Defne'den önce ve Defne'den sonra olarak ikiye ayrılan hayatımızın ilk bölümünde, tatil köyleri bize göre değildi. Uzun tatillerde Artur'daki yazlığımızı, kısa tatil ve kaçamaklardaysa kültür turlarını ve bazen yurtdışını tercih ediyorduk. Bu yüzden uzun bir süredir sessiz kalan gezi notlarımı, bir dönem yaza yaza bitiremiyordum :)
Defne doğduktan sonraki ilk ve ikinci yaz tatilimizde de yazlığı tercih ettik. Kendi evimiz, kendi düzenimiz dedik. Bizim koşullarımızda iyi de bir karardı bu. Çünkü Defne'canım yemek seçiyor, öyle her yerde herşeyleri yemiyor, uyku konusunda da aynını izliyordu. Bizim de canımıza minnetti açıkçası. Ucuz, güvenilir, sağlıklı ve bildiğimiz düzen işte :)
Geçtiğimiz yaz eşimin aralıklarla toplam 1 ay aldığı yaz izinlerini Artur'da geçirdik. Özellikle ikinci gidişimizde Defne'nin rutinlerini de yakalayabildiğimiz için gayet mutlu ve huzurluyduk. Lakin tatilin son günleri arsız anneyi (yani beni) bir hüzün aldı. "Yaz burada bitmemeli", "bu son deniz olmamalı", "güneşe bu kadar erken veda etmemeliyiz" sözlerime eşlik eden içten (gerçekten içten) göz dolmalarım eşimi derinden etkilemiş olacak ki, "Kurban Bayramında bir tatil köyüne gidelim bari" diyiverdi.
Hahahaaay !! Tatil Köyü mü? Defne'den önce kapısından geçmediğimiz, ikimizin de çok uzun bir aradan sonra tekrar tanışacağı bu kavram acaba Defneyle nasıl olacaktı? Üstelik sıcak bir yerde tatil için en iyi ulaşım uçak olacaktı ki, atom karıncam sahip olduğu on beygirlik azma kapasitesiyle uçağı zorunlu inişe mecbur bırakabilecek güçteydi. Eyvah ki ne eyvah.
Bir yandan, "tatilimiz burada bitmemeli", "bir de yemek, temizlik derdi olmadan ayaklarımızı uzatalım" düşünceleri, diğer yandan "tatil köyünde/ uçakta ne yaparız" endişesiyle iki hafta bu konuyu düşündük durduk. Birkaç arkadaşımdan ve bloglardan edindiğim genel kanaat de olumlu olunca, üstelik tam da bize göre bir tatil köyü bulunca bir cesaret rezervasyonumuzu yaptık ve büyük günün gelmesini beklemeye başladık.
Başladık ama ne başlayış. Bir yandan köpek dişleri tam gaz çıkmaya çalışıyor, bir yandan uyku ve yemek işleri yine sekteye uğramış, üzerine ilk kez antibiyotik kullandığı grip de eklenince elimizdeki biletleri püff diye uçurmak bile geçti içimizden.
Neyse, bir şekilde gribi atlattık, son güneşin dişlere yardımcı olacağını düşündük ve umutla bayramın birinci günü uçağa bindik. Defne'can uçakta neredeyse tüm numaralarını yaptı ve o bir saat onu koltuğunda zapt edebilmek için eminim her ikimiz 2'şer kilo vermişizdir. Aldığımız oyuncaklar, kitaplar, camdan dışarıyı göstermeler, birşeyler yedirmeye çalışmalar, resim yaptırmalar görülmeye değerdi. Ama Defne yine de "incin" "incin" (kucaktan inmek istiyorum) diye tutturmaya bir son vermedi.
Otele varmak için bindiğimiz shuttle'da, kucağımda uyuyakalınca derin bir soluk aldık ve öğle uykusunu bu şekilde atlattığımıza çok sevindik.
Otelimiz (Club Calimera Side), tahmin ettiğimiz gibiydi. Yani fiyat/kalite performansı gayet iyiydi. Hemen yanıbaşındaki Titreyen Göl'e yürüyüş yapmak ve ördekleri beslemek için bol bol gittik. Hava gayet iyiydi. Güneşin tepede olduğu zamanlarda deniz kenarında olmaya çalıştık. Biz her gün, Defneyi de son iki gün birer kez deniz soktuk.
Korktuğumuzun aksine uykuyla ilgili bir problem yaşamadık. Defne, otelin verdiği park yatak yerine bizim yatakta uyumayı tercih etti. Biz de üstelemedik. Defneyle uyumanın ne kadar güzel birşey olduğunu böylece babası da öğrenmiş oldu. Hele sabahları uyanınca önce babasın uzanıp "ciciii, ciciiii" diye başını okşaması babasını mest etti.
Gelgelelim yemek işinde ve Defneyi zapt etmekte çok zorlandık. Bizim için gayet harika olan yemekler küçük iştahsızım için tartışılırdı. Ağırlıklı olarak makarnaya talim etti. Hatta diyebilirim ki yemek demek makarna demek oldu onun için. Meyve ve yoğurdu da yanına katık etti. Üstüne varmadan başka şeyler de yedirmeye çalıştım, beslenemiyor diye düşünmeyi bir kenara bırakmaya çalıştım ama o dört gün ne yaşadım ben biliyorum. "Dişleri çıkıyor ondandır" dedim "Yemekleri yadırgadı" dedim, "Neticede eve döneceğiz" dedim ve bir şekilde tatil bitti. Ama ben de bittim.
Yemek kadar zorlandığımız diğer konu, atom karıncamın sonsuz merak, keşfetme isteği ve korkusuzluğu oldu. Yazlıkta yapmadığı bir şekilde bizi geride bırakıp pıtır pıtır kendi macerasına atılmaktan çekinmedi. Yemekte miyiz maksimum 10 dakika oturduktan sonra kalkıp dolaşmak istedi. Kumsalda mıyız, havuzun olduğu yere gidip havuzun etrafında yürümek istedi. Eline verdiğimiz oyuncaklar, resim çizdirmeler, kitap karıştırmalar işe yaramadı. Karıkoca şöyle oturup bir 10 dakika yemek yiyemedik ya da şezlonglara kıvrılamadık. Birimiz hep karıncanın peşindeydik. Acaba tüm çocuklar böyle mi diye düşünmekten kendimi alıkoyamayıp etrafa baktığımda, Defne'den 6 ay kadar büyük bir erkek çocuğun (sanırım 2,5 yaşındaydı), annesinin şezlongunun dibinde, dakikalarca, kalkmadan kum oynadığını üzülerek gördüm ve hemen başımı çevirdim. Hep dediğim ve inandığım gibi her çocuk, her aile, her düzen farklı.
Neticede, ev işlerini düşünmeden, birbirimize kanalize olarak geçirdiğimiz tatil köyü maceramız, kendi içinde yorucu da olsa bence olumlu puanlarla sonuçlandı ve eşimin tüm tereddütlerine rağmen, Defne'canımın biraz durulmasını umarak bu sene de Kurban bayramında bir yerlere gitme kararı aldım.