ye gittik. Bir de baktım ki, Hıfzı Topuz'un imza günü varmış, ama saatini kaçırmışız. Çok umutsuz olarak kitapçıya girdim, imza masası boştu, üzerinde kitaplar kalmıştı. Gözüme, "Elbet Sabah Olacaktır" çarptı. Yeni kitaplarından biriydi, gözlerim doldu. Malum gündem.... elbet sabah olacak mı diye düşündüm, tüm bu yaşananlar bitecek mi?

Derken arka yanda durmuş yazarı gördüm. Demek imzaya devam ediyordu. Hemen kitabı aldım, kasaya gittim, benden önce kendisi vardı. Bana sırasını vermek istedi, "zaten sizi bekleyeceğim" dedim gülümseyerek. Bu kibarlığına ve mütevaziliğine şaşırarak ve yine hayran kalarak. Neyse kitabı aldım, o da masasına geçti. Kitabı imzalamadan önce ismimi sordu ve dolmakalemiyle çok hoş bir söz yazarak kitabımı imzaladı, tarihi yazdı. Okuduğum kitaplarından bahsettim, dilinin ne kadar akıcı olduğunu, anlatım ve konuyu çok yönlü araştırarak yazmasının ne kadar etkileyici ve doyurucu olduğunu söyledim.

O sırada eşim ve Defne geldiler. Hıfzı Bey, eşime "kitaplarımın neredeyse hepsini okumuşsunuz" dedi. O da, "evet biz okuduk, sıra kızımızda" diye yanıtladı. "Lütfen yazmaya devam edin" ricasıyla daha fazla yormadık yazarımızı.

Böylesine önemli bir yazarın, gerçek anlamda bir araştırmacı ve yazarın bu kadar mütevazi oluşu, içtenlikle bize zaman ayırması, sohbet etmesi, güleryüz göstermesi, biz ayrılırken yerinden kalkıp elimizi sıkması ve teşekkür etmesi çok ince olduğu kadar, şimdilerde bulunmayan türde kibarlıktı.

Çok sevdiğim, eserlerini bayılarak okuduğum yazarımla tanışmak, yeni bir kitap alıp imzalatmak da benim için en güzel ve uzun zamandır aldığım en büyük hediyeydi.

"Elbet Sabah Olacaktır" adlı yeni eserde, Tevfik Fikret'in hayatı anlatılıyor. Büyük dedesinden başlayan anlatım, Fikret'in ölümüyle sona eriyor. Henüz bitirmesem de, Hıfzı Toğuz'un diğer kitaplarıyla aynı tadı aldığımı, çok sevdiğim Tevfik Fikret'i hiç bilmediğim yönleriyle yeniden tanıdığımı söyleyebilirim.

Hıfzı Topuz'un diğer kitaplarıyla birlikte bu yeni eseri de, tarih severlere şiddetle tavsiye ederim.   


En güzel hediye KİTAP ! ve inanıyorum ki, herşeye rağmen "ELBET SABAH OLACAKTIR" ! 

14 Şubat 2013 Perşembe

İlk Aşkım

Baktım ki "Yaşam Notlarım", "Defne'nin Notları" olmuş... Ben de bir zamanlar "sıkıcı" bulduğum bazı anneler gibi sadece çocuğumdan bahseder olmuşum. Oysa Gezi Notları, Yemek Tarifleri gibi başka bölümleri de var blogumun. Velhasıl bu gidişe bir son verip biraz da başka şeylerden bahsedeyim istedim, Sevgililer Günü vesilesiyle ilk aşkımı anlatayım dedim... 

Çok küçükken fark ettim onu bu kadar çok sevdiğimi, bu sevgimin diğer herkere duyduğumdan farklı olduğunu.. Sevgimin karşılığı bildiğimiz anlamda "aşk" olmasa da büyük bir coşkuydu. Benden yaşça çok ama çok büyüktü. Ama olsundu, sonuçta "aşk" sınır tanımaz öyle değil mi?

Bahsettiğim kişi, büyükbabam, annemin babası..

Ufacığım, annem işe giderken beni büyükbabamlara bırakır, annanem ve büyükbabam bana bakardı. Şımarıklık sınırına az mesafe kalana kadar tüm istediklerim gerçek olurdu o evde. En sevdiğim yemekler pişer, normalde yasak olan oyunları oynayabilirim, büyükbabamla gezintilere çıkabilirim, büyükbabamın bana okuduğu hikayeleri keyifle dinleyip kucağında uyuyakalabilirim. Bundan büyük mutluluk olabilir mi bir kız çocuğu için?

O zamanlar İstanbul'da su kesintisi meşhur. Büyükbabamların banyosunda büyük bir kovanın içi ağzına kadar su dolu, ihtiyaten. Tüm çocuklar gibi bayılırım suyla oynamaya, ama normalde izin yok tabi. Büyükbabam, banyonun kapısında kedi gibi dolaştığımı görüp beni sessizce içeri alır. "Suyla oynamak istediğini biliyorum, ama üzerini ıslatırsan hasta olursun ve bize gelemezsin, üstelik annen kızar. Bu yüzden sana izin verdiğim süre boyunca çok dikkatle oynayacaksın, sakın ıslatma kendini." Veee beni suyla başbaşa bırakıp çıkar. Aramızdaki sessiz anlaşmaya sonuna kadar uyarım. Kimseler hissetmeden muradıma ererim. Sorarım size hangi sevgili böyle büyük riskleri alır ya da sonsuz güvenir, güven verir?

Hava sıcaksa öğleden sonraları büyükbabam beni kıra götürür. Bir elinde annanemin hazırladığı piknik sepeti diğer elinde ben, herkesi arkamızda bırakır gideriz. Otlayan hayvanları seyrederim uzaktan. Su göletlerinde yüzen kurbağa larvalarını sayarım. Yorulunca yere örtümüzü serer ve piknik sepetinde bizim için özel hazırlanmış güzelim yemekleri yeriz. Başbaşayız sevgilimle, "aman yapma" "aman etme" seslerinden uzak. Bir o kadar sakin, bir o kadar çocuğa saygılı, bir o kadar rahatız.... sonsuz mutluyum....

Veee büyükbabam eve gelir. Kim bilir nerededir, o olmadığı zaman ev sessizdir, ben kimsesizimdir. Geldiği gibi soluğu yanında alırım. Elinde Heidi kitabı vardır. Bana getirmiştir. Yanına oturtur beni, kitabı açar, okumaya başlar. Belki milyon kez okutacağım satırları ilk kez okur, merakla dinlerim Heidi ve büyükbabasının maceralarını, gıpta ederim onlarla, Alp dağlarında gerçekten yaşadıklarına inanırım. Resimlere bakarız, basit bulmacaları çözeriz birlikte. Asla sıkılmaz, asla oflamaz....    

İlkokuldayımdır annanem çoktan ölmüştür. Büyükbabam, çalıştığı vakıfla Trakya gezisi yapacaktır. Gitmek isterim onunla. Ama ne yeterince büyüğümdür bu iş için ne de çok küçük. İçimden dualar ederim beni de götürsün diye. Veee annemden izin çıkar. Birlikte vakfın otobüsüne bineriz, tüm Trakyayı gezeriz, onun dilinden dinlerim hikayelerini, yolları, haritamızı açar, nerede olduğumuzu gösterir. Neredeyiz, nereye gidiyoruz. Hiç üzmeden, zorlamadan, hatta ben anlamadan öğretir. Bu geziyi vukuatsız atlatınca, annemden diğer gezilere de vize çıkar. Yine sevinçten uçarım... Böylece gezer gezeriz, hatta büyükbabamı yalnız görenler beni sorar. "ayrılmaz ikili" olmuşuzdur....

Yaz tatillerimiz de birlikte geçer. Bildiklerini öğrenmeye çalışırım, hiç bıkmaz benimle olmaktan, bana öğretmekten, benimle vakit geçirmekten. Asla kızmaz. Beni hep büyük bir adam yerine koyar. Sonsuz değer verir, kendi kararlarımı verdiğimi hissettirerek, aslında olması gereken kararı vermemi sağlar.

Annem aniden ölünce de yanımda yine o vardır. Ilık bir Kasım günü, binlerce kurumuş yaprağa basarak ilerlediğimiz mezarlık yolunda kardeşimin ve benim ellerimi sımsıkı tutar. Dev çınarım ayaktadır, üstelik hayatının en zor sınavını verirken, iki küçük yoldaşı da vardır yanında. Yine sonsuz güvenir bana, sonsuz cesaretlendirir beni, sonsuz sever, sonsuz ilgilenir, ama gözlerindeki o ışık sönmüştür.... benim biricik sevgilim derinden yaralıdır, ama ayaktadır bizim için...

Daha nice nice yaşadıklarımız, yaptıklarımız, ondan öğrendiklerim, bugünkü aklımla sormak istediklerim, bugünkü hasretimle sarıılmak istediğim... yazmakla değil, düşünmekle bitmiyor...

Artık farkındayım ki, "aşk" ya da "sevgi" dedikleri şey işte böyle birşey.... sonsuz bağlılık, sonsuz özveri, sonsuz güven, sonsuz anlayış, sonsuz empati, sonsuz dayanışma, sonsuz birliktelik... bakalım bunların ne kadarını Defne'me hissettirebileceğim??

Sevgililer Gününüz kutlu olsun :)

12 Şubat 2013 Salı

Tuvalet Eğitimi-1

Sevgili okur, başlıktan anlaşılacağı gibi bu yazıda bol bol çiş-kaka-tuvalet- bez gibi gayet cıssss, Türk aile yapısına aykırı ve temelden sarsacak kelimeler bolca kullanılacaktır, şimdiden uyarıyorum.....

"Defne hatunun tuvalet eğitimine başladım, başlamadım, başladım ve yarıda bıraktım, başladım ve kendimi Defne'ye teslim ettim." desem sanırım işi özetlemiş olurum. Velhasıl anladım ve okudum ki, tuvalet eğitiminde önemli olan çocuğu dinlemek, gözlemlemek, onu asla zorlamamak ve kıyaslamamak. Yani gayet liberal yaklaşarak, "bırakınız yapsınlar bırakınız yapmasınlar" anlayışıyla hareket etmek gerekiyor.

Olayın esas kahramanı bezli vatandaşın yanında yer alan fedakar, cefakar ve tuvalet eğitiminde çok çekeceği belli annenin, çiş-kaka temizliği konusunda kendisini ne kadar hazır hissettiği de önemli. Gerçi, düşünüyorum da miss kokulu küçük göletleri silmeye ya da tane tane kakacıkları toplamaya nasıl hazır olabilir ki biri insan? Neyse, anneyiz, hazırız, başaracağız, olmasak da olacağız diyorum ve konuya geliyorum.....

Maceramız, Defne 18 aylıkken başladı. Yani geçen Haziranda. Bizim hatun kişi, kakasının gayet farkında olduğu gibi, çişini de ara ara söylüyor gibiydi. Pek bir heveslendim, malum bu işin yazın çözülmesi tüm çevrelerce uygun görülüyordu. Hemen, güvendiğim tecrübeli arkadaşlarımdan birini aradım ve lazımlık alıp tuvalete yerleştirdim. Oturalım, oturmayalım, giyinik oturalım yok bezi çıkaralım vs derken, çıkan dişler, yazın dışarıda geçirilen saatler ve genel gidişat Defne'nin kaka ve (belli oranda) çişin farkında olmakla birlikte bunları tuvalete yapmaya hazır olmadığını işaret edince ve bizim lazımlık, Defne'nin yaramazlıklarının birinci desteği tabure olma yolunda hızla ilerleyince, lazımlığı ikimizin de göremeyeceği bir yere sakladım. Taa ki iki hafta öncesine kadar.

Evet Defne 2 yaşını geçti. Kakasını söylüyor, hatta yapmadan önce söylüyor ve hemen yapıveriyor. Çiş konusu daha tıntın ama olsun, belki lazımlıkta görünce anlar diye düşünüp bismillah lazımlığı geri çıkardım. Bizimkine konuyu tekrar izah ettim. "Bak Defne'cim, burası senin tuvaletin. Çişini kakanı buraya yapacaksın. Sonra güle güle kaka, güle güle çiş diyeceğiz. Tuvaletin gelince bana söyle olur mu" dedim. Veee beklemeye başladım. Oysa belki zaman zaman bezini çıkarıp oturtmam gerekiyordu ama öyle yapmadım. Neyse, bir akşam kakası geldiğini söyleyince "hadi tuvaletine yap" dedim. Pek bir heveslendi, bezi çıkardık lazımlığına oturdu, ben de önüne oturdum, biraz şarkı söyledim, onu cesaretlendirdim derken kakasını yaptı. Çok sevindi, "baba gelsin" dedi. Marifeti gören baba ve sevinçten delirmiş ben, Defne'yi bayağı alkışladık, öptük, kutladık. Sonra kakasının büyük tuvalete atılmasını istedi, arkasından el salladı ve uyudu.

Ertesi sabah uyandığında pek çiş yapmamıştı bezine. Yine lazımlığa oturmak istedi ve bu sefer çişini gayet güzel yaptı. İşe gitmeye hazırlanan babaya bu sefer çiş gösterildi. Baba sevindi, anne uçtu, bizimki gururlu derken.... itiraf ediyorum "aha bu işi terayağından kıl çeker gibi başardık. Bunca zorluktan sonra bari bu kolay oldu" diye düşünüp, kendi kendimize nazar etmemek için dualar okurken, hoooop başladığımız noktaya geri döndük. En son yapılan çişten sonra bizim bezli muzur bir daha lazımlığa oturmadı. Ne kadar dil döktüysem, yalvardıysam, oynadıysam kar etmedi. "Bezini çıkaralım otur" dememle bizimkinin yüzünü buruşturup, başını hayır anlamında sallaması ve kaçması bir oldu. Ben de üstelemekten vazgeçip, işi inada bindirmemeyi tercih ettim. Ama pusudayım, bu sefer o kadar kolay vazgeçmeyeceğim biline !

11 Şubat 2013 Pazartesi

Bakıcınızı nasıl isterdiniz?

Doğumdan sonra çalışmaya dönecek ve full time çocuğuna bakacak bir yakını olmayan tüm annelerin ortak derdidir iyi bir bakıcı bulmak. Peki bakıcı nasıl bulunur, nasıl biri tercih edilmelidir, bir kimsenin iyi olup olmadığı nasıl anlaşılır.....??? Vs vs sonu gelmez sorularla bunalan, işe dönmek zorundaki anneye naçizane gözlem ve tavsiyelerim...

Öncelikle söylemeliyim ki, kelin ilacı olsa başına sürerdi. Değil iyi bir bakıcı bulmak, doğumdan sonra bana yardıma gelen hanımla bile maalesef istediğim uyumu yakalayamadım. Defne'nin iştahsızlığı ve uykusuzluğuyla ancak ben başa çıkarım, elalem neler eder bu çocuğa önyargım da ağır basınca istifa edip eve çekildim. Ve etrafı gözlemeye başladım. Başka aileler ne yapıyor, nasıl kotarıyor, yabancı mı Türk mü, üçüncü sayfa haberleri doğru mu? ....... vs vs işte gözlemlerim....

1. Milliyet değil, insanlık önemli. Gördüğüm beş-altı yabancı ve üç Türk bakıcı oldu. Hele bir yabancı bakıcıyla sohbet etmediğimiz konu kalmadı diyebilirim. Kendisi annane yaşında ama sonsuz enerjik, pozitif ve güleryüzlü bir hanım. Birlikte kaldığı aileye ve bebeğe (ki bebek 2 yaşına geliyor) sonsuz uyumlu ve destek olan biri. Kolik ve ardından zor uyuyan bir bebeğe ne kadar özverili baktığını biliyorum. Annenin işi nedeniyle aileyle yurtdışına defalarca çıkıp orada kalmışlığı da var. Onu asla somurtuk ve negatif görmedim. Haftanın 6 günü full time çocukla geçirdiği düşünülürse bu durum çok hoş diyebilirim. Ailenin mutfak alış verişini yaptığını, çocuğu her gün düzenli olarak dışarı çıkardığını, onunla oynadığını ve sıcak davrandığını bizzat görüyorum.

Gördüğüm Türk bakıcılardan biri çok fedakar, anne gibi bir hanım. İştahsız olan 2 yaş civarındaki oğlanın arkasından koşuyor resmen, o yemeyince kendisinin de yemek istemediğini anlatıyor gözleri dolarak. Çocuğa doğduğundan beri baktığını ve onu torunu gibi sevdiğini söylüyor. Çok olumlu ve güleryüzlü bir hanım.

Bir başka Türk bakıcı, korkunç somurtuk ve soğuk bir hanım, bebeğin yanında açık havada ve evde pencereden dışarı sarkarak sigara içtiğini gördüm. Bir başka yine Türk bakıcının mesai saatinden sonra evine dönerken sigara içtiğini gördüm. Bunlardan birinin çocuğu uyuturken ona bağırdığını duydum.

Demem o ki, milliyet değil tarz, üslup ve hayata bakış önemli.

2. Tam zamanlı, yarı zamanlı. Her ikisinin de artı eksi yanları var. iyi tanımadığınız biriyle gece gündüz aynı evde olmak, sürekli aynı sofrayı ve tuvaleti kullanmak zor. Çift taraflı zor hem de. Dolayısıyla aile buna iyi karar vermeli. Ama tam zamanlı destekte, eşinizle ya da yalnız istediğiniz zaman dışarı çıkma, istediğiniz kadar serbest takılma imkanınızın olduğu aşikar.

3. Çocuğun Türkçe konuşması. Yabancı bakıcı tercih edecekler, çocuğun Türkçe öğrenmesi konusunu iyi düşünmeliler bence. Çünkü doktorlar belli bir aydan sonra çocukla sürekli konuşulmasını söylüyorlar. Böylece çocuk konuşmayı öğreniyor. Ama bakıcı Türkçe bilmiyorsa ya da yetersiz biliyorsa bu konuda çocuğa destek olamayacağı için konuşma işi gecikebiliyor. Bu noktada ailenin öncelikleri ve tercihi bence önemli.

4. Referans. Eş dost arkadaş akraba yanında çalışmış ve her yönden uyum sağlanmış biriyle çalışmak bence tercih edilmeli. Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok, bebek çorbaları/püreleri/alt değiştirmeleri standart olaylardır.

5. Eğitim. En azından lise mezunu olmalı belki konusuyla ilgili bir okul bitirmiş olmalı. Konuşmayı, temel temizlik ve ahlak kurallarını çocuğa birebir göstereceğine göre eğitimi, ailenizinkine ne kadar benzerse o kadar rahat edersiniz. Hele ki okuma-yazma, en basit ilaç prospektüslerini ya da yemek tariflerini nasıl takip edebilecek ki başka?

6. Deneyim. Bence nicelik değil nitelik ve istikrar önemli. 10 çocuğa kısa süreli bakmış bir hanımdansa 3 çocuğa uzun süreli bakmış birini tercih ederdim.

7. Herşey karşılıklı. "Bakıcı" desek de aslında onlar bizim can dostumuz oluyorlar bir süre sonra. Ya da olmalılar. Çünkü canlarımızı emanet ediyoruz. Bu yüzden "para veriyorum ya" anlayışının dışında yakınlık kurmak ve yakınlık beklemek bence olması gereken. Bu yüzden de işe başlamadan herşey açık konuşulmalı. Tarafların birbirinden beklentisi, ücret, yapılacak iş, ekstra mesai, yaz tatilleri, yatılı olacaksa yaşayacağı oda-tuvaleti vs.

Benden bu kadar, eklemek istedikleriniz?

8 Şubat 2013 Cuma

Trafikte "ANNE" var !

Yok kardeşim, hem İstanbul, hem yedi tepe, hem onca araba, hem onca anlayışsız sürücü. Bana göre değil bu keşmekeşte araba kullanmak/kullanmaya çalışmak. Ancak, sabahın nispeten erken saatleri, nispeten tenha yollar, rahat park edebileceğim yerler....

Defne doğmadan çok önce yaptığım iki küçük kaza yüzünden araba kullanmayı bırakmıştım, aslında büyük hata etmişim. Çünkü kullanmaya kullanmaya korkularım büyüdüğü gibi köreldim de. Amma velakin anladım ki arabasız olmuyor, geçen yaz eşimden rica ettim, birkaç deneme sürüşü ve ardından yine trafikteyim.

Şehirlerarası yolda ya da trafiğin az olduğu küçük yerleşkelerde (yazlığımız ve civar ilçeleri gibi) hiçbir sorun yok. Hatta maşallah reflekslerim, dikkatim vs gayet iyi. Ama gelgelelim İstanbul'da, hele ki trafik biraz yoğunlaşmaya başlamışsa, hele ki arabada Defne varsa (ki çoğu zaman öyle) elim ayağım dolanıyor.

Arka camda, "arabada bebek var" yazıyor ama daha dün, deli adamın teki az kaldı tamponuma yapıştıracaktı kendisini. Dikiz aynasından gördüm nasıl hızlı geldiğini, "ha çarptı ha çarpacak" derken ben az sağa geçtim o biraz sola çıktı ve şükür solladı gitti bizi ! Görünüşte ambulans ya da doktor bir hali de yoktu, işe geç kalmış bir beyaz yakalıya benziyordu o kadar. Ama yüreğimi ağzıma getirdi. Hani ben değil mesele, araba da değil, ama ya Defne? Evet kendisi özel koltuğunda, bağlı, güvende ama ya .... ???? Düşünmek bile istemiyorum.

Bu korkularımın beni ve Defne'yi arabadan uzaklaştırmasını da istemiyorum ama İstanbul trafiği beni hakikaten zorluyooooorrr ! Bunun dışında yaşadığımız sevimsiz anımız çok. Yavaş gittiğim için yediğim korna ve güzel sözleri saymazsak, sıkıştırılmışlığım bile var, üstelik arkada Defne'yle !

Nedir bu sorun anlamıyorum, zaten İstanbul'da hep trafik vardır, hep geç kalma riskiniz vardır, iki araba geçseniz bile üçüncüye ya da ışığa takılırsınız. "Trafikteki anne"lere uygulanan bu dehşet nedendir? Bırakınız bebelerimizle gidelim gideceğimiz yere, zaten çok kalamayız sokaklarda, bırakın bari çıktığımız dakikalarda huzurumuz olsun...

Velhasıl demem o ki, durmayacağım, trafiğe çıkacağım, anlayışsız ve maganda sürücülere inat, kendi stilimden vazgeçmeyeceğim. Ama tercihen hep erken saatler hep az riskli yollar.... Keşke diyorum bazen, daha küçük bir yerde yaşasaydım. Hayatın bu kadar hızlı olmadığı, insanların daha anlayışlı olduğu, birbirine yol verdiği, sabır gösterdiği... Ama ne yapalım, elde var İstanbul !

5 Şubat 2013 Salı

Rüyalar- 2 yaş sendromuna devam

2 yaş döneminin insanoğlu için ne kadar önemli olduğunu anne olunca anladım. Meğer neymiş bu iki yaş. Eskiden olsa, "aa 2 yaşına gelmiş çocuk, büyümüş, artık kendi kendine idare eder" diye düşündüğümü saklamıyorum, acı bir gerçek olarak itiraf ediyorum :) oysa iş öyle değilmiş, 2 yaş anlatılmaz, yaşanırmış :)

2 yaş sendromuna giriş, "ikilem" derken bir baktım ki geceleri unutmuşum. Gece, tüm ev sessizliğe büründüğünde bile 2 yaş sendromu işlemeye devam etmekte, nasıl mı?

2 yaş, minik bünyenin bebeklikten çıktığı ve çocuk olmaya başladığı bir yaş. Herşeyi daha çok fark ettiği, birşeylere yön verebildiğini fark ettiği, oyuncaklarıyla daha net oyunlar oynadığı, çevresine her zamanki merakın yanısıra bilmişlikle baktığı bir yaş. Hal böyle olunca 2 yaşındaki minik insanımızın hayal gücü de zirve yapmakta, gece derin uykuda kendisine ve ev halkına "eğlenceli" dakikalar yaşatabilmekte. Sincap örneğinde okuduğunuz gibi, saçını başını yolmak üzere olan bir anne, sevgi yumağına dönüşebilmekte.

Amma velakin bu örnekler maalesef "kabus" olarak da gelişebilmekte. Son bir haftadır en az iki gece Defne'nin korkunç çığlık ve ardından ağlamasıyla, yatağımızdan sıçradık. Normal zamanlarda duymayan baba bile, gayet olayların içine çekildi. Defne'nin yanına koştuğumda, onu hep yatağında oturmuş, ağlar vaziyette buldum. Birinde oyuncak ayısını yatağının içinde kaybetmiş ve bulamamıştı, ayıcığı verdim, azıcık pışpış uykuya devam etti. Diğerinde "düştüm" dedi. Dünkünde "balonumu kaybettim" dedi. Demek rüya görüyordu...

Okuduğum kitaplar ve internet araştırmaları, bu durumun normal olduğunu, iki yaş civarında çocuğun gerçekle hayali ayırt edemediğinden rüyalarını gerçekmiş gibi yaşadığını, zamanla düzeleceğini, ancak işin "gece terörü"ne dönüşmesi durumunda uzman yardımı alınması gerektiğini söylüyor.  

Endişe etmiyorum, ama itiraf edeyim dün akşamki kaybolan balona çok üzüldüm ve sabah uyanınca elimde bir balonla odasına girdim. Hiçbir ekstra tepki vermedi, demek geçip gitmişti gördükleri...

Velhasıl, bir insan yavrusu büyüyor.. öyle ya da böyle...

2 Şubat 2013 Cumartesi

Hayal Ediyorum

Öyleyse varım. Ya da "insan hayal ettiği müddetçe yaşar"

İşte benim Defne'yle ilgili, önümüzdeki 5 yıllık hayallerim...

Birlikte; - çocuk tiyatrosuna ya da filmine gitmek
            - kurabiye ya da kek yapmak
            - okuldan eve geldiğinde ona sarılmak ve ona güzel bir ikindi kahvaltısı verebilmek
            - ilk karne heyecanını yaşamak
            - evcilik oynamak
            - denizde yanyana yüzmek
            - çiçek, sebze, ağaç yetiştirmek
         

1 Şubat 2013 Cuma

"Kıyamet Günü"- Film Önerisi

Korku ya da gerilim olmayan, üstelik gerçek bir hikayenin anlatıldığı bir film bu.

Konusu; 2004 Tsunami felaketinde bir ailenin yaşadıkları. Oyuncu kadrosu iyi. Süresi uzun, 2 saatten fazla sürüyor. Ama o kadar sürükleyici ki resmen kilitlenip kalıyorsunuz karşısında. Hikayenin gerçek olduğunu bilmek insanı değişik bir ruh haline sokuyor ama benden tüyo, güzel bitiyor :)
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac