Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Mart 2015 Pazartesi

"Armut Dibine Düşer" mi?

Eşimin internetten aldığı, Andrew Solomon'un, "Far From The Tree" isimli kitabı eve varıp da şipşirin kapağına aldanıp arka yüzünü ve iç sayfalarını okumaya giriştiğimde, bana kalsaydı bu kitabı alıp okumazdım, çok moral bozucu diye düşünmüştüm. Meğer çok yanlış bir düşünceymiş, bunu sonradan, kitabı okudukça, okuyup düşündükçe ve insan türüne farklı bir açıdan bakmaya başlayınca anlayacaktım.

Gel zaman git zaman, eşim kitaba gömülüp okurken beni de merak sardı, hem konuşacak ortak bir konu çıkar hem de İngilizce'mi unutmam düşüncesiyle sarıldım kitaba. Okuduktan sonra bir daha asla aynı insan olamayacağımı bilmiyordum tabii.

Andrew Solomon'un bu kitabı, "armut dibine düşmezse" ne oluru anlatıyor. Bizzat röportaj yaptığı, yıllarını alan inceleme, araştırma ve tanıma çalışmaları kapsamında, sırasıyla sağır, cüce, down sendromlu, otistik, şizofrenik, sakat, dahi, tecavüz ürünü, suç işleyen, trans çocukları, bu çocukların ve ana babalarının hayatlarını anlatıyor. Evet, gerçek, çok gerçek, eğer bir şekilde civarınızda yoksa sizin çok dışınızda, bilmediğiniz, bilemediğiniz, farkında bile olmadığınız, belki es kaza karşılaştığınızda "evlerden ırak" nidalarıyla uzaklaştığınız ya da "sirkteymişçesine" gözünüzü dikip her hareketlerini pür dikkat incelediğiniz, "armudun çok çok farklı bir yere düştüğü" hikayeler.

Evet, hamilelikteki testler çok güvenilir, çok çeşitli, birçok durumu önceden tespit edebiliyor ve siz, tamamen özgür iradenizle kararınızı verebiliyorsunuz. Ama biliyor musunuz bu kitaptaki bazı ebeveynler "ters" giden gebelik sonuçlarına rağmen çocuğu dünyaya getirmeyi seçiyor ve hayatları ona göre akıyor. Ya da başta herşey "normal" gözükürken, doğumla birlikte ya da çocuk belli bir yaşa gelince "farklılık"lar ortaya çıkıyor. Yani herkes ana babasına ya da ailesinin diğer üyelerine benzemiyor, genler aynı bir labirentte yol bulur gibi yüzyıllar öncesinden akıp geliyor ya da  "işte öyle" oluyor.

Sağır ve cüce çocukların anne ve babalarının, eğer ana babaları kendileri gibi değilse, "sen sesleri duyabiliyor musun, neye benziyor?" ya da "boyum ne zaman akranlarımki gibi olacak?" sorularına mazur kaldıklarında yaşadıklarını düşünce kapsamına almak bu kitabın yarattığı bir farkındalık. Engelli çocuklarınsa, kendileri için korkunç fedakarlıklarda bulunan anne babalarının farkında bile olmamaları, bu insanların bir kez bile çocuklarından "anne, baba" kelimelerini duymayacak olmaları hayatın bir başka soğuk yüzü. Trans çocuklar açısından dikkatimi çekense, daha bebeklik çağında mesela 6 aylıkken kendi öz cinslerinden olmayan renk ve oyuncaklara aşırı tepki vermeleri oldu. Mesela kız bebeklerin, mavi giydirildiklerinde saatlerce ağlamaları gibi.

Dünyaya getirmeye karar verilmesi en zor çocuklardan biriyse, tecavüz ürünü çocuklar. Anne, bu çocuğu dünyaya getirdiğinde her daim o felaket olayı hatırlıyor, bunu suçlusunun çocuk olmadığını bildiği halde ona bağlanmakta sıkıntı yaşayabiliyor, çocuğu dünyaya getirdiği için ailesinden tepki görebiliyor vs.

Peki ya çocuğunuz suç işlerse? Andrew Solomon, kitabında bir arkadaşıyla okulu basıp öğrencileri öldüren ve sonrasında intihar eden bir çocuğun ailesiyle röportaj yapmış. Hakikaten okumaya, düşünmeye değer. Yoksa siz, "ben çocuğumu çok iyi yetiştiriyorum, onu çok iyi tanıyorum, gayet de uysal bir çocuktur" diyenlerden ve buna çok inananlardan mısınız?

Bu kitabı okuyuncaya kadar, dahi bir çocuğun süper bir fikir ya da şans olduğunu düşünüyordum. Meğer değilmiş. Dahi bir çocuğun da kendine göre zorlukları varmış. Özellikle de ana babanın, dahi çocuğu sömürür hale gelmesi ve bu tip çocuklarda intihar oranlarının yüksekliği, kitabı okudukça farklı dünyalar olduğunu anlamama yardım etti.

Tüm bu değişik hikayeler arasında benim açımdan en acı olanı, suç işleyen çocuklar. Çocuğun illa birini öldürmesine gerek yok tabii, insanların hayatlarını mahfeden yalanlar söylemesi, iftiralar atması, nankörlük etmesi bile yeter.

Kitabı okudukça anladım ki, birbirimizi tanımıyoruz, farklı hikayelere kapalıyız, önyargılıyız, düşüncesiziz, çocuklarımızı da kendimiz gibi yetiştiriyoruz. Her yıl, çeşitli yaşlarda 770 engelli öğrenci, sırf bizler çocuklarımıza "engelli arkadaşlarına nasıl davranacaklarını" öğretmediğimiz için okulu bırakıyor. Ki bence buradaki engelli sözü geniş anlaşılarak "farklı" olarak değiştirilmeli. Bunun ötesinde "farklı" bireylerin yaşamını kolaylaştıracak okullar, alışveriş merkezleri, sağlık kurumları, sosyal yayınlar yok denecek kadar az. Sağır olduğunuzu ve bir lokantada sipariş vermeniz gerektiğini düşünün ya da tekerlekli sandalye ile markete gitmeyi deneyin ya da gözlerinizi kapatıp yemeğinizi yemeye çalışın ya da tüm bunları etrafınızdaki tüm gözler sizi seyrederken yaptığınızı hayal edin ..... Maalesef kitaptaki en çok yakınılan konulardan biri bu, "çocuğumla nereye gitsek herkes işini gücünü bırakıp bizi seyrediyor hatta parmaklarıyla işaret ediyor".

Andrew Solomon'un korkunç emek vererek, yayın dünyasına kazandırdığı bu kitabın en kısa zamanda dilimize çevrilmesini ve sadece akademik çevrelerde değil, sıradan insanlarca da okunmasını dilerim.... birbirimizi daha iyi anlamak, yargılamadan önce bir kez daha düşünmek, hayatın dayanışarak ve hep birlikte daha kolay ve yaşanası olduğunu bilebilmek, orkestra ahengini yakalayabilmek için...

24 Mart 2015 Salı

Kilo bağışçısı olmak istemez misiniz?

"Yaz yaklaşıyor sevgili okur, benim kilolar aldı başını gitti, üzerinize afiyet bir iştahım var ki sormayın, e oldu olacak bu yaz denize duba olarak beni bağlayacaklar" diyebilmeyi ve bu yazının kilo problemlerini anlatır (bence gayet de iç bayıcı) klasik bir yazı olmasını çok ama çok isterdim. Ama değil :)

Dün doktordaydık, 10 gün kadar evvel, akciğer filmi eşliğinde, Defne'ye konulan "zatüree başlangıcı" teşhisinden sonra, tam iyileşmiş mi bakıldı, nitekim iyileşmişti, bunu ben de anlayabiliyordum da anlamak, kabullenmek istemediğim bu son hastalığın kilo anlamında Defne'yi vurmuş olmasıydı. Zar zor aldırdığım ve hastalık boyunca dibe vuran iştaha inat, peşinden gide gide yedirdiğim lokmacıklara rağmen 300 gr vererek, ulaşmamızın zaten imkansız olduğu kilo hedefini uzak menzillere yerleştirmiş kızım. Zaten biliyordum, görüyordum, en basiti yıkadığımda ya da külotlu çorap giydirdiğimde sıskacık bacakları ortaya çıktığında...... Hiçbir konuda olmadığı gibi kilo konusunda da Defne'yi başka çocuklarla kıyaslamıyorum, çünkü ben de başka annelere benzemiyorum ama kilo yok mu kilo, gözle görülüyor işte....

Velhasıl, doktorumuz yine bu konuya geldi, yeni çözüm önerileri getirdi, hatta konuşurken bir ara "evinizde baskül vardır...." dedi, cevabım, dışarıdan görülmeyen ateş basmaları(hayır menapoz değil, bildiğin sinir gelmesi) eşliğinde "maalesef var" oldu, ki maalesef lafıma doktorumuzun yardımcısı dahil hepimiz güldük. Sonuçta 1 ay kadar sürecek "Defne'ye kilo aldırma" projesini kucağımda bularak doktordan ayrıldık. Gerçi bu yeni bir şey değil, doğdu doğalı ona kilo aldırmaya çalışmaktan ve şu son 2 yıldır kaşık kaşık aldırdığım kiloların hastalıklarda kepçeyle gitmesini görmekten helak olmuş vaziyetteyim.

İşin komik yanı, baskül tabii bu projemizde vazgeçilmez şekilde baş tacımız olacak. Sabah uyanınca, affedersiniz tuvaletten sonra, gün aşırı, haftada bir, özetle anne kalbi bu uygulamayı ne sıklıkta kaldırırsa küçük insan basküle çıkarılacak, notlar alınacak, her öğün bir öncekinden daha fazla yemesi sağlanacak ve böylece, bugüne kadar denenmemiş yeni metotların da yardımıyla küçüğün mide kapasitesinin artması hedeflenecek. Tüm bunlar olurken, minik mideyi aşırı zorlayıp kusmaması sağlanacak vs vs vs vs .... Yahu diye haykırıyorum bu noktada, neden bu çocuğu yemesi için rahat bırakmıyoruz??? Çünkü yeeeemiiiiiyooooooorrrrr diye cevaplıyor bir başka ses ve en iç ses bunun doğru olduğunu biliyor.

Dün itibariyle edindiğimiz bu güzide projemize gelen en içten ve anlamlı yorum eşime aitti, yine kendince koydu noktayı daha da yorum yapmayacak. Kendisi liberal bir baba olarak, sıkı bir "bırakınız yesinler bırakınız yemesinler, acıkırlarsa zaten yerler"ci olmakla beraber, zayıflığın dayandığı bu uç noktada tüm sloganlarından vazgeç(iril)miştir. İşten döndüğünde, olan biteni, yani yapacaklarımı detaylı olarak dinledikten sonra (yok anacım daha dinlerken belliydi aklından geçenler) ciddi bir ses tonuyla "bence bunun yerine sen bir maymun al, onu mekiğe yerleştirip uzaya gönder, bak daha çabuk ve kolay olacak" demesin mi? Güleyim mi ağlayayım mı, bana reva görülen bu projeyi başlamadan rafa mı kaldırayım bilemedim. Ve tüm bu gönülsüzlüğümün göstergesi olarak bu sabah kızı tartmayı unuttum. Bunu da spikerin "dakika bir gol bir" anonsu eşliğinde Defne'yi yuvaya bırakırken fark ettim iyi mi? Olsun be sevgili okuyucu, bu proje kısa vadeli değil, uzun vadeli bir proje, yani bunu bir maraton olarak görmeliyim, az zamanda çok işler başarmayı değil, uzun vadede kalıcı kilolar kazandırmayı hedeflemeliyim, mantar panoma asacağım kilo çizelgesine her sabah ve akşam umut dolu gözler ve içimden okuduğum marşlar(geliyor geliyor kilocuklar geliyorrrr) eşliğinde bakmalıyım. Hayat bir imtihan derler ya, benim de kaderim baskülle imtihanmış, hadi sayılar Defne için gelsiiiinnn :)

Not: Bahar ve ardından gelecek yaza binaen, fazla kilolarından kurtulmak isteyen herkesten kilo bağışı kabul ettiğimizi ilanen duyururum.

   

17 Mart 2015 Salı

Tuzlu Kurabiye Masalı

Çok uzun zamandır yemek tarifi vermiyordum. O kadar güzel, ihtişamlı, maharetli tarifler yayınlayan bloglar var ki onlara haksızlık ederim gibi geliyordu bana, bir de uzun zamandır yeni birşeyler denemiyordum. Demek buraya kadarmış. Geçenlerde paylaştığım bayat simit böreği ve şimdi paylaşacağım tuzlu kurabiye ile tam gaz sahalardayım, tabii kendi kategorimde :) pratik ve basit...

Dün Defne evdeydi. "İnşallah bu son olsun" deyip "amin"i eksik ettiğim (olmayacak duaya amin demiyoruz ya ondan) son hastalığın bence son nekahat günündeydi. Defne'yle evde olmak hem çok güzel hem hava kötüyse çok sıkıcı. Sabahtan öğlene kadar klasik geçen günün ardından, baktım olmayacak alayım bu küçüğü yanıma da uyutayım dedim. Aslında Defne, öğle uykusunu kaldıralı çok oldu, ama hasta olduğunda ya da azıcık keyifsiz ve itiraf ediyorum böyle nekahat günlerinde gün çabucak geçsin diye, öğle yemeğinden sonra kendisini koca yatağa taşıyıp kollarıma yatırıyorum. Birbirimizi koklaya koklaya, terlete terlete uyuyoruz. İtiraf ediyorum, en güzel, en derin, en verimli uykularımı o yanımdayken uyuyorum. Dün de öyle yaptık, devrildik yatağa, dayısının küçükken en sevdiği kozu "uyumıycam, gözümü dinlendiricem" kozunu kullandıysa da dayanamadı uyudu. Ben de dalmışım. Uyandığımda, öğleden sonra olmuştu bile, baktım benimki hala uyuyor, ona bir "iyi ki uyudun" sürprizi hazırlayayım. Son iki haftasonudur, eşimin babaannesinin vefatı yüzünden uzaklardaydık, Defne de babaannesinde torunluğun tadını çıkarıyordu, birlikte kurabiye yapmak da bunun en güzel noktasıydı sanırım. Hadi dedim şu meşhur kurabiyeyi biz de yapalım.

Tuzlu kurabiye yapmak, daha doğrusu annemle mutfakta olmak benim de en sevdiğim şeydi küçükken. Ancak buna çok zaman bulamıyorduk, çünkü o çalışıyordu. Küçüklüğümün en güzel hatıraları, annemin kardeşim için aldığı doğum izninde evde olması ve okul dönüşü bana kek, poğaça pişirmiş olmasıydı. Sokak kapısını açınca o koku burnuma çarpar, merakla, bana ne hazırladığını görmek için mutfağa koşardım ve o pis ellerimle ilk lokmayı kapar, annemin çığlıklarıyla tuvalete el yıkamaya giderdim. Annemin tuzlu kurabiye tarifi kayıplarda, çünkü bir tarif defteri olmadı annemin, minik kağıtlara yazdığı kimi tariflerse sadece onun anlayacağı dilden, ama olsun. Kayınvalidemin tarifi, onunkine en yakın olan sanırım, hatta belki aynıdır kim bilir? Defne uyurken hamuru hazırladım, anneannemin diktiği mutfak önlüğünü çıkardım. Baktım bizimki kalkmayacak, terli nanoşlarını öpe koklaya uyandırdım bızdığı. Kurabiye yapacağını duyunca çok sevindi tabii.

Hemen taburesine tünedi, ninesinin diktiği önlüğü bağladık, anneannesinin kurabiye kalıplarını aldı ve babaannesinin tarifiyle hazırlanan hamurla işe koyuldu. Uzuuunn yılların ardından, çok farklı bir mutfakta, biri artık yetişkin bir anne diğeri yolun çok başında bir kız, yeni denebilecek eski bir önlük, yılların eskitmediği kalıplar ve tarifle, aynı lezzeti yakalamaya çalıştık. Kurabiyeler piştikçe fırından yayılan koku, cenneti andırıyordu benim için.... Normalin aksine hiç yaramazlık yapmadı Defne, belki içimi kaplayan hüzünlü mutluluğu o da fark etti bilemiyorum. Yağlı ellerini sağa sola sürmedi, hatta baktım babaannesinden ve Ayşe annesinden öğrendiği gibi şekilleri çıkardı, kurabiyelerin üstüne yumurta sarılarını sürdü, tepsiye dizmem için bana uzattı. Acaba dedim içinden, günün birinde bu yaptıklarımızı o da hatırlayacak ve kendi çocuğuyla ya da tek başına tekrarlamaktan keyif alacak mı? Sarıldım kağıt kaleme, tarifi hemen defterime taşıdım. Herşeyi kayıt altına aldığım gibi, bunu da unutulmamak üzere kaydettim, çünkü biliyorum ki unuttuklarımızı bize fısıldayacak birileri olmuyor her zaman.

Merak edenler ve farklı bir lezzet denemek isteyenler için;

Malzemeler: Bir dilim yağlı beyaz peynir, peynirle aynı miktarda tereyağ, 1 yumurta, tuz, aldığı kadar un.

Yapılışı; oda sıcaklığındaki beyaz peyniri ufalıyoruz. Yine oda sıcaklığındaki tereyağla iyice yoğuruyoruz. yumurtanın akını ve tuzu ilave edip tekrar yoğuruyoruz. Kulak memesi kıvamında bir hamur tutturana kadar un ilave ediyoruz. Hamuru kurabiye kalıpları ya da bir bardakla kesip (çok marifetliler sadece elleriyle de şekil verebilir tabii :) )  üzerine yumurta sarısı sürdükten sonra önceden ısıtılmış fırında üzeri hafifçe kızarana kadar pişiriyoruz.    

    

12 Mart 2015 Perşembe

Bayat Simitten Börek


Simit ya da gevrek, adı ne olursa olsun harika bir lezzet öyle değil mi? Kendimi bildim bileli bayılırım simide. Tek başına, yanına bildik ikileme- üçlemelerle (peynir, çay/ayran) her öğün her yerde. İster ayaküstü ister uzun soluklu kahvaltı sofralarında. Ama illaki de billaki de tallahi de sokak simidi. Bu dediğim, ortada bunca açlık ve yokluk varken, şımarıklığın daniskası biliyorum ama o yumuşacık pastane simidiyle aram hiç olmadı.

Geçenlerde sevdiğim bir arkadaşım kahvaltıya geldi, maalesef sokak simidi bitmişti, mecbur pastaneden aldım, haliyle de pek yenmedi. Normalde hiç artmayan simit arttı, ben de klasik yöntem dondurucuya kaldırdım. Artan simit ya martılara gidecekti ya bir şekilde biz yiyecektik. Bu sefer, havaların açık gitmesini fırsat bilerek hayvancağızların rızkına göz diktim ve simitleri kendimize yedirmeye karar verdim :) İnternet iyi ki var, herşeyi pek bilen google'a "bayat simit" yazınca envai çeşit tarifle karşılaştım. Mevsimsel kullanım ve elde mevcut erzakı düşünerek, fotoğraftaki lezzeti anlatacağım şekilde pişirdim. Yumuşacık, gayet doyurucu hatta şişirip patlatıcı oldu. İster kahvaltıya ister çay saatine ister yardımcı yemek olarak tüketilebileceğini düşünüyorum. Ölçüleri tam veremiyorum, göz kararı uyguladım.

Bir tam simidi, ince halkalar halinde kestim. Hafif yağladığım güveç kabına (borcam da olur) dizdim. Üzerine yine incecik yağ gezdirdim. Diğer yanda bir yumurta, yarım paketten az krema, süt, rendelenmiş kaşar, tuz ve karabiberi çırptım. Bu harcı gezdirerek simitlerin üzerine yaydım. Bu haliyle simitlerin harcı iyice çekmesini bekledim. Sonra da ısınmış fırında üzeri kızarana kadar pişirdim.    

Deneyecekler, mevsime göre domates, biber; isteğe göre sucuk, kırmızı pul biber de ekleyebilirler. Krema şart değil, onun yerine sütün miktarını arttırmak yeterli olacaktır.

Afiyet olsun :)
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac