Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



29 Mayıs 2014 Perşembe

% 100 İstanbul.... Tarih, Mekan, Sırlar (Erk Acarer)

Soma faciasından ve böylesine büyük bir facia sonrası yaşananların ardından, değil bloga yazmak, günlük hayatıma devam etmek bile acı verir, vicdan azabı çektirir hale gelmişti. Aslında, hala yazamıyorum, kelimeleri biraraya getirecek şekilde kendimi veremiyorum. İnternete girmek, haberlere bakmak, "acaba bugün canım ülkemde ne olacak" düşüncesiyle gözlerimi açmak ne yazık ki bende kısır döngü haline geldi. Bunun üstüne Defne'nin aylık rutin hastalığı eklenince (yine ateş 39, köh köh öksürük...) moralim öyle böyle, ama Sertab'ın dediği gibi "iyileşiyorum".

Aşağıdaki yazı, Soma faciasından önce hazırladıklarımdan biri. Yani zuladan. Biraz da hazırdan yiyelim sevgili okuyucu. 

Erk Acarer'in kaleminden " % 100 İstanbul. Tarih, Mekan, Sırlar", uzun bir süredir okuduğum en güzel, akıcı, sürükleyici, kitaplığımın baştacı kitaplarından biri.

Kitabın, "İstanbul" gerçekleri üzerine, masalsı ama tamamen gerçeklere dayalı bir anlatımı var. Sadece günümüz değil, Bizans ve öncesine, Osmanlı'ya ve Cumhuriyet dönemine ilişkin bilmeye değer "küçük hikayeler"den oluşuyor.

Merak ettiğim, kitabı okuyuncaya kadar benim için anlam ifade etmeyen ya da arka planını hiç düşünmediğim bir dolu İstanbul gerçeği gözümde çok başka bir şekil aldı diyebilirim. Mesela simit? Ne zaman, nasıl üretildi, nasıl bu kadar sevildi?

Ya da Pera Palas'ta rehin kalan dünyaca ünlü oyuncu kimdir, nasıl kurtarılmıştır? Tarlabaşı'nın hikayesi? İstanbul'un ilk boğaz köprüsü neden yaya trafiğine kapatıldı? İlk futbol takımını kim, nasıl kurdu? Futbol hangi padişah tarafından, hangi gerekçeyle yasaklandı? Atatürk altın çakmağını neden denize attı?..........

Daha onlarca sorunun cevabı işte bu kitapta.

Bu kitabı, İstanbul'a hakim bir noktadan, ara ara bu devasal şehre bakarak okumak gerçekten anlamlı olabilir. Ya da belki semt semt, eser eser gezerek okumak.... Ya da vapurla karşıya geçerken? Her ne olursa olsun bence her İstanbul'lu, mutlaka tanışmalı şehrinin gerçekleriyle....

Keyifli okumalar.....      

16 Mayıs 2014 Cuma

Işığım Söndü

Gidiyoruz, İstanbul'dan uzaklara, Soma'ya yakınlara.... Yokuz 3 günlüğüne, acının kalbine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.... Geçerken oralardan, Sela sesleri bizi karşıladığında, tabutlarla yüklü araçları, ağlamaktan bitap düşmüş insanları gözlerimizle, capcanlı gördüğümüzde ne hissedeceğiz, ne olacağız bilemiyorum...Soma'ya gitmiyoruz, ama teğet geçeceğiz oraları, köyleri, kasabaları....

Sözün bittiği yerlerdeyim, hakikaten çok ama çok perişanım. İnterneti ya da televizyonu her açtığımda, birileriyle konuştuğumda gözlerim doluyor ve ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Biliyorum ki, bir kez başlarsam asla durmayacak gözyaşlarım.

Çaresizliğe ağlayacağım, bu kadar feci bir "kader"e, yitip giden yüzlerce cana, artlarında bıraktıkları acılı ailelerine, sevenlerine, hepsine.... ve en çok da kandırılmayı "kader" kabul etmemize... din afyonunu verip, bizleri avutmaya çalışmalarına.... Oysa aklı başında Diyanet'in bugünkü Cuma Hutbesi'ni okuyun. "Kader" diyor, "tedbir almaya mani değildir." Madencinin kaderi mutlak ölüm değildir yani.  Oysa bizde, devlet işlerini konuşmaları gerekenler, dini teselliler üretiyorlar. Devlet adamlığı bu mudur? Madem herkes kaderine razı, bırakınız koruma ordusunu..... Bırakınız çalışıp didinmeyi, biraz duayla gökten altın yağar belki..... Bırakınız kapınızı kilitlemey, bırakınız çocuklarınızın elini... "Veren Allah, alır canı" elbet ve alacaktır da, ama Allah kafa da vermiştir insanoğluna, süs olsun diye midir?

Hayır, iktidarın kim olduğu önemli değil, bu bir "fırsat" da değil, "darbe girişimi" de değil, "ölümden medet umma" da değil. Gün, sadece dua etme günü de değil, hesap sorma, suçluları cezalandırma ve bu yolla biraz olsun teselli bulma günü. internette bir yorum okudum, kanım dondu. Diyor ki "biz şimdi gece gündüz dua ediyoruz, duamız bittikten sonra bu işten medet umanlardan, darbeye dönüştürmeye çalışanlardan hesap soracağız".  Bu, nasıl bir zihniyettir???

Bu zihniyete karşılık benim de şöyle düşünmem lazım, "Soma'nın çoğu AKP'ye oy verdi, Soma belediyesi AKP'li ve yerel seçimden aylar sonra muhalefet partilerinin maden ocakları için verdikleri önerge bu insanların seçtiği,desteklediği iktidar tarafından reddedildi, oh olsun, layıklarını buldular"... Bu mudur yani?  Böyle birşeyi bir kez olsun aklıma getirmedim, getirebilecek kadar kurutmadım vicdanımı.... Ama ben nekrofilim, goygoycuyum, darbeciyim, tüm kötülüklerin anasıyım.... Peki ya sen nesin "karşı taraf"?

Işıklar söndü, kelimeler ve acı kifayetsiz kaldı bana göre...... Çok uzun bir zaman sonra, sabahları uyanmak istemiyorum desem... Sırf Defne ve eşim için kendimi kaptırmıyorum desem... Babasının mezarı başında ağlayan o kız çocuğu bana kendimi hatırlatıyor, 18 sene sonra hala, o ilk günkü gibi ağlıyorum çünkü....

Şerif Enginbay'ın bir şiiri geçti elime, madencinin veda mektubu da diyorlar, aşağıda paylaşmak istiyorum.

 IŞIĞIM SÖNDÜ
Karıcığım hoşçakal, ışığım azalıyor,
Yanımda ölü arkadaşlarım.
Artık kömür kokulu ekmekler getiremeyeceğim sanırım.
Buraya kadarmış çocuklarım, hoşçakalın,
Hakkınızı helal edin; anacığım, babacığım.
Işığım azalıyor, hoşçakalın..
Üstüme değil içime çöken ocağın sessizliğinde
Tek tek seslerinizi duyuyorum, yüzlerinizi görüyorum,
Işığım azalıyor, soluğum azalıyor, biliyorum,
Yavaş yavaş dünyanın kara kalbine gömülüyorum.
Işığım söndü, işte gidiyorum..,
Ah, en çok da şimdi, bir bilseniz
Nasıl da bulutları, ağaçları, gökyüzünü özlüyorum.
Işığım söndü.. hoşçakalın, arkadaşlarım çoktan gitti,
Artık ben de gidiyorum...

 

15 Mayıs 2014 Perşembe

Üzgünüm.....

Son iki gündür sadece bizler değil, uluslararası anlamda da birçok insanın Soma ile yatıp Soma ile kalktığı şu günlerde, sanki hiçbirşey olmamış gibi bloglarında gündelik hayatlarını anlatmaya devam eden, bu facianın mağdurlarına en azından "allah rahmet eylesin" bile demeyen, bu olanları "yok" sayan takip ettiğim blogları, takip listemden siliyorum.....

Tabii keyif onların, blog onların, ama yan komşunda cenaze varsa sen de havanı bir değiştirirsin değil mi? Komşunla küs olsan da, sessiz kalırsın mesela ya da en azından taziye dileklerini iletirsin, fazlası değil.....

Bu gibi duyarsız insanlarla aynı ülkede yaşadığıma, aynı havayı soluduğuma üzgünüm, hem de çok üzgünüm....

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Kara Elmas'ın İzinde

Bugün çok keyifli bir yazım olacaktı, "yarı bunalım" takılan bu blog için şaşırtıcı ama vallahi billahi de gerçek. Bu akşam, İstanbul'da verilecek olan, tabii iptal edilmediyse, Aerosmith konserini yazacaktım. Biraz nostalji, biraz espri biraz da müzik olacaktı içinde. Ama ne mi oldu?

Dün akşam tam Defne'yi uyutacakken, eşim "Manisa'da patlama olmuş, acaba ne ki?" dedi, haber taptazeydi, "Soma" diye ekler eklemez, "maden" diye ben tamamladım, aklıma ilk etapta gelen terör, yerini Soma madenlerine bırakmıştı çünkü. (coğrafya öğretmenlerimin ellerini öpüyorum)

Defne uyudu, haberlere baktık, yatana kadar dolandık durduk..... ve sabah, onca telaşın arasında ve "kötü" gerçekleri biraz ötelemek için bakmadık internete. Taa ki Defne'yi yuvaya bırakıp da ev yoluna koyulana kadar açmadım radyoyu. Tam da en kötü dörtyol ağzında, spiker "200 civarında kişinin öldüğünü" anons ettiğinde, arabayı nasıl eve getirebildim bilemiyorum.

Karanlık, çok karanlık..... Oturduğum yer dahil, benzin istasyonu vs her yerde bayraklarımız yarıya inmiş. Hepimizin ağzında "Soma".

Evet, "kader"dir bazı şeyler, "her canlı bir gün ölümü tadacak"tır. Ama bu mudur yani tüm söylenecek şey? Bir süre önce meclise sunulan ve reddedilen önergeyi söylemeyeceğim, bundan önceki maden "kaza"larına deyinmeyeceğim ama bu işin sorumluları kimlerdir, tek tek ortaya çıkarılmalı ve hesap verilmelidir. Bunu yazdım diye, "gezici", "paralel" damgaları yemeye hazırım. Zaten ülkemin başbakanı için "yok" hükmündeyim, ona oy vermediğim için, onu eleştirdiğim için.....

Güney Kore'de, bir gemi battı hatırlıyor musunuz? O faciada yüzlerce lise öğrencisi öldü, akabinde ne oldu? İşte bu oldu. Hukukta "kusursuz sorumluluk" diye bir kavram vardır. Bazen, bazı durumlarda eline silah alıp adam öldürmezsin ama öyle bir davranış içindesindir ki senin yüzünden birileri ölür ya da zarar görür, işte o durumlarda sen de sorumlusundur. Mesela, evinin dış cephesine baktırmazsın ve o dış cephe birinin üzerine yıkılır, adam ölür ya da yaralanır, ev sahibi olarak sen de, seni denetlemeyen kimseler de sorumludur. Yani bizzat kastın olmasa da, idareci anlamında maiyetinin davranışlarından da sorumlusundur, bu yüzden takımını iyi kurmak, iyi idare etmek ve denetlemek zorundasındır.

"Bugün siyaset konuşmayalım" diyenlere de katılıyorum, evet konu siyasi değil, tamamen, partilerüstü, insani bir konu... 200'ün üzerinde babanın, amcanın, dayının, kardeşin, evladın bir daha ailelerine kavuşamayacak olmaları sadece ve sadece bir "facia" olabilir.... bundan malzeme de çıkarılmamalıdır. Ama sorulmalıdır, cevaplanmalıdır, eller vicdana konulmalıdır.....

Ah Allah'ım, kimine kürsülerde saat faturaları sallatırsın, kimine kör karanlıklarda ölüm sunarsın, hikmetinden sual olunmaz biliyorum ama bari suçluların hakettikleri cezaları aldıklarını görmeyi nasip et.....  

Not: Elimde hiçbir belge yok ama yine de yazacağım. Çok yakın bir "amca"m bugün Soma'da, kızına, torunlarına misafir. Damadı orada subay ve "kaza"dan beri, madenlerin başındaymış. Basında açıklanan rakamların gerçek olmadığını söyledi bana. Tıpkı 99 depreminde olduğu gibi, sayı çok daha yüksek :(

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Engel'imin Farkında Mısın?

Her yıl 10- 16 Mayıs haftası Engelliler Haftası'dır. Bazı önemli gün ve haftalar gibi amaç "kutlama" ya da "anma" değil, farkındalık yaratmaktır. Toplum olarak bir diğerimizi "gör"me, "duy"ma ve "algı"lamadır amaç. "Engel" denince aklımıza fiziksel engeller gelmeli. Görme, duyma ve konuşma, hareket etme, algılama... gibi.

"Engel"li olsaydım, bu yolu yürüyebilir miydim? "Engel"li olsaydım, renkleri görebilir miydim, vaktimi nasıl geçirirdim? Ya da en önemlisi "engel"li olsaydım geçim ve bakımımı nasıl sağlardım? sorularını sorma ve bunlara cevap verme haftasıdır. "Engel"li toplumdaşlarımız için ne yapıyoruz? "Engel"leri ortadan kaldırmak için ne yapabiliriz? Hayatlarını kolaylaştırmak için bize düşenler nedir?

Ülkemizde "engel"li vatandaşlara hizmet etmeyi amaçlayan, onların hayatını biraz olsun "yaşanabilir" kılmayı hedefleyen kurum ve kuruluşlar olsa da bence en büyük görev devlete düşmekte. Sosyal ve halkçı devlet politikası, tüm toplumu ancak ve ancak özellikle yardıma daha fazla ihtiyaç duyanları kucaklamayı görev bilmelidir.

Peki bizler bireysel anlamda ne yapabiliriz? Mesela, görme özürlüler için sesli kitap okumaya ne dersiniz? Tamamen gönüllülük esasına dayalı bu okuma için hiçbir eğitim almanıza, evinizden uzaklaşmanıza bile gerek yok. Sadece bilgisayar donanımı ve sesinizin kabul görmesi yetiyor. Yapmanız gereken tek şey, kendiniz belirleyeceğiniz bir kitabı 5 dakika boyunca okumak, sesinizi kaydetmek ve ilgili kuruma değerlendirme için göndermek. Eğer sesiniz kabul görürse, kurumun ilan ettiği kitaplardan birini, sesinizi kaydetmek suretiyle okumak.

Bildiğim kadarıyla Boğaziçi Üniversitesi ve Altınokta Körler Vakfı bu hizmeti sunuyor. Defne tam gün yuvaya başlar başlamaz ben de katılacağım bu gönüllüler grubuna, -sesimi uygun bulurlarsa tabii-.

Bu yazıyı okuyup blog sahibi olanlardan, içeriği paylaşmalarını rica ediyorum, bana atıfta bulunmak zorunda değilsiniz. Blog sahibi olmayanlarsa, sözlü olarak tanıdıklarına bu uygulamalardan bahsedebilirler. Ne kadar çok kitap okursak o kadar çok insana ulaşabilir, yaşamlarını biraz olsun renklendirebiliriz diye düşünüyorum.

Hadi, hep beraber engelleri aşalım !

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Anneler Günü'ne Bakış

Cuma, Defne'yi yuvadan almaya gittiğimde öğretmeni, kızımla birlikte bana hazırladıkları hediyeyi verdi. İtiraf etmeliyim ki hayatımın en duygusal anlarından biriydi. Kocaman bir kağıdın köşelerine kağıttan çiçekler yapıştırmışlar, ortasına da bir başka A4 kağıda çizip boyadıkları "benim" resmimi yapıştırmışlar.

Bu harika el işi, göz nurundan ziyade, kağıdın alt tarafına Defne'nin söylediği ve öğretmeninin kaleme aldığı not beni benden alıp götürdü. "Benim annem" demiş Defne, "makarna pişirir, beni sever, oynarız". Herhalde öğretmeni sordu, bu da benim olmadığım bir ortamda benimle ilgili bunları söyledi. Demek makarna yaparmışım, Defne'yi severmişim ve onunla oynarmışım. 3,5 yaşına yaklaşan minik kızımın bana bakış açısı bu. Gelip gidip resme, resimden ziyade bu nota baktığımı, gözlerimin dolduğunu söylesem ??

18 sene sonra, annemden bana kalanlarsa..... sesi kulaklarıma gelmiyor artık, sesini unutmuşum anneciğimin. Görüntüsü, elimde kalan fotoğraflar sağ olsun, hala daha mevcut. Bu fiziksel kısımdan ziyade, bana olan gerçek sevgisi, gerçek ilgisi, gerçek güveni ve gerçek koruması gayet net, hiç silinmeyecek hafızamdan.

Peki ya siz? Annelerinizi nasıl hatırlıyorsunuz? Onları "iyi" hatırlayacak kadar şanslılardan mısınız?

"Anneler günü kutlu olsun" diye bitmeyecek bu post. Kimse kusura bakmasın. Yıllarca her anneler günü, öncesindeki 2 hafta ("hediye alın" cıngılları yüzünden) ve sonrasındaki 1 hafta olmak üzere en bunalımlı dönemlerimdi. Bana, yitip giden ve bir daha asla sahip olamayacağım gerçekleri anımsattığı için hala daha kutlamaya elim, dilim varmıyor bugünü. Evet, artık ben de bir anneyim ve tek dileğim Defne'nin, varlığımda ve yokluğumda beni "iyi" hatırlaması..... Umarım inandığım o yüce güç, Defne'nin gönül gözünü, hayata ve bana "iyi" olan bakışını asla kör etmez......

Mutlu pazarlar !      

8 Mayıs 2014 Perşembe

Pazartesi Sendromuna Son

Sevgili okur, pazartesi sendromuna son diyorum, vallahi billahi diyorum, kesin çözüm diyorum, bizzat denedim diyorum.....

Game of Thrones (namı diğer Taht Oyunları), Nisan'ın ilk haftalarında başladığından bu yana pazartesileri iple çekiyorum desemi linç edilme ihtimalim olur mu? Seyrediyor musunuz bilmiyorum, ama seyretmiyorsanız bence çok şey kaçırıyorsunuz. Aksiyon, heyecan, bazen gerilim, azıcık(çok çok azıcık) romantizm ve sonsuz merak uyandıran bu yabancı diziyi şiddetle tavsiye ediyorum.

Yazların onlarca yıl, kışlarınsa ömür boyu sürebildiği, içten içe nifak tohumları serpilen bir diyar. Soğuk ve sert kışların bekçisi Stark Ailesi'nin hüküm sürdüğü Kıştepesi'nin ötesinde, Yedi Krallık'ı koruyan Duvar'ın kuzeyinde tekinsiz güçler toplanmaktadır. Bu esnada Yedi Krallık'taki aileleri, tahtı ele geçirmek için birbirini yiyip durmakta, entrika üstüne entrika çevirmektedir. Olmayan olmakta, beklenen asla gerçekleşmemektedir bu dizide.

Farklı ülkelerde çekimler yapılmakta, birbirinden renkli karakterler dizide boy göstermektedir. Masraftan kaçınılmadan çevrilen ve önümüze konulan bu dizi, 2011'de ABD'de gösterime girmiştir.

Game of Thrones kanaatimce, kendi türünde gelmiş geçmiş en iyi yabancı dizilerden biridir. Ve iddia ediyorum bir dönemin fenomen dizisi Lost'tan kat be kat üstündür. Hiç yoktan Lost gibi sonunda, afedersiniz, sapıtıp saçma sapan bir final izlettirmeyeceklerine eminim.

Şimdi ben bu diziyi önermekle sizce suç işlemiş duruma düşüyor muyum ya da böyle bir niyetim olabilir mi? Konusunu yukarıda okuduğunuz, tamamen kurgusal bu diziyi öğrencilerine tanıttığı ve izlettiği için canım ülkem bakınız nelere sahne olmuş. İkinci raunt da burada. Allah, akıl-fikir- vicdan versin diyorum, bol keseden versin diyorum, hepimiz nasiplenelim diyorum.

Haydin Pazartesiiii gel artık !

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Kuraklık Kapımızda- Acil Çözüm Önerileri

Bu kış, Aralık ortası dışında hiç kar yağmadı İstanbul'a. Bahar havasında, neredeyse yağışsız geçirdik kışı. Gerçi son birkaç gündür ilkbahar yağmurları yüzümüzü güldürür gibi ama yeterli olmayacak eminim. Bunu sadece ben değil, çeşitli gazetelerdeki köşe yazarları ve en önemlisi bilim adamları da söylüyor.

Yağışsızlık tarımı doğrudan etkiliyor. Yaz gelip havalar iyice ısındığında su kesintileri kaçınılmaz gözüküyor. Bizlere düşen suyu idareli kullanmak israf etmemek, yarını hesap etmek. Bu şekilde hareket ederek su faturalarımızı da düşürebiliriz.

Gururla söylüyorum ki aylık su faturamız 30 lira civarındadır, üç aşağı iner beş yukarı çıkar ama işte o kadardır. Çünkü biz,

- Musluğu sonuna kadar açmadan da birşeyleri yıkayabileceğimizi biliriz.
- Bulaşık ve çamaşır makineleri tam dolmadan çalıştırmayız.
- Mümkün olduğu kadar elde çamaşır ve bulaşık yıkamayız.
- Diş fırçalarken ya da elde yıkanacak bulaşıkları sabunlarken suyu kapatır, gerektiğinde tekrar açarız. Aynı uygulamayı kendi banyomuz esnasında da yaparız.
- Mümkün olduğu kadar ön yıkama programını çalıştırmayız.
- Konsantre ürün kullanırız.
- Toz yerine sıvı deterjan tercih ederiz.
- Defne'yi akan musluk başında oynatmayız.

İklimler değişiyor ve küresel ısınma diye bir gerçeklik var. İnsanoğlu bu yeni düzene ayak uydurmasını bilmek zorunda. Tasarruf, bilinç, yarını hesap etme hepimizin önce insanlık adına sonra da vatandaşlık görevi.

Hadi okuyucu, kapa musluğunu !


3 Mayıs 2014 Cumartesi

Çiçek Köşem

Evlendiğimizden beri evimizin en sevdiğim köşesi, çiçeklerimin durduğu yer. Evimizin en serin, hem sabah hem akşam güneşini alan köşesi. Sadece Defne yürümeye başlayıp da çiçeklere alışana kadar yerleri bir müddet değişmişti, sonrasında törenle eski yerlerine kuruldu kıymetlilerim.

Orkidelerin hepsi hediye, benim nişanım, yeni ev ziyareti, Defne'nin doğumu ve sevgililer günü..... Üzerinde çiçekleri gözüken Afrika menekşeleriyse bizim Defne'ye aldığımız hediyeler, diğer iki saksıdakiler menekşelerden birinin yavruları. Kaktüs de babamdan.

Çiçeklerim için özel bir çaba sarf etmiyorum. Güneşi iyi ayarlıyorum, taze hava almalarını sağlıyorum ve düzenli suluyorum. Öyle vitaminlerdi, gübreli topraktı, bekletilmiş suyla sulamaktı vs kurcalamıyorum pek. Yani az emekle çok verim alıyorum diyebilirim :) Bu anlamda hayatımdaki en vefalı canlılar.....

Mavi plastikte ne olduğunu merak ediyorsanız,
Fikir komşumdan. Gerçi ilkokula giderken öğretmenimizin de ödeviydi, evde bakliyat çimlendirmek. Biz de, evet yaşı erken de olsa, Defne'yle benzer birşey yaptık. Plastik kabın dibine ince bir kat pamuk serdik üzerine yeşil mercimek ve nohut koyduk, pamuğu ıslanacak kadar suladık ve üzerlerine ince bir kat daha pamuk sererek hafifçe kapattık. Ara ara suladık, geldik gittik kontrol ettik. Şu an boyları 8 cm.e yakın vaziyette çimlendi, hatta pamuğu atıp toprak yerleştirdik plastiğe.

Defne'ye çiçeklerle ilgili hayli iş düşüyor. Arasıra ondan çiçeklerle konuşmasını istiyorum. güzel sözler söylemesini, kağıttan yaptığımız sulukla sular gibi yapmasını.... Sanırım çiçekler bu küçük kızın şefkatinden hoşlanıyorlar. Bana kalsa hep dert hep dert, kuruyup giderlerdi eminim :)

En vefalım çiçeklerim..... Orkidelerim artık yavaş yavaş çiçeklerini döküyor, menekşelerimden biri hastalandı bayağı budamak zorunda kaldım, annelerinin hastalığına inat yavru menekşelerden ikisi çiçek verdi, bakliyatımız çimlendi, babaannesi Defne'ye bir çim adam hediye etti o da filizlenmeye başladı, kaktüs aynı, sanki azıcık uzamış mı ne?.... Ve en kıymetlilerinden, Defne'nin bahçeden topladığı bir avuç papatya, her daim baş köşemizde !

Keyifli haftasonları !

1 Mayıs 2014 Perşembe

En Büyük İşçi ?

Sabah en erken o kalkar, çoğu zaman çalar saatten bile önce..... Derler, toplar, hazırlar, pişirir, yedirir, yine derler, toplar, kimini işe kimini okula yolcular. Evde kalan küçük ya da hastalarla ilgilenirken bir yandan rutin işlere dalar. Evde kimse kalmadıysa, sokak işlerini halleder, ne bileyim markete gider, pazara uğrar, alır, taşır, yerleştirir, kaldırır.

Kuşluk, öğlen, ikindi ve en sonunda akşam telaşlarının arasına günlük rutinleri sığdırır. Toz almak, çamaşır, ütü, küçüğün derslerine yardımcı olmak, evdekilerin gönlünü hoş tutmak derken akşam olur. El ayak ortadan çekilince bir oh çeker. Yarının telaşlarını düşüne düşüne uykuya dalar en sonunda, dalar da çok sürmeyecektir "sefa"sı. Gece öksürenin- tuvaleti gelen küçüğün başına koşar, belki "üstünü açan" olur diye tilki uykusuna yatar yine. Sabah aynı maraton devam.

Sigorta migorta, maaş hak getire. Sofrada, "eline sağlık" lafını duymak bile lütuftur bazen. Azıcık oflamaya, poflamaya, yakınmaya, nazlanmaya görsün, cevap hazırdır. "Sen ev hanımısın zaten ne yapıyorsun ki?" Hakikaten de yaptığı hiçbir iş görülmez. En az 3 su yıkadığı ıspanakla pişirdiği yemek 15 dakikada biter, üstelik ıspanak yemeği "makbul" de sayılmaz ev ahalisince. Ya da gün içinde 4.500 kez topladığı ev tam da akşam kocanın döndüğü saatte yeniden hallaç pamuğu gibidir. Her zaman ütülenecek ya da yıkanacak çamaşır vardır. Gerçi makine hallediyordur işlerin çoğunu, artık "eskisi gibi" değildir ev hanımlığı....

Bence en büyük işçi ev hanımları, hayır kendime pay çıkarmıyorum lütfen yanlış anlaşılmasın. Zaten hala kabul edemedim "ev hanımı" olduğumu, soranlara "çalışmıyorum" demekle yetiniyorum. Üstelik taaa geçen sene itiraf etmiştim burada, ev hanımı değilim, olamam diye :)

Bugün 1 Mayıs İşçi Bayramıydı. Kutlu olsun, eğer sözle kutlamak da "yasak" değilse.

Bence güne damgasını vuran video buradakidir. Bir isyanın kara mizahıdır aslında.

Dünkü Aydınlık Gazetesi'nde okuduğum bu yazıysa bana ışık tuttu diyebilirim. "PKK neden Taksim'de 1 Mayıs'ı kutlar?" başlıklı yazıyı okuyunuz. Nedenleri objektif bir dille anlatılmış.  

Ve hala anlayamadığım bir şey. 1 Mayıs neden Taksim'de kutlanamıyor ya da sendika başkanının söylediği gibi kutlama değil de 1977'de ölenler için Taksim'de "anma"ya izin verilmiyor? Neden her sene ulaşım engelleniyor, yasaklanıyor? Onca insan mağdur ediliyor? Evet bir grup ille Taksim diye tutturuyor, bir grup buna izin vermiyor, ortada inatlaşan iki keçi var ve her sene bu iki keçi suya düşüp ıslanmaktan bıkmıyor. Ben, bu konuda izin vermeyen otoriteye karşıyım, çünkü bir orta yol bulma ve uzlaşmayla yükümlü olan idarecilerdir.

Ne bileyim katılımcı sayısı sınırlanabilir, belli saatler verilir , özel güvenlik tedbirleri alınabilir, dedektörle aramalar gibi? Yasadışı gruplara anında müdahale edilip alandan uzaklaştırılır. Ben, sendika, oda üyesi hiç kimsenin mağazalara vs saldırıp yağma yapacağına inanmıyorum. Ama bu yasağı haklı kılacak hiçbir makul gerekçe gösterilmiyor. Neden, anlamıyorum, soruyorum....

Bir de, yasadışı eylemlere müdahale edilirken, uygulanacak tek yöntem biber gazı sıkılması mıdır? Tabipler odası cayır cayır bağırıyor, biber gazı öldürür diye. Bugün Beşiktaş'ta evlerin içine ya da hastane bahçelerine kadar atılan biber gazı, orantısız güç kullanmak, müdahale sınırlarını aşmak değil midir?

Bence, 1 Mayıs uygulamalarından etkilenen her vatandaş dava açsın. En basiti; maddi- manevi tazminat ve hastane masraflarının talebi. "Ben" desin, "hastanede/evimde yatıyordum, polis biber gazı attı, çoluk çocuk mahfolduk, çocuklarımın kamu görevlilerine güveni sarsıldı, travma geçirdiler, ben şöyle böyle oldum.....vs" Ya da ne bileyim en basitinden "işime gidemedim, izin günümden/maaşımdan düştüler, paramdan oldum, üzüldüm kahroldum ...vs" Ve eğer haksız çıkarsa, iç hukuk yollarını tükettikten sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvursun.

İnsan, devletini/babasını şikayet eder mi? "Çocuklarımıza bağırmayı öğretmeliyiz" anlayışının biz yetişkinlere uygulanacak şekli budur. "Evet, eder. Babası kötü/haksız/orantısız muamelede bulunuyorsa, onu da şikayet eder, etmelidir." Utanacak, sıkılacak, gocunacak birşey yok. Bu konuda cumhurbaşkanımızın eşini örnek almalıyız, kendisi yıllar evvel türban yasağı kapsamında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne benzer bir şikayette bulunmuştu.    

En fedakar, cefakar büyük işçilerimizin günü kutlu olsun!
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac