Yaşam Notlarım'a Hoş Geldiniz.



30 Eylül 2014 Salı

Deli Mavi

Masmavi Kuzey Ege'yi anlatmayacağım, "renk"li bir yazı değil bu, "siyah-beyaz".

Aniden soğuyan havanın da etkisiyle, yine yeni yeniden kapımızı çalan grip mikrobu, çektirdiğim 20 yaş dişim, Defne'yle "katıklı ev hapsine" girmem, hepsi "hayat" işte, dertlenmiyorum, sağlığıma, huzuruma şükrederek ve en kısa zamanda ev halkının iyileşeceğini ümit ederek geçiriyorum zamanımı....

Daha olağan yaşayanların garip diyebileceği ama kendi hayatım için normal karşıladığım enteresan şeyler oluyor son günlerde. Her gün yeni birşeyler öğreniyor, hayatın farklı bir yüzünü görüyorum, hatırlıyorum, olanlara dua ediyor, olmayanları sıkıntı etmemeye çalışıyorum.

Pazar sabahımı, rutubet ve toz kokulu bir depoda, eski ve yırtık ve solgun ve durgun ve tozlu eşyalarımın arasında geçirdim. "İki taşınma bir yangın"mış ya, bulabildiğim, benim için anlam ifade eden, geçmişe dair neyim varsa almaya, toplamaya çalıştım. Benden başka kimsenin evine, yüreğine, hatıralarına istemediği, kitaplar, fotoğraflar, eşyalar, velhasıl bir "aile"nin yok oluşu.

Eve döndüğümde hızlıca taradığım fotoğrafların arasında beni en çok etkileyen, annem ve kuzeninin ilkokula başlarken, artık olmayan bir evde çektirdikleri, 1953'e ait aşağıdaki resim oldu. Anneciğimin o kendine has, muzur gülüşü, gözlerinin parlaklığı, yaşam sevinci, mutluluğu ve tabii ki kocaman beyaz kurdeleleri.... O gün bugündür her sabah bakıyorum bu resme, fonda yüreğim cızırdıyor.


Yaklaşan Kurban Bayramını düşünerek uyuduğum gecenin sabahında, evet bu sabah, çalan telefonumun bana ulaştırdığı, titrek bir ses. 15 yıldır duymadığım o sesin sahibi, bana neleri hatırlattığı, 1999 yılına dair anılarım, büyükbabacığım, "var" ama "yok" olan onca insanım, çare içinde çaresizliğim, "var" içinde "yok"luğum, "yok" içinde "var"lığım....

Çalışkan ve onurlu insanların geleceklerinin, dolayısıyla ülke adına hepimizin geleceğinin "adalet", "vesayetten kurtulma" adına çekilip alınması ve onları birilerinin insafına muhtaç bırakmanın dayanılmaz "hafif"liği....

Geçmişin izini sürer ve geçmişimce kovalanırken, anneciğimin bana öğütlediği, "iyilik ve kötülük yeryüzünden asla silinmez, yaptıklarına/yapacaklarına/kararlarına dikkat et". Ve büyükbabamın hayat felsefesi, "Allah, bir kuluna imkan, makam ya da para veriyorsa, bunları paylaşması içindir, böbürlenmesi için değil." sözlerinin yeniden aklıma gelmesi. Bugünkü aklımla onları tekrar anlamaya çalışmam.

Ve nihayetinde Deli Mavi, Yeşim Salkım'ın, annemle benim en sevdiğimiz, en mutlu anımda bile dinlerken beni ağlatan çooooook eski bir şarkısı. Linki burada. Bana eşlik eder misin sevgili okuyucu?  

17 Eylül 2014 Çarşamba

Eylül'dür

Uzun bir aradan, ihmal edişten, kaçıştan, başka önceliklerden sonra tekrar merhaba sevgili okuyucu ! Geçen yaz, "internetsiz" olma azmi bu yazsa "paketimin erken bitmesi" nedeniyle internetten uzak, kendimle-düşüncelerimle- kitap ve bulmacalarımla içiçe bir yaz geçirdim. Ne buraya girdim ne takip ettiğim bloglara uğradım, umarım telafi ederim....

2 ayın ardından İstanbul'dayım tekrar. Kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşatan, kaos ve karmaşa şehrimdeyim. İlk kez bu dönüşümde, "acaba İstanbul diye çok mu ısrar ediyoruz" diye ciddi ciddi düşündüm, özellikle de Defne'nin son zamanlarda artan ve bizi alerji doktoruna sürükleyecek sebepsiz öksürüklerinden sonra... Neden İstanbul? Daha gişelere yaklaşmadan artan trafik, asık suratlar, üzerime çöken rutubet, sırtımdan akan terler, aheste beste yürüyüşlerimin koşar adımlarla değişmesi, nefesimin sıkışması..... Yine de sevdiklerimi barındıran vazgeçemediğim şehrim....

"Eylül" başlıklı bu yazımı aslında 1 Eylül'de yazıp yayınlayacaktım, tam da yazlığımız yavaş yavaş boşalırken, hava az da olsa serinleyip, ağaçlar farklı meyvelerde dolarken, eşimin son olarak bize katıldığı haftaları yaşarken. Kısmet bugüne, 17 Eylül'e, İstanbul'aymış...

Döndüğümüzden beri koşturmaca içindeyiz, hani geçen hafta kumsalda Defne'yle kabuk arayan ben, hani dili dışarda yuva saatlerine yetişmeye çalışan ben? Şikayetçi değilim, sadece kızgınım, hayatı bu kadar hızlı hale getiren bizleriz, bu şehri bu kadar yaşanmayacak hale sokan da bizleriz, neden değişmiyoruz?

İstanbul bir kenara, şimdilerde gözlerim dalarak hatırladığım ve gelecek sene tekrar yaşamayı dilediğim Eylül'ü anlatacağım....



Kuzey Ege'de Eylül hakikaten bir başka. Okulların açılmasına az kala yavaş yavaş boşalır yazlıklar. Evler birer birer kapanır. Hem hüzünlüdür bu gidişler hem güzel. "Gelecek sene görüşebilir miyiz?" merakını, "komşumun bahçesindeki incire dalmalıyım" telaşı alır. Hava daha bir serin olduğundan, kumsalda gölgeliklerde geçen zamanlar, yerini uzun akşamüstü yürüyüşlerine bırakır. Bu yürüyüşlerde, artık terk edilmiş evlerin bahçelerinde neler bulunmaz ki? Domates, biber, incir, üzüm hepsi "sertifikalı" olmasa da organik en azından ilaçsız, temiz sularla büyümüş, leziz.

Temmuz ve ağustosun kızgın güneşinden kurtulunca canlanan, mis kokan güzelim çiçekler.... Komşu bahçelerde son kış hazırlıkları, kurulan salçalar, kurutulan biberler..... Ve bülbüllerin şakıması, ağaçkakanlar, geceleri uzaktan göz kırpan tilkiler, sansarlar.....  
Arada bastıran yağmurlar, mis gibi toprak kokusu, manzaranın daha önce görmediğimiz haller alması..... En güzeli de sanırım Eylül'le gelen tenhalık. Daha az insan, daha az konuşma/soru/fütursuzluk/gereksiz merak, daha rahat davranmak.

Eylül güzeldi, Defne'nin son günlerdeki öksürükleri olmasa daha da güzeldi ama bu kadarı da nazarlık diyelim.

Biliyorum ki, yaz yine gelecek, bedenimi, yüreğimi ısıtacak, bana enerji ve sevinç aşılayacak.... Hepimize iyi sonbaharlar, kışlar.

İstanbul'lu okuyucularıma not: Beyoğlu/Odakule'deki Sahaf Festivalini gezmeyi unutmayın, 7 Ekim'e kadar devam edecek.... 
 
Zirve100 Site istatistikleri
Zirve100 Sayac