Yıl 1916, büyükbabam Drama'da doğmuş. Drama, o yıllarda Osmanlı topraklarında Kurtuluş Savaşından sonraysa Yunan topraklarında kalan bir yerdir. Babaannesi, ablası ve annesiyle avlulu bir evde otururlarmış. 1. Dünya savaşında Galiçya cephesine giden ve kendisinden bir daha haber alamadıkları babasını hiç hatırlamıyor, sadece tüccar olduğunu duymuş. Annesini kaybettiğinde de 2 yaşındaymış. Bu yönüyle anasız, babasız büyümüş diyebiliriz. Ailesiyle Yunan mezalimini yaşayan büyükbabam, yaşadıklarını onca ısrarımıza rağmen anlatmamakta sonuna kadar direndi. Sadece iki olay anlattı ki hatırladıkça kanım donar. Bunlardan ilki, bir sabah ekmek almaya giderken, Rum bir adam büyükbabamı yakalamış, ayakkabı ve çoraplarını çıkarmış ve çıplak ayaklarını kor halindeki küllere bastırarak yakmış. Diğeriyse, amcasının Rumlar tarafından gözlerinin önünde öldürülmesiydi. Büyükbabam bunları sadece bir kez anlattı, hep şunu derdi "yeni nesiller kin ve nefret duygularıyla büyümemeli, bizler çok şey gördük ve kaybettik, dünya değişiyor, bunları bilip ne yapacaksınız."
1924'e gelindiğinde, babaannesi ve ablasıyla birlikte mübadelede gemiyle Türkiye'ye göçmüşler, Tokat'a yerleştirilmişler. Yanlarında bavullarından başka hiçbirşeyleri yokmuş, babaannesi Drama'da oturdukları evin tapusunu ve evrakını almadığı için mağdur olmuşlar sonrasında. 8 yaşına kadar yaşadığı Drama'da az buçuk Rumca da öğrenmiş büyükbabam, ama birkaç kelime dışında bize bildiğini hiç belli etmezdi, sanırım o yılları hatırlamak istemiyordu. Tam da o zaman Tokat'ta, askeriye özellikle öksüz ve yetim çocukları eğitmek ve ilerde subay yetiştirmek için topluyormuş. Büyükbabam kendi başına gidip yazılmış ve böylece askeriyeye girmiş, evlenene kadar yatılı kalmış. Anlattığına göre sınıfın en küçüğüymüş, arkadaşlarının büyük kısmı da kendi gibi yetim, öksüz çocuklarmış. "Asker olmak dışında alternatifim yoktu bu yüzden de mesleğime dört elle sarıldım" diye anlatırdı hep, bir de Atatürk'e hep dua ederdi, en çok da "o olmasaydı benim gibi kimsesiz çocuklar heba olurdu, serseri olurdu" diye.. 1934'te subay çıkmış ve resmi kayıtlardaki görevlerinde bulunmuş.
Gayrıresmi olarak anlatmaya devam edersem, bir 30 Ağustos kutlamasında anneannemle tanışmışlar ve 25 Mart'ta Süloğlu'nda evlenmişler(yılını tam hesaplayamıyorum). Resmi kayıtlarda doğum günü 25 Mart olarak belirtilen büyükbabam aslında doğum gün ve ayını bilmezdi. "Eşimle evlendikten sonra doğdum, aile hayatını öğrendim" dediği için nüfusa 25 Mart tarihini kendi yazdırmıştı. Bir de soyadı kanunu çıktığında hiç düşünmeden "özgöçmen" soyadını seçmişti kendisine, insan özünden kopmamalı diye.
İlk çocukları 1939'da dünyaya gelen teyzemi, 1940 Ağustos'unda güneş çarpmasından kaybetmişler. Hem anneannem hem de büyükbabam için çok büyük bir acı olmuş bu. 1941'de dayım dünyaya gelmiş, ama maalesef doğumda yaşanan doktor hatası sonucu dayım küçük yaşta her iki gözünü de kaybetmiş. 1947'deyse annem dünyaya gelmiş.
Her asker ailesinde olduğu gibi bizimkiler de Türkiye'nin çeşitli yerlerinde görev yapmışlar. Tüm bunlar arasında büyükbabamın unutamadığı Erzurum'daki göreviydi. Annem o sırada çok küçükmüş, Erzurum'da en soğuk kışlardan biri yaşanıyormuş. Büyükbabam geceleri kalkıp annemin nefesini koklarmış, soğuktan dondu mu acaba diye, hatta ayna da tutarmış, ayna buharlanırsa nefes alıyor demekmiş.
Görevi sırasında yaşadığı en büyük olaylardan biri, Kıbrıs Harekatı sırasında 1. Ordu Komutanı görevinde olmasıdır. Çünkü işler büyüyüp Yunanistan'la savaş gündeme geldiğinde tüm Trakya'yı ve sonrasında İstanbul'u koruyacak ordunun komutanıdır kendisi. Kayıtlarda olmamakla birlikte, bu dönem büyükbabam ağır bir zona geçirir. Hastalığına ve çektiği onca ağrıya rağmen görevini bırakmaz, annemin deyimiyle her sabah kalkıp traş olup kravatını sıkı sıkı bağlayarak makamına gidermiş. Zona gibi hastalıkların esas dayanağı psikolojiktir, geçirdiği hastalığın en büyük nedeni, olası bir savaş durumunda yaşanabilecekler, vermesi gerekecek kararlar, emirler, bunların sonuçları vs vs olmalı diye düşünüyorum. İnsan, asker olsa bile neticesinde "insan" işte, hele de "vicdan" ve "sorumluluk" sahibiyse.
1975'te emekli olduğunda ve sonrasında 2001'de öldüğünde, anneannemle oturdukları ev (ki bu ev anneanneme aitti), o dönemlerde çok popüler olan kooperatif sisteminden aldığı bir ev ve yazlıktan başka malı yoktu. Ki yazlığın son taksitlerini annem kendi maaşından ödemiştir. Bunlardan bahsetmemin nedeni, rahmetlinin çeşitli internet sitelerinde "holding generali", "batık generaller" listesinde yer almasıdır ki hepsi düpedüz yalan ve iftiradır.
Büyükbabamın emekliliği ve anneannemin hastalığı birbirini izler. Gençliğinde İstanbul boğazını yüzerek defalarca geçen anneannem romatizmadır, çeşitli hastalıkları vardır ve büyükbabamın emekli maaşı hastalıklara ve evi geçindirmesine yetmemektedir. Annem çalışmaya yeni başlamıştır, evlenmek üzeredir(diğer evde oturacaktır), dayımsa sağlık durumundan çalışmamaktadır. Tam o sıralar büyükbabam kendisine gelen bir teklifi değerlendirir,Yapı ve Kredi Bankası'nın Yönetim Kurulu üyesi olur. Bu görevine 1999 ya da 2000 senesine kadar devam eder.
İşte "suç"landığı, iftira yediği nokta da budur. Her kesimden emekli, emekli olduktan sonra çalışmaya devam edebilirken, emekli bir generalin yönetim kurulu üyesi olarak çalışmaya devam etmesi nedense bir grup düşüncenin (gerek Dilipak gerekse aşırı sol gruplar vs) içine sinmemektedir bir türlü. Adam, vazifedeyken çalıp çırpmadıysa ve emekli olduktan sonra bir şekilde çalışmayı seçip tercihini de bu görevden yana kullandıysa bunda yadırganacak ne vardır? Kaldı ki, bunun bir açıklaması da olamaz. Namusla çalışmak hiçbir zaman kınanacak, yadırganacak bir durum değildir.
Bu arada dayım da çalışmaya başlar. Kendisi, büyükbabamın da gayretiyle sözlü imthanlardan geçmiş ve ilkokul diploması almıştır, bir hastanede santral memuru görevini yerine getirmektedir.
Benim doğumum, anneannemin 64 yaşındaki ölümü, dayımın evlenmesi, annemin boşanması derken her ailenin yaşadığı sevinçler, sıkıntılar, burukluklar bizim ailede de yaşanır. Ama takvim 1984'ü gösterip "terör" gerçeğinin yavaş yavaş uyanmaya başlayarak, 1990 başlarında terörist sol örgütlerin faaliyetlerini iyice arttırması ailemizin üzerine karabulut gibi çöker.
Her ne kadar 1975'te emekli olmuş olsa da, sıkı yönetim komutanlığı yapmış olan büyükbabam maalesef bu örgütlerin "hedef"lerinden biridir. Bizden gizlemeye çalışmakla birlikte sessiz telefonlar aldığı, tehdit edildiği, gün be gün kendisine verilen koruma ve gönderilen uyarı mektuplarının arttığı, değiştiği, öncesinde silahsız şoförün silahlandırılması yanına koruma eklenmesi, hepimizce aşikardı. 1990'ların başında tedirgindik, haklı olarak tedirgindik. Ama nedense sıranın bir gün bize geleceğini hiç düşünmüyorduk. Annem kardeşimle bana, büyükbabamın görevdeyken "insanlık suçu" işlemediğini, tüm görüşlere eşit mesafede davranmaya çalıştığını, "önce insan" prensibini güttüğünü söyler dururdu. Zaten ben de 15 yaş civarındaydım, büyükbabamın elinde büyümüştüm, nasıl bir insan olduğunu biliyordum, kimsenin "nefret" besleyemeyeceği biriydi bana göre.
Öyleydi ya da böyleydi, "rahat" değildik. Büyükbabamın kendisi gibi yıllar evvel emekli olmuş silah arkadaşlarına birer ikişer suikastler yapılıyor ve sonunda kurtulan olmuyordu. Adnan Ersöz, Kemal Kayacan ilk sayacaklarım ve evimize bomba gibi düşen üzüntüler arasındadır.
Çok çeşitli tedbirler vardı alınan, almamız istenen, ama işte "insan" faktörü işin içinde oldu mu ve insan kendini "iyi" bildi mi karşısındakini de öyle sanıp "bana olmaz" dedikten sonra ipler şeytanın eline geçiyordu. Oysa bir gittiğimiz rotayı bir daha uzun bir süre kullanmıyorduk, büyükbabam koruması olmadan evin altındaki bakkala bile gitmiyordu, sahilde yürüyüş yapamıyorduk mesela, perdelerimiz hep kapalıydı, telefonda açık açık konuşmuyorduk, sessiz telefonlara sessizlikle cevap veriyorduk vs vs. Asla korku değildi bu yaşadıklarımız, korkacak birşey değil, tedirgin olacak birşey vardı ortada. Çünkü terör, korkutmaz, tedirgin eder ve iliklerinize kadar işler. Yıllar geçer, herşey olup biter, ama hala dikiz aynasından, takip edilip edilmediğini kontrol eder insan....
Sonunda 10 Eylül 1993 günü terör büyükbabamı yakaladı. Dayımı işten almaya gittiği sırada, Barbaros Bulvarında saldırıya uğradı ve mucizevi bir şekilde yaralı olarak kurtuldu. İki korumasından biri de yaralıydı, teröristlerden biri de yaralı olarak yakalanmıştı. Tüm balistik bilgilerine tersti bu yaşanan, hemen yanağından giren kurşun delip geçmiyor, büyükbabamın ağzının içine düşüyor ve elinde kurşun büyükbabam yürüyerek dispansere gidiyor ve ilk müdahalesi yapılıyor. Haberi aldığımızda yazlıktayız, apartopar İstanbul'a dönüyoruz, annem çok şaşkın ama bir o kadar da metanetli, korkunç sakin.
Annem büyükbabama refakat ediyor ve birlikte, sonradan öğrendiğimiz üzere Ankara Gata'ya gidiyorlar, 1 hafta 10 günlük tedavi ve ameliyat sürecinde kendilerinden haber al(a)mıyoruz. Telefonla bizi aramaları yasak, güvenliğe aykırı. Yine sonradan öğrendiğimiz kadarıyla büyükbabamın ameliyatında, bir tetikçi daha, girmeye çalışırken yakalanıyor, basın yasağı geliyor. Büyükbabam, o dönemki suikastlerden sağ kurtulan tek isim......
Hayatlarımız bir daha asla aynı değil, yüksek sesle konuşmuyoruz ama en küçük kuzenimden en büyük olanımıza kadar hep bir huzursuzluk, güvensizlik, tedirginlik kalıyor. Büyükbabam en suskun olanımız ama fark ediyorum ki gözlerindeki ışık sönmüş. Bir insan kendisinden ve yaptıklarından ne kadar emin olursa olsun, birileri açısından öldüresiye nefret uyandırmış olmanın darbesini ağır bir şekilde yaşar herhalde. Suikastten sonra söylediği tek ve en önemli söz şuydu sanırım, "bunu yapanlar, ben emekli olduğumda henüz çocuktular."
Annem,kendince ek tedbirler almaya çalışıyor. Bir süre büyükbabamın evine gitmemi istemiyor (malum eve baskın olabilir), onunla aynı arabaya binmemi, birlikte orduevine gitmemizi istemiyor..... klasik "anne telaş"larını güdüyor, acayip sinirleniyorum ve bir gencin vereceği tepkiyle karşılık veriyorum. "Öleceğimi bilsem yine de onunlayım" diyorum. İnsanın
ilk aşkından kolay vazgeçmesi mümkün mü?
Olaydan 3 yıl sonra annem sürpriz bir beyin kanamasından ölüyor. Büyükbabam için hayatının şoklarından biri daha. "Duyan kulağım, işleyen elim, gören gözüm" dediği biricik kızı 49 yaşında öldüğü gibi ardında beni ve kardeşimi bırakıyor. Büyükbabam o yıl, güvenlik nedeniyle askeri lojmanlara taşınmış, kardeşimle ben de oraya taşınıyoruz. Ve ortak hayatımızın son 5 yıllık dönemine giriyoruz.
Büyükbabam son nefesine kadar sadece biz ailesine değil, kendi açısından değer verdiği kurumlara da destek olmaya çalıştı, burslar verdi. Sayısız vakfa ve derneğe üyeydi. Altı Nokta Körler Vakfı, Şehitlikleri Koruma ve İmar Vakfı, Yıldız Sarayı Vakfı ilk aklıma gelenler. Tüm yaşadıklarına rağmen, arkadaş toplantılarına gider, bizlerin doğum günlerini, yılbaşlarını coşkuyla kutlamaya çalışırdı. Bana her zaman umut ve ışık aşıladı, rahatlıkla sığınabileceğim bir liman oldu.
Ağustos ayı onun için her zaman önemli bir ay olmuştu. Bilenler bilir, askeriyede terfiler, atamalar ve emeklilikler Ağustos ayında belli olur. İlk çocuğunun ölümü de Ağustos'tur mesela, 13 Ağustos. Kendisi de bence yaşadığı tarihsel döngüye uyumlu olarak 15 Ağustos 2001'de eceliyle, yatağında vefat etmiştir.
Ve ne ilginçtir ki, 1993 yılında kendisine suikast emri veren
Dursun Karataş,
25 Mart'ta doğmuş bir kimsedir ve yıllar sonra yine bir Ağustos ayında kanserden ölmüştür. Hayatın "tesadüf"lerden ibaret olduğunu düşünenler için birşey diyemem, ama benim gibi görmek isteyen gözü, işleyen aklı ve hisseden kalbi olanlar için bu paragraf kesinlikle tesadüf değildir.
Kendisine "paşa" denilen, gıptayla bakılan, bir eli yağda bir eli balda sanılan "paşa"lardan birinin gerçek hayatı, sansürsüz olarak ve ilk ağızdan özetle işte böyle. Elbet kimse hatasız, günahsız değil, ama bir tek gün bile şüphe etmeyeceğim gerçekler büyükbabamın vatan sevgisi, namusu, haysiyeti ve şerefidir. Ölümünden yıllar sonra bile yazılarıyla onu rahatsız edenlerin elleri kırılsın diyor ve kendilerini üst paragrafı tekrar okumaya davet ediyorum.....
Adalet, ilahi ya da bu dünyadaki elbet tecelli edecek ve o zaman, asılsız iddialarla karalamaya, yok etmeye çalıştığınız canlar yakanıza yapışacak....